Türkçe



PDF indir

 

 



Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri Tarihi 1960'lı yıllar:

İzlenme 4436


1960'lı yıllara Saraçhane Mitingi ile başlayabiliriz.
İstanbul'da Türk-İş üyesi Sendikalar Birliği, 31 Aralık 1961 günü miting yapma kararı alıyor. 1961 Anayasası kabul edilmiştir ve sendika kurma ve grev hakkı anayasada yer almıştır. Ancak sendika kurma ve grev hakkı kanunlarla düzenlenmemiştir. Miting, acilen anayasada yer alan grev ve kolektif akdinin yasalarla yürürlüğe konulması içindir. Kolektif akdi, toplu sözleşme anlamına gelmektedir. Bir süre devlet yönetimi ile miting düzenleme komitesi arasında miting alanı üze­ride anlaşmazlık yaşanır, işçilerin Taksim Meydanı istemi kabul görmez ve mitingin Saraçhane meydanında yapılmasında anlaşma sağlanır. Sendikalar Birliği başkanı Avni Erakalın'dır ve cümle âlem solcu (komünist) olduğunu bilmektedir. Ortalığa yaydı­rılan dedikodu, birliğin miting yapabilmek için parayı nerden bulduğudur. Sorunun amacı Moskova'yı işaret edip mitinge gölge düşürmektir. Ancak, Ankara'da hükümet katında miting iznini çözmek için temaslarını sürdüren ekip, Çatışma Bakanı Bülent Ecevit'ten, miting için yüz lira bağış alırlar. Birlik Başkanı Erakalın ise, 70 bin üyeleri­nin olduğunu ve her üyenin bir lira vermesiyle ortaya çıkacak meblağın büyüklüğünü hatırlatır. Gerçekten de 70 bin lira o dönemde böylesi birkaç mitingi karşılar. 31 Aralık 1961 günü Saraçhane Meydanında yüz binin üzerinde işçi toplanır. Mitinge katılan 140 işçi kuruluşu tanıtılır, İzmir, Eskişehir Bursa, Zonguldak, Adapazarı, İzmit, Hereke, Gemlik, Bandırma, Değirmisaz, Balıkesir, Rize, Edirne, Afyon, Adana, Mersin, Manisa, Elazığ, Aydın ve Divriği gibi yerlerden katılımlar tanıtılır. Mitingde, düzenlen­me amacına uygun mesaj veren konuşmalar yapıldı. Amaca uygun dövizler yanında antikomünist sloganlar yazılı pankartlar da dikkat çekiyordu. Saraçhane Mitingi, Tür­kiye İşçi Sınıfı Hareketi tarihinde, zamanının en kitlesel eylemiydi

Buradan ortaya iki başlık çıkıyor. Birincisi 1961 Anayasası, ikincisi, antikomünist slo­ganlar, iki konuyu iç içe birlikte ele almak mümkün.

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD'nin başını çektiği soğuk savaş stratejisinde ABD şahin, Avrupa ise güvercin rolünü üstlenmişti. Sopa ve havuç ikilemi bilinmeyen yöntem değildir. Rol dağılımı da temelde stratejinin bir parçasıdır. ABD, sosyalist sisteme coğrafya olarak yakın değilken Avrupa sınırdaştır. Üstelik ABD, içte, her taşın altında komünist arayıp yakaladığını ilan ederken komünizm Avrupa coğrafyasında kotarıl­mıştır. Ve Avrupa işçi sınıfı henüz pes etmiş değildir. Avrupa'da güvercin siyaseti, sosyalist sisteme eşdeğer olabilecek bir yöntem geliştirmek zorunda olmuştur ve bu sisteme Sosyal Devlet politikası denmiştir.

İşte, 1950'de iktidara gelen Menderes hükümetleri, Küçük Amerika olma sevdasıyla şahin olma yolunda kantarın topunu kaçırmış, sonunda ABD'nin desteğini de yitirmiştir. Menderes iktidarının alaşağı edilmesinin ardından gözler, havuççu Avrupa ya çev­rilmiş ve sosyal devlet yapılanmasına uygun anayasa yapılmıştır. 1961 Anayasası'nın albenisi, başta toprak reformu olmak üzere ülkenin temel ekonomik sorunlarının yanı sıra özgürlük vadidir, işçi sınıfının sendika kurma ve grev hakkı da özgürlük istemleri­nin başında gelmektedir. Saraçhane Mitingi talepleri ancak 1963 yılında gerçekleşmiş ve Avrupa standartlarına yakın sendikalar kanunu ile toplu iş sözleşmesi grev ve lo­kavt kanunları (274 ve 275 sayılı) çıkarılmıştır. Antikomünist sloganlara gelince... Telin deniliyor; mahkûm etme, lanetleme anlamına geliyor. Ülkemizde ilk defa ko­münizmi telin mitingi, Aralık 1947'de ve devamı, Ocak ve Mart 1948'de sendikalar tarafından düzenleniyor. İlki 21 Aralık 1947 günü İstanbul'da İstanbul Basın Teknis­yenleri Sendikası tarafından gerçekleştirilen telinin kapalı salonda yapıldığı anlaşı­lıyor. Aynı yıl İzmit Selüloz işçileri Sendikası düzenlediği mitingde işçiler komüniz­mi lanetliyorlar. Aynı gün Ankara ve İzmir'de lanetleme işini öğrenciler üstleniyor. 1 Ocak 1948 günü Ceyhan ve Adana'da, 30 Martta yine Adana'da dokuma işçileri aynı amaçla alanlara çıkıyor. 30 Mart günü benzer bir eyleme de Edirneliler tanık oluyor. Eylemciler, Mensucat Fabrikasının 3 bin işçisi. 1960 sonrası Saraçhane Mitinginde ilk provası pankart taşımakla gerçekleşen komünizm karşıtlığı 22 Aralık 1962 günü Af­yon ve Ankara'da mitingin gerekçesi halini alıyor. Ankara'daki telin mitingini Türk-iş düzenliyor ve 20 bin kişi katılıyor. Yetti artık diyebilirsiniz. Yetmiyor; dahası var! Var olmasına var; ama bir de konumuzun sınıf mücadelesi cephesi var ve işte 60'lı yıllardan bir örnek:

Fikret Otyam'ın "jandarma kurşunlarıyla ölen işçilerden birinin cenazesi" fotoğrafını mutlaka görmüş olmalısınız. Önde tabuta omuz verenlerin ardından tek sıra halinde yürüyen, çoğunluğunun yüzü toprağa dönük kasketli işçiler. Cenaze alayı, işçi sınıfı­mızın mücadele tarihine Kanlı Kozlu Direnişi olarak geçen eylemde yaşamını yitiren işçi için düzenlenmiştir.

Zonguldak Kozlu'daki kömür ocaklarında çalışan işçiler 10 Mart 1965 günü iş bırakma eylemi başlatırlar. Nedeni işçilere yapılan ayrımdır. EKİ (Ereğli Kömür İşletmeleri-kamu), işletmede çalışanlara liyakat zammı dağıtacaktır. Başarılı elemanlara dağıtı­lacağı ilan edilen 6 milyon lira tutarındaki liyakat zammı mühendis, ustabaşı, çavuş ve kazmacılara ödenmiş, yeraltında üretimde birinci derecede ter döken işçiler zam­mın dışında bırakılmışlardır. Bu büyük bir haksızlıktır, işçiler büyük haksızlığa isyan etmektedirler. Esasen işletme baştan sona haksızlıkla sakattır. Yerüstünde çalışır gö­rünenler, yeraltında çalışan yani kömür üretenlerden daha fazladır.

Yöneticilere göre direniş olayına "kışkırtıcılar" karışmıştır, işte "kışkırtıcıları" ya­kalamak için 12 Mart günü jandarma harekete geçer ve iki işçi kurşunla can verir, işçiler direnişte kararlıdır, işçilerin Zonguldak'ta sendikayı basacağı haberi üzerine direniş süresince resmi daireler tatil ediliyor. 13 Mart günü araya bakanlar giriyor ve işçilerin talepleri karşılanıyor. Olaylar sonrasında basına demeç veren Türk-iş başkanı Seyfi Demirsoy, iki aydır havzada işçilere hitaben bildiriler yayınlandığını ve bunların birinde komünizmin övüldüğünü söylüyor. Anlaşılıyor; büyük birader ABD gibi bizim sendikacılarımız da her taşın altında komünizmi aramaktadırlar.

1961 Anayasası'nın kabulünden sonra yapılan seçimden iktidar çıkmadı ve ülkemiz ilk defa koalisyon hükümetiyle tanıştı. Başbakan ismet Paşa'dır. Hükümet ekonomik yapıyı 1930'larda tadı damağında kalan plana oturtmak amacındadır. Ne var ki, ikti­dar ortağı Menderes'in mirasçılarıdır. Planlı ekonomi sulandırılarak kabul edilir: Plan, kamu kuruluşları için emredici, özel teşebbüs için sadece yol gösterici olacaktır. Sa­nayi için geliştirilen ekonomik modelin adı ithal ikameci montaj sanayidir. Sanayici, üreteceği dayanıklı tüketim mallarının temel girdilerini ithal edip, ek olarak enerji, demir çelik ve alüminyum gibi diğer girdileri devletten ucuza kapatıp yükselmeye başlamıştır. Hükümet, devraldığı yoğun işsizliği kısa süreliğine de olsa bastırmak için Avrupa, özellikle de Almanya'dan gelen talepleri değerlendirerek işgücü ihracını ger­çekleştirmiştir. Binler, on binler, yüz binler derken milyonlarca yurttaşımız yurtdışı­na, el kapılarına sürülmüştür. Emekçilerin yurtiçinde de durumları iç açıcı değildir.

Sanayi montaja dayalı da olsa, yüz binlerce işçi çalışma alanı bulmuştur, işçiler artık gerçek işverenle karşı karşıyadır. Patronların gerçek yüzü açıkça ortaya çıkmıştır.
Aynı zamanda haklarını koruyup genişleteceğini söyleyen sendikacıları vardır. Bunla­rın yanı sıra partileri de vardır: Türkiye işçi Partisi, işçilerin partisi 1965 seçimlerinin sonrasında mecliste 15 milletvekili ile temsil edilmektedir.

Türk-İş yönetiminde egemen olan Amerikan sendikacılığı savunucuları, tıpkı örnek al­dıkları AFL gibi, özel sektör sanayi kuruluşlarında çalışan işçilerle ilgilenmediler. Buna karşı Maden-iş, Lastik-İş, Kimya-İş gibi yönetiminde TİP'in kurucu kadrolarının yer aldığı sendikalar, ağırlıklı olarak özel sektör sanayi kuruluşlarında çalışma yürüttüler. Türkiye İşçi Partisi mensupları çalışmalarda önemli görevler üstlendiler. Gün geldi, iki farklı sendikal anlayış ayrışmak durumunda kaldı. Türkiye İşçi Partisi'ni kuran ve sonrasında parti yönetimini aydınlarla paylaşan sendikacılar, 1967 yılında tam da par­tilerini kurdukları gün olan 13 Şubatta Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonunu kurdular.

DİSK, boğazına kadar Amerikan sendikacılığı batağına saplanan sendikal anlayışı Avrupalı olmaya dönüştürme girişimidir. Bu alanda 1961 Anayasası, öncüleri ve yol göstericidir. DİSK'e göre işçilerin kurtuluşu anayasanın tastamam uygulanmasından geçmektedir. Anayasa yurttaşların beslenme, barınma, sağlık, eğitim, çalışma hakkı; milli gelir, vergi, işçi ücreti diyor. DİSK, bu hakları devrime dönüştürüp kuruluş bil­dirgesine alıyor: Beslenmede Devrim; Vergide Devrim; işçi Ücretlerinde Devrim. Ve nihayet devrimden ne anladığını kayda geçiriyor:

"İşte biz devrimciliği, bugünkü tutucu, gerici ekonomik sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca geliştirilmesi ve yukarıdan beri özetlediğimiz ilkelerin hayata uygu­lanması anlamına anlıyoruz. Devrimcilik, hepimizin mülk sahibi olmamızı ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanma olanağını sağlayacağı için bizim sendikacılık çalış­malarımızın özünü kapsayacaktır."

70'li yıllara gelmeden önce 30-40-50 ve 60'lı yılları yaşamın içinden anlatan en önem­li kaynakların başında Orhan Kemal'in1 romanları gelmektedir. Art arda okuyunca bu dönemler daha iyi anlaşılabilir.

Bereketli Topraklar Üzerinde (1930'lu yıllar)

Murtaza (1940'lı yıllar)

Gurbet Kuşları (1950'li yıllar)

Bir Filiz Vardı (1960'lı yıllar)

1970'le
21. yüzyılın ikinci on yılından geriye doğru, 20. yüzyılın 70'li yıllarına baktığımızda, 0 günlerde yaşananlardan akıllarda kalan 15-16 Haziran ayaklanması ya da olayları neler çağrıştırıyor dersiniz? Şöyle de sorulabilir: Neler olmuştu da yüz binlerce işçi sokağa dökülüp adeta isyan etmişlerdi? Sadece, akıllarda kaldığı kadarıyla, siyasal iktidarın sendikalar kanununda yapmaya çalıştığı değişiklikler mi isyanın temel ne­deniydi? Bir tek kaynaktan (Milliyet Yıllığı 1970) yararlanarak yukarıdaki ve benzeri soruların yanıtını aramayı deneyelim.

"Bütün bir yıl direniş, boykot ve grevle geçti." Başlık, kaynağımıza ait; başlıktan sonra yazı şöyle sürüyor: "Günlerden Cuma; tarih 16 Ocak. 0 gün İstanbul'da ne lodos vardı ne de poyraz. Fakat limanda da emektar yolcu vapurları dumanlarını tüttüre tüttüre gidip gelmiyordu. Vapur grevi, İstanbul'un iki yakası arasındaki ulaşımı durdurmuştu." Haberin devamından, grev kararının 16 Kasım 1969 tarihli olduğu, hükümetin grevi iki ay ertelediği ve 36 buçuk saat süren grevin, Ankara'nın devreye girmesi ve işçilerin kazanımlarıyla sonuçlandığı anlaşılıyor.

Devam edelim. Şubat ve Mart aylarının sakin geçtiği kaydediliyor ve 28 Mart günü başlayıp iki gün süren Ereğli Kömür işletmesi'nde 1500 işçinin ocaklara inmediği be­lirtiliyor. Direnişin nedeni, "kendilerine kötü davranılması."

"İşçi kesiminde aylardan beri süren sessizlik 8 Nisan 1970 günü bozuldu" diyerek, İstanbul'da 6 un, bir döküm ve bir tekstil fabrikasında çalışan 1320 işçinin greve başladığı bilgisi yer alıyor. Un fabrikalarındaki grevlerin üçüncü gününde hükümetin grevleri bir ay ertelediği belirtiliyor.

19 Nisan 1970 günü ocaklara inmeyen Zonguldak maden işçilerinin boykotunun nede­ni ise, bir gün önce sona eren Maden-iş Sendikası kongresinde seçilen kadroya yöne­lik. Boykot üç gün sürdürülüyor ve işçiler başkanlarını yuhalıyorlar.

Ges-iş, Devlet Su İşleri'ne bağlı 125 işyerinde aldığı grev karırının kademeli olarak Ankara'da 6, Kovada Gölü'nde bir işyerinde başlatıyor.

Kartal'daki ECA fabrikasının 540 işçisi, Metal-İş sendikasından ayrılarak Maden-İş'e üye oluyorlar. Ancak, eski sendikaya aidat kesimi devam edince oturma grevine baş­lıyorlar. Jandarma devreye giriyor ve işçilere haklarını alacakları teminatı verilince işbaşı yapıyorlar.

Devlet Su işlerinde grev genişliyor. 8 Mayıs 1970 günü 25 işyerinde 7 bin işçi greve çıkıyor. Aynı gün İstanbul'da Kartal'daki Java-Skoda fabrikasındaki 300 işçi oturma grevi yapıyor.

DSİ grevi yaygınlaşıyor. Ziraat Odaları Birliği Genel Sekreteri, grevin kuraklığa neden olabileceğini ve bu nedenle çiftçilerin grevci işçilerle çatışabileceğini söylüyor. Hü­kümet, DSİ grevini bir ay erteliyor. Nihayet 4 Haziran günü DSİ grevi başarıyla sonuç­lanıyor, işçiler sosyal haklar ve ücret zammı elde ediyorlar.

Devamında bir değerlendirme yazısının başlığı "İlk Protesto Denizde Başlamıştı". Sözü edilen olay, 31 Mayıs günü kum taşıyan tekne sahiplerinin yüz takayla denizde protesto "yürüyüşü" yapması. Olayın yorumu ise şöyle: "Gerçekten, demokratik hak­larını genişletmenin tadına giderek daha fazla varan ve bunun bir çeşit heyecanına da kapılan Türk halkı, 1970'de sıkça sokağa dökülmek ve protestoda bulunmak fırsatını bulmuştu." Yazının devamından, 1970 yılının en güçlü protesto hareketlerinin tarım üreticileri tarafından gerçekleştirildiğini anlıyoruz. Özellikle tütün ve çay üreticileri­nin ekim alanlarını genişletmelerinin yanı sıra kalitenin düşmesi karşısında, tek alıcı olan devletin istekli davranmamasının protestoların temel nedeni olduğu anlaşılıyor. Benzer nedenlerle Karadeniz Bölgesi'nde fındık, Ege'de ise pamuk ve üzüm üretici­lerinin eylemlerine tanık olunuyor. Ağustos ayında Merzifon'da yapılan protesto gös­terilerinin düzenleyicileri ise haşhaş üreticileri. Onların hedefinde ise ABD var. Zira ABD, Türkiye'deki haşhaş ekim alanlarının sınırlanmasını istiyor.

Şoförlerin iki günlük boykotunun nedenleri arasında ise yedek parça fiyatlarının son derece pahalı olması geliyor. Boykot sonuçlarının değerlendirilmesi şöyle: "Şoförler, İki günlük boykotu örnek bir dayanışma içinde gerçekleştirdiler. Yollarda ne bir taksi ne de dolmuş görülebildi." Haber, at arabası fotoğrafıyla süslenmiş. Alt yazı şöyle: "Şoför grevi yüzünden halk at arabalarına bindi." Boykot sona ererken, ilgili makam­lar, şoförlerin bazı isteklerini cevaplamak üzere çalışmalara başlanacağını açıklıyor­lardı. Sözü edilen isteklerin "cevaplanması", isteklerin karşılanması anlamına geliyor olmalı!

15-16 Haziran 1970'te İstanbul'da yaşanan ve kenti iki tam gün boyunca durduran eylemler büyük ölçüde kendiliğinden gerçekleşen, sendikaları da, sosyalist hareketi de aşan ve şaşırtan eylemlerdi. DİSK'in çağrısını yaptığı eylemin bu kadar büyümesini kimse beklemiyordu ve işçi sınıfının devrimin öznesi olmak için gerekli olgunluğa erişip erişmediğini tartışmakla meşgul olan sol siyaset, işçi sınıfının eylem gücü kar­şısında şaşırmaktan başka bir şey yapamamış, bu arada iş işten geçmişti.

Ardından ilan edilen sıkıyönetim, İstanbul'da işçi eylemlerini durdurdu denilebilir. Ancak sıkıyönetime rağmen 18 Ağustos sabahı General Elektrik Fabrikası işçileri işyeri işgali başlatıyor. "Sıkıyönetimin müdahalesi ve aracılığı sonunda işçiler isteklerini kabul ettirerek işgali" kaldırıyor.

19 Ağustos 1970; Kartal'daki Vinlex fabrikası işçileri, işyeri temsilcilerinin işten çıkar­tılmasını protesto için oturma grevi başlatıyorlar.

25 Ağustos 1970; 21 bin şeker işçisi greve çıkıyor. 27 Ağustos 1970; Danıştay, Et ve Balık Kurumu grevini erteleyen hükümet kararını kaldırınca bu işyerinde de grev baş­latıldı. Şeker işçilerinin grevi üç gün, diğeri ise bir gün sürdü ve işçilerin başarısıyla sonuçlandı.

23 Eylül 1970; Denizyolları işletmesi Sendikası, yolcu vapurlarında grev başlattı. Gre­ve 2 bin 800 işçi katıldı. Yurtiçi ve dışına giden 4 vapur geri döndü ve ayrıca 5 vapur kalkmadı. Grev 1 Kasım'da işçilerin haklarını almalarıyla sonuçlandı.

Bu bölümü, İsmail Cem'in 14 Temmuz 1970 tarihli köşe yazısındaki değerlendirmeyi özetleyerek bitirelim.

İsmail Cem'e göre ülkemiz insanı, birkaç yıldan bu yana sanki "ikili" bir kişilik kazan­mış. Bir yanda, sokak gösterilerinden huzursuz olurken, aynı zamanda asayişsizlikten yakınmakta; diğer yanda ise, kendisini doğrudan ilgilendiren konuda "hemen bayra­ğını kapıp" sokağa dökülmekte; devamı şöyle: "Gerçekten de önceleri, başkasının hakkını korumak amacını güden bu davranışlar, günümüzde, bizzat hak sahipleri ta­rafından benimsenir olmuştur. Ülkeyi derinden etkileyen bir nitelik almıştır."

Yazar, 15-16 Haziran direnişiyle birlikte Karadenizli fındık üreticilerinin eylemlerini mercek altına aldıktan sonra şu yargıya varmakta: "Gerek İstanbul olayları gerekse Karadenizli fındık ürecisinin gösterileri, kendilerini yaratan etkenler açısından, halk kitlelerinin demokratik haklarını korumak ya da genişletmek yolundaki mücadelesi­nin halkalarıdır. İstanbul'da işçiler, işçi haklarını daraltmak amacındaki bir sendika anlayışına karşı çıkmaktadır. Karadenizli üreticiler ise devleti zorlarken, aslında, yeni tavizlere hâkim zümreleri zorlamaktadır."

ilginçtir; İsmail Cem, "sınıf" sözcüğünün yerine "zümre"yi tercih ediyor, "yeni taviz­lere hâkim zümreler" söyleminden anlaşılması gereken ise kendi ifadesiyle "eşraf ve tüccar", biraz daha geliştirirsek sermaye sınıfı oluyor, İsmail Cem, devletin bir bölü­münü temsil eden bürokrasi ile bir dönem koalisyon ortağı "hâkim zümre" işbirliğinin bozulduğunu vurguluyor.

Kısa-kısa

26 Ocak J970; Prof. Necmettin Erbakan'ın lideri olduğu Milli Nizam Par­tisi kuruldu;

7 Şubat 1970; Trabzon'da Karadeniz Teknik Üniversitesi'ni işgal etmek isteyen öğrencilere halk mani oldu;

6 Mart 1970; Sultanahmet İktisadi ve Ticari ilimler Akademisi'nde konfe­rans veren Amerikalı Profesör Wakefielt'e yumurta atıldı ve üzerine un döküldü;

13 Nisan 1970; Ankara'da solcu ve sağcı gençler yine çatıştı.

6 Mayıs 1970; Ilgın'ın Başarılı çiftliğini işgal eden köylüler jandarma ile çatıştılar;

11 Mayıs 1970; Türk-İş Kongresi Erzurum'da toplandı. Kongrede konu­şan eski Çalışma Bakanı Adalet Partili Turgut Toker, 274 ve 275 sayılı yasalarda yapılacak değişikliklerden sonra Türkiye'de TÜRK-İŞ'ten başka konfederasyon kalmayacağını söyledi;

25 Mayıs 1970; Personel Kanunu'nu protesto eden astsubay eşleri ve çocukları Konya'da yürüdü; İstanbul ve Ankara'da polisler ve özellikle Toplum Polisi, Personel Kanunu'na karşı direndi. Toplum Polisi boykot yaptı;

12 Haziran 1970; Sendikalar tasarısı mecliste kabul edildi. DİSK, Sendika Kanunu'nun Anayasa'ya aykırı olduğunu söyledi;

15 Haziran 1970; Sendikalar Kanunu'nda yapılan değişiklik üzerine DİSK direnişe geçti. Kartal'da Ankara asfaltını işçiler kapattı. Trenler durdu­ruldu ve Demirel 'in kardeşinin ortak olduğu Haymak fabrikasının bürosu tahrip edildi. Vilayette gece yarısına kadar toplantı yapıldı;

16 Haziran 1970; Sendikalar Kanunu'na karşı çıkan işçilerin yürüyüşü kanlı oldu. Üç işçi, bir Toplum Polisi öldü. Kadıköy kaymakamlığı tahrip edildi. İşçiler asker ve polisle çatıstılar. 87 kişi yaralandı. Sıkıyönetim ilan edildi;

27 Haziran 1970; Alanya'ya gelen Amerikan 6. Filosu'na bağlı gemiden çıkan denizciler, karada dövüldü;

11 Temmuz 1970; Esnaf ve sanatkârların komünizmi telin mitingi Ankara'da yapıldı;

5 Ağustos 1970; Salihli'de üzüm ve pamuk üreticileri, fiyatları protesto için miting yaptı. Polisi taşa tutanlardan 17 kişi gözaltına alındı;

17 Ekim 1970; Topkapı'da plastik ve kauçuk fabrikasını işçiler işgal etti. Hacettepe Üniversitesi işgal edildi ve üç gün kapatıldı. Ankara'da BAK­KAL boykotu başlatıldı;

23 Kasım 1970; Türkiye, Ortak Pazar geçiş dönemine girdi.

takip eden 70'li yıllarda, 12 Mart darbesi (1971) günlerinde bir süre hız kesse de yukarıda kaydedilen olayların benzerleri yaşandı. Konumuzu, 1970'li yılların tamamın da etkisini gösterecek olan "sosyal demokrat düzen ve sendikacılık" yapılanmasıyla tamamlayalım.

15-16 Haziran olayları, işçi sınıfının bir potansiyel güç olduğunu göstermesinin ardın­dan bu gücü yönlendirme çalışmaları da hızlandı. Bunlardan ilkini, Türk-İş üyesi dört sendikanın başkanları kamuoyuna sundu. Abdullah Baştürk (Genel-iş), İsmail Topkar (Petrol-iş), Feridun Şakir Öğünç (Türk Deniz Ulaş-İş federasyonu) ve Halit Mısırlıoğlu (Yol-İş Federasyonu), 14 Ocak 1971'de oluşturdukları raporu 16-19 Ocak günle­ri Kızılcahamam'da toplanan Türk-İş yönetim kuruluna sundular. Türk-iş'in başında bulunanlar bu hareketi bir yeni parti kurmaya yordular. Ne ki "4'ler Raporu" diye bilinen metnin hazırlayıcıları zaten bir partinin mensubuydu: CHP'liydiler. Türk-İş yöneticilerinin yorumunu yeniden yorumlarsak, bir yeni parti yerine bir yeni CHP'den söz edebiliriz. Zira rapor girişimcileri çalışmalarını sürdürdü ve ortaya Sosyal Demokrat Düzen (Türk işçi Hareketi İçin Sosyal Demokrat Düzen, ilkeler, Amaçlar, Yöntem) adını taşıyan ve "12'ler Raporu" adıyla anılan kapsamlı ürün çıktı. Rapor, 12 Mart yönetiminin balyozcu ortamında 2 Temmuz 1971 günü "Sendika ve Federasyon yöneticileri" tarafından açıklandı. Raporun önsözünde katılımcı olan 12 sendikanın adının ardından "Sosyal Demokrat ideolojiyi, Türk işçi hareketi ve tüm ulusumuz için demokratik kalkınmanın tek geçerli yolu saymaktayız" denilmekteydi.

15-16 Haziran olaylarından sonra eylemlikte geriye çekilen DİSK yöneticileri, 4'ler Raporu karşısında heyecanlanmış olacak ki, rapor metnini teksir ile çoğaltarak dağı­lımını sağlamakla yetiniyor. Sonraki çalışmalara katılıp katılmadığı bilinmiyor. Ancak 12 Mart balyoz yönetiminde Türkiye işçi Partisi'nin kapatılmasıyla elinin rahatladığını hissettiği söylenebilir. 12 Martın ardından 1973 genel seçimlerinde CHP'yi destekle­diğini bildiri ile duyurarak yönünü de açıklamış oluyordu. 12 Mart'ın kendisine karşı yapıldığını söyleyen Bülent Ecevit, CHP genel sekreterliğinden ayrılmakla kalmamış, İsmet Paşa'yı alaşağı ederek CHP Genel Başkanı olmuştu. Bundan böyle Sosyal De­mokrat Düzen siyaseten Ecevit'ten sorulacaktır. Sosyal Demokrat Düzen raporuna imza atan 12 Türk-İş üyesi sendikanın, sonuna kadar raporun ardında durduğu söylenemez. Sadece, CHP'de uzun bir geçmişi olan Abdullah Baştürk, hem CHP milletvekili hem de Genel-İş başkanı sıfatlarıyla, DİSK yönetimiyle dirsek temasını sürdürerek işi sürdürdü.

12 Martın balyozcu yönetimi, kanlı bilançosunun yanı sıra cezaevlerine yolladığı bin­lerce insanla da hatırlanmalı. 1973 seçimlerinin galibi olmasına karşın tek başına iktidar olamayan Ecevit'in koalisyon hükümeti 1974 yılında kısmi af çıkardı. Ancak Anayasa Mahkemesi kısmi olanı eşitlik ilkesini gerekçe göstererek umumileştirdi. Böylece 12 Mart'ın siyasi mahkûmları da serbest kaldılar. Üstelik kamu haklarına da kavuşmuş olarak. Bunun anlamı kapatılan sosyalist partilerin yeniden kurulacağı de­mekti. Nitekim önce TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) ardından da TİP (Türkiye İşçi Partisi) kuruldu, işte hesapta olmayan bu durum, sosyal demokrat hareketin sendika ayağında yeni yolların aranmasına yol açtı.

Aranan yol Fransa'dan ithal edildi: UDC yani ulusal demokratik cephe. DİSK, süreç içinde CHP'yi sonuna kadar desteklese de Ecevit sosyal demokrasisi ile kan bağı ku­rulamadı. DİSK, 1977 seçimlerinde de CHP'yi hem de dişini tırnağına takarak destek­ledi. Yine süreç içinde sosyal demokrat düzenin sendika ayağının mimarı Abdullah Baştürk'ün DİSK yönetimini ele geçirmesi de Ecevit'i tatmin etmedi. Nitekim Ecevit, Almanya örneğinden esinlendiği "Toplumsal Anlaşma" adı verilen metni Türk-İş lideri Halil Tunç'la imzaladı. Anlaşma sendika siyasi parti ilişkilerini belirtiyor olsa da işçi sınıfı için önemli kayıpları içermektedir. Kayıplar, sendikal mücadele ile kazanılmış yönetime katılma gibi sosyal haklardır. Sözü edilen sosyal hakların kazanılmasında Türk-iş'in hiçbir katkısının olmadığı biliniyor. Söz konusu haklar DİSK sendikacılığının dinamik mücadelesiyle kazanılırken Türk-iş ile sözleşme kotaran siyasal iktidarlar tarafından lütfedilmiştir. Aksi durumda Türk-iş kan kaybedecektir, işte Ecevit ile Halil Tunç'un imzaladığı toplumsal anlaşma ile kamu kurumlarında yapılacak toplu iş söz­leşmelerinde hükümetlerin eli güçlendirilmiş olmaktadır.

1973'ten itibaren Türkiye sol hareketinin başat aktörü 73 atılımını gerçekleştiren TKP oldu. Programı TKP'ye göre solda olmasına rağmen 1975'de kurulan 2. TİP sol hareket içerisinde belirleyici olamadı. Dönemsel stratejisini sosyal demokrasi içinde örgütlenmek üzerine kurgulayan dönemin TKP'si, sosyal demokrasiyi sola çekmekten çok kendisi CHP'ciliğe gömüldü. Öyle ki, sendikalarda sahip oldukları gücü devrimci hedeflerden çok CHP'nin parlamenter siyasetine angaje eder hale geldiler. Devrimci demokrasinin gündemi ise faşist provokasyonlara ve kontrgerilla operasyonlarına kar­şı silahlı mücadele ve kurtarılmış mahalle örgütlenmelerinden ibaret kaldı. Neticede ülke 1970'lerin ortasından itibaren adım adım devrimci duruma sürüklenirken, dev-rimcileşen işçi sınıfı kendisini devrime taşıyacak bir öncüden yoksundu.

1970'li yıllarda işçi sınıfı ve emekçiler sürüldükleri sosyal demokrasi bataklığına sap­lanıp kalırken, diğer taraftan önlerine çıkarılan iki yönü tercihe zorlandılar: islami yaşam biçimi ve ırk ayırımına dayalı düzen. Günümüz sosyal demokratları bu iki dere arasında yalpalayıp dururken işçi sınıfımızı ayağa kaldırmak hâlâ komünistlerin om­zunda görev olarak beliriyor.

Türkiye Komünist Partisiİşçi Okulu Eğitim Kitabı Ocak 2012

Bookmark and Share