Türkçe



PDF indir

 

 



ŞIŞECAM İŞÇİLERİ ANLATIYOR



En önce işçiyiz, bunu unutmamalıyız

Topkapı fabrikasını Eskişehir'e taşımayı planlayan Şişecam şirketi işçileri son dakikaya kadar oyaladı ve ardından, onları yeni fabrikada istihdam etmeyeceğini beyan etti. Sonrasında, işçilerin deyişiyle "film koptu". Kristal-İş'e bağlı 420 sendikalı işçi fabrikayı ele geçirdi ve 13 gün sonunda işvereni anlaşmaya zorladı. İstanbul'da kalmak isteyen 130 işçiye tazminatları verildi, 50 geçici işçi Eskişehir'e kadrolu olarak alındı, geri kalanlar ise diğer Şişecam fabrikalarına yatay geçiş hakkını elde etti. Şimdi işçilere kulak verip cam emekçiliğini, direniş sürecini, anlaşmanın artılarını-eksilerini ve mücadelenin geleceğini onlardan dinliyoruz.

Fabrikanın kapanacağını ilk ne zaman duydunuz? İşten çıkarılacağınızı biliyor muydunuz?

Ahmet Uçar: Süreç iki yıl önce başladı. Genel Müdür Ahmet Kırman açıklamıştı basına: "Topkapı-Şişecam 2012 sonu itiba­riyle Eskişehir'e gidecek." Ama bizi mağ­dur etmeyeceğini düşünüyorduk. Ne yazık ki, 20 yıllık işçiyi, hiç emeği yokmuş gibi kapının önüne koydu. Biz de hakkı­mızı almak için direnişe geçtik.

Ahmet Çağıran: Kapanma sürecini bili­yorduk. Bu yüzden, mesela benim çalıştı­ğım mekanik bakımda sayımızı az tuttuk. Emeklilerin yerine yeni işçi almadık. Atölyede 29 kişiydik, şimdi 10 kişiyiz. Zo­runlu yerlerde geçici arkadaşlar aldık. Dört seneye kadar geçici çalışanlar var. Onların da Eskişehir'e gitme umutları vardı. Makineleşme de işimizi çoğalttı. İş yoğunluğundan aramızda yedi arkadaşta bel fıtığı var. Kapanma sürecinde fabri­kayı mağdur etmemek için çok fedakârlık yaptık. Günde 16 saat çalışanlarımız var. Bir ayda 10 gün, 20 gün böyle çalışmak, mesaiye, maddiyata yansısa bile basit bir şey değil. Diğer bölümlerde bizden fazla mesai yapıldı.

Mehmet Uçar: Bu "ailede" şişecam yöne­ticileri de çalışma arkadaşlarımızdı. "Bir an önce sendikamızla oturup işimizi hal­lederler" diyordum. Yaşadıklarımızı ise şuna bağlıyorum: Son dönemde Şişe-cam'da içimizden yetişen arkadaşlarımız üst yönetici olmuyor. Üst düzey yönetici­ler dışardan atanıyor. Daha önce, Şişe-cam'a mesela mühendis olarak girmiş, buradan genel müdürlüğe kadar terfi olmuş insanlar içimizden yetişiyordu. Atamalarla gelenler "aile" yaşantısına ayak uyduramadı. Şişecam'ı başka yerlerle aynı zannettiler. Daha önce taşınan Tek­nik Cam fabrikamızda arkadaşlar sıkıntı çekmeden yatay geçtiler.

Paşabahçe'nin kapanma sürecini hatır­lıyor musunuz?

Maşuk Akmermer: Krizden dolayı 2O02'de kapandı. O zaman da direniş oldu. Her ne kadar farklı bölgelerde olsak da Şişecam kültüründe bir aileyiz. Hepi­miz birbirimizi tanıyoruz. Birbirimizden haberimiz var, akrabalık bağları var. Zaten örgütlüyüz. Oradaki sıkıntı illâ ki senin de sıkıntın.

Özer Kaya: Direniş mayamızda var. Üç-dört yaşında çocuklarımız bile öğrenmiş; sabah kalktığında hemen slogana başlı­yor. Artık evde başka bir şey konuşmuyo­ruz. İki senedir konuştuğumuz tek konu: Yarın işsiz kalabiliriz.

Paşabahçe'deki arkadaşlar direnişin sonucundan memnunlar mıydı?

Kaya: Orada 16 günlük bir direniş sonu­cunda kazanım oldu. Yaklaşık 830 kişi mevcut haklarını koruyarak diğer fabri­kalara dağıldı. Topkapı'ya 40'ın üstünde arkadaş geldi. Biz de bu arkadaşları ku­cakladık. Zaten o direnişten de feyz aldık. Direnişlerle hak kazanıldığı beynimizin bir köşesine kazındı. Bugünkü direnişte de "Paşabahçe direnişi kazanıldı, biz haydi haydi kazanırız" düşüncesi vardı. Paşabahçe'de yaşanan olumsuzlukları yaşamayacağımıza dair umutlarımız vardı. Diyeceksiniz neden? Çünkü Topkapı ACS sürekli kâr eden bir kuruluş. Genel mü­dürümüz Ahmet Kırman'ın basında, Şişe­cam dergisinin her sayısında defalarca bize söyledikleri vardı. Fabrikayı Eskişe­hir'e taşıyacağını, 180 bin ton kapasiteyi ilk etapta 300 bin, 2014'te de 600 bin tona çıkacağını söylüyordu. Paşabahçe kriz­den etkilendiği için kapanmıştı. Oysa kâr eden ve büyüyen bir kuruluş işgücüne ih­tiyaç duyacak. O nedenle, kapı önüne ko­nacağımızı hiç düşünmedik. Bilseydik daha önce üretimden gelen gücümüzü kullanarak haklarımızı alırdık. Ama son saniyeye kadar, üretimi etkileyecek hiç­bir eylemliliğimiz olmadı. Meydancıdan iç hizmetlerdeki arkadaşlarımıza, maki­nistten harmancıya, 420 arkadaşımız öz­veriyle, fabrika sanki kapanmayacakmış gibi çalıştı.

Fabrikanın taşınma planlarıyla ilgili bir talebiniz var mıydı?

Kaya: "Bu böyle olacak" diye projeler üret­medik. Taşınan fabrika büyüyen bir iş­letme. Cam işçisi kolay yetişmiyor. Ayrıca, şirketler yirmi senenin hesabını yapıyor. Sipariş almak zorunda. Eskişehir'deki üre­tim sıfır hatayla, zaman kaybı olmadan gerçekleşmeli. Haliyle eğitimli, işinin ehli işgücü şart. Bu yüzden, "beraber Eskişe­hir'e taşınacağız" diyorduk.

Yani Topkapı'daki işçiler Eskişehir'e git­meyi kabul ediyordu.

Tacettin İnci: Farklı yerlere dağıtılmak gibi bir amacımız yoktu. Ama burası ka­panıyordu; ya tazminatını alacaksın, aile düzenini bozmayacaksın ya da Eskişehir'i kabul edeceksin. Üçüncü seçeneğin yok. Bir sene önceden kafamızda yer etmeye başlamıştı: Fabrika taşınıyor, ben de taşı­nacağım. Sonuçta, ekmeğim İstanbul'daysa İstanbul'da, Eskişehir'deyse Eskişehir'de. Patron değilim ki.

Akmermer: Ailemizin içinde konuştuk. Mesela ben Eskişehir'i daha yakından ta­nımak için dört-beş sefer gittim. Çok sev­dim. İstanbul kopulmayacak bir yer değil. Ekmeğimiz neredeyse oradayız.

Peki neden kapanma böyle oldu?

Akmermer: Hükümetin çıkarmış olduğu yerel yönetimler yasası gereği, İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi'nin aldığı bir karar var: Sanayi İstanbul dışına çıkarıla­cak. Şişecam da sürekli büyüyor. Fabrika­nın konumundan dolayı geliştirmeye imkân yok. Eskişehir'de bir Paşabahçe züccaciye fabrikamız var. Yanındaki boş arsa bize ait. Şişecam yönetimi de hedefi oraya büyütüyoruz dedi. Zarar yok, kriz yok. Maliyetler yüksek değil. Sayın genel müdür Şişecam dergisinde gerekçeyi hep böyle anlatıyor.

Kapanma tarihi ne zaman ilan edildi?

Akmermer: Yasalar gereği bir ay öncesin­den panoya asılması lâzım. 30 Kasım'da asıldı. "İş resmiyete döküldü, taşınma başladı" dedik. Sendikamızın işverenle görüşmeleri olmuştu. Fakat bağlayıcı bir şey yoktu. Sonra, işverenimiz memur sta­tüsünde çalışan arkadaşlarımızı çağırarak "Eskişehir'e gelecek misiniz?" diye birebir sordu. Sadece beyaz yakalı, sendikasız kısım. Bizimle, 420 sendikalıyla, görüş­mediği için "nasılsa biz bir kurumuz, ku­rumla konuşacaklar" diyoruz. İllâ ki masa başına oturulur. Zaman daraldıkça bunun böyle olmadığını gördük. Fabrika aşağı­dan kaynamaya başladı. Eylülde çocuklarımız okula başlıyor. "Ailelerimizi önceden yerleştirelim, sosyal yaşantımızı kuralım" diye düşünüyoruz. Ama baktık, niyetler farklı. Hükümetin çıkarmış ol­duğu bir yasa var. "29 yaş altı istihdamı yarat, beş yıl sigorta primini ben ödeyece­ğim" diyor (6111 sayılı Kanun 74. Madde). İşverenler bundan faydalanmak istedi. Temmuz'da İşkur'dan Eskişehir'de istihdam edilmek üzere 276 personel aldı.

Fakat temmuzda, mağdur edileceğiniz­den, işten çıkarılacağınızdan şüphelen­miyordunuz, öyle mi?

İnci: 270 kişi alıyor ama, ihtiyacı 500-600 kişi. Zannediyoruz ki, biz de çalışacağız.

Her arkadaşımız yanına bir-iki acemi ar­kadaş alacak. On senem var emekliliğe. Normalde iki senem kalmıştı, 8 de yaştan vurdu. On sene arkadaşları yetiştireceğiz. Bizim hesapta hiç olmayacağımız aklımı­zın ucunda yoktu.

Halim Yılmaz: İşveren 270 kişiyi aldığında "Bunları teşvik yasasından faydalanmak için alıyorum, sizi de götüreceğim, siz uzman işçisiniz" demişti.

Akmermer: 30 Kasımda yazı panoya asıldı. İBB'nin aldığı karar doğrultusunda buranın kapanıp taşınacağı, 572 kişinin işine son verileceği yazıyordu. 420 sendi­kalı işçi var. Ama beyaz yakalılar dahil, herkesin 31 Aralık'ta işine son verilecekti.

"Eskişehir'e asgari ücretle gelen gelsin" dedi mi işveren?

Akmermer: İlk başta değil, sonra söy­lendi. Ama 30 Kasım milâttı. 16 senelik iş­çiyim, dünyam yıkıldı. Ağladım. Umutsuzluktan değil. Neticede, emekçi gözüyle baktığın zaman, bir baca sönüyor.

İnci: "Devletten teşvik aldığı için" diyor­duk. Bazı kanunları bilmiyoruz. Niye 572 kişiyi çıkaracağını söylüyor? 420 derdi is­tese. Ama 420 kişi gösterse, bazı işçiler devam ettiği için kapanma olmayacak. "Ayın birinde tekrar işe geri alıyorum" gibi bir film döndürdü orada.

Sendikanın durumdan haberi yok muydu?

İnci: Ben neysem sendika da o. İşveren ona da söylemiyor. Yirmi yılımı vermi­şim. Yanımdaki arkadaşıma "sen gider misin?" diye soruyor. Bana sormuyor. Ça­lışan, üreten, bütün işi bilen benim. So­rulmayan kişi de benim.

Yılmaz: Yeni giren memurlar vardı, onlara yüzde 50 zam yaptılar. Bizim ise işimize son verdiler.

Akmermer: Beyaz yakalı tabir ettiğimiz arkadaşlarla biz bir aileyiz. Beyaz yakalı-sendikalı ayrımı yoktu. Ama kırıldık açık­çası. Bu ayrımcılık niye?

30 Kasım'dan 27 Aralık'a kadar süren direniş sırasında neler yaşandı?

Akmermer: İş saatleri dışında gece gün­düz, işyeri temsilci odası, işyeri baştemsilcisi, Sinan Uçar başkanım, şube başkanı Mürsel Kılıç ve Beykoz'daki genel merkez binamız arasında mekik doku­duk. "Madem işveren böyle diyor, konu­şun, çözün" dedik. Neticede, örgütlü gücümüz var. O rahatlık vardı. Çok sert tartışmalarımız da oldu. Bizim Kristal-

İş'te "söz ve karar tabandan gelir" ilkesi vardır, biat kültürü yoktur.

Neler önerdiniz sendikaya?

Akmermer: "Mevcut haklarımızdan başka bir şey istemeyin, haklarımızı alana kadar her şeye hazırız, çünkü kaybedecek hiçbir şeyimiz yok" dedik. Söz ve karar ta­banda ilkesini uyguladık. Kristal-İş sendi­kalı 11 işletme var. Onlarla görüştük. Facebook'ta Cam sayfamız var; oradan se­simizi duyurmaya çalıştık. Bu arada, işverenin tutumuna rağmen, yüzde 85-95 randımanla çalıştık. Nasılsa kapanıyor diye boş koymadık.

Sendika işverenle yaptığı görüşmeleri size aktarıyor muydu?

İnci: Aktarmasa sendikaya da saldırırdık. Olan bitenle ilgili haberim olması lâzım. Eylemimi ona göre yapmam lâzım. "Sen bana aracılık yapıyorsun. Ne pazarlığı ya­pıyorsun, bu ne lahanadır, ne turşudur?" diye sormayacak mı işçi? Onun için, bilgi­leri harfiyen aktardılar bize.

Bütün işçiler aynı tavrı mı gösterdi, yoksa belli kişiler mi öne çıktı?

Akmermer: 420 sendikalı işçiydik. 50'si iki dönemdir kadro umuduyla çalışan ge­çici arkadaşlarımız. Ama hep birdik. Emekliliğe iki-üç ayı, bir-iki senesi kalmış abilerimiz vardı. Onlar da dahil. Yani kimse "geçiciyim, nasılsa çıkarılacağım" diye kendini köşeye çekmedi. Ahilerimiz "yakında emekliyim nasılsa" demedi. Hep mevcut haklarımızla taşınmamız gerekti­ğini söyledik. Alternatif önerilerimiz de vardı. Hiç yapamıyorsanız, mevcut fab­rika ortalamaları ücretlerde esas alınabi­lir. Ama asgari ücrete razı gelmeyiz.

İnci: Bir senesi kalmış arkadaşım "dilek­çeyi verdim nasılsa, gitmeyeceğim" diye geri çekilmedi, çünkü burada oğlu, kar­deşi, yeğeni var. Bir aile şirketi olduğu için, herkesin bir bağlantısı var. Herkes aile, dost referansıyla işe giriyor. Amcam burada teknisyen; ben onun sayesinde girdim. Kardeşim Bursa-Yenişehir'de.

Akmermer: Biz çalışanlar olaya objektif baktık. Sendikaya "gidemeyecek, düze­nini bozmayacak, emekli olacak ya da 'artık yeter' diyecek arkadaşlarımız var" dedik. "Çoluk çocuğum burada, akrabala­rım burada" diyen var. Bunlara da yüksek tazminat ve prim ödensin, yani herkes güle oynaya ayrılsın, mağduriyet olmasın emekliliği hak etsin. Yaş ortalaması 40-­45. Çocukları çalışan, üniversitede oku­yan var. 50 geçici arkadaş için

"gideceğimiz yerde kadroları alınsın" dedik. Direnişin en mutlu sonucu bence bu. Bütün geçici arkadaşlar kadrolu işe başlayacak. Biz biraz kaybetsek de çok se­vinçliyiz. Bizim kültürümüzde ekmeğe ihanet yoktur. Ekmeğimizi iyi paylaşırız. İnanın, bugün bir kriz olsaydı, açık ve net söylüyorum, durum başka olurdu. Ama adam makinaları taşıyor. Ortam ister iste­mez kaynamaya başlıyor.

Aralık boyunca görüşmelerde işveren geri adım attı mı?

Akmermer: Hayır. Biz tek yumruk olunca, işverenimiz hazırlığını deklare etmeye başladı. 53 sendikalı arkadaşı­mıza mail ve telefonla "sizi ustabaşı ya­pacağım" teklifi götürdü.

Bu arkadaşlar nasıl seçildi?

Akmermer: Altyapı çalışması dört-beş ay öncesinden yapılmış. İşverenimiz son zamanlarda işçilikten, teknisyenlikten ge­lenleri değil, yüksekokul mezunu arkadaşları beyaz yakalı memur olarak işe başlatırdı. Üretim kısımlarından, teknik yerlerden seçildi bu 53 arkadaş. Ama dire­nişimiz kırılmadı. Dün de görüştüm bu arkadaşlarla, hâlâ kadroları verilmemiş. "Memur olacağım, o tarafa geçtim" deme­diler. İşveren ikinci hamlesini, şube yö­netimimizle toplantıda yaptı. "Eskişehir'e gitmek isteyen arkadaşlar varsa, dilekçe versin" diye bir yazı astı. Perşembe öğlen deklare etti. Cuma saat beşe kadar süre verdi. "Ama içlerinden seçeceğim" dedi. Bunu duyunca, kimse başvuruda bulun­madı. Yöneticilerimiz yazıyı kaldırttı. 27 Aralık'ta ise Beşiktaş noteri kanalıyla evle­rimize iş akitlerimizin feshedildiğine dair yazılar gönderildi. Gerekçe fabrikanın ka­panması. Şirketin bizimle bağlarını tama­men kopardığını anladık. Daha düne kadar her gün, "bu işyerinin en değerli varlığı çalışanımızdır" yazısının altından gider gelirdik. O yazı da söküldü. 27 Aralık'tan sonra fabrikayı hiç terk etmedik.

İnci: 28 Aralık'ta üretim durdu. Peki, benim evde ne işim var?

Akmermer: O gün tüm vardiyalar bekle­yişte. Temsilcilik odamızda istişare halin­deyiz. 27'sinde en baba fırınımız, B fırınımız üretimi durdurdu. Fabrikada kalmaya o an karar verdik. Madem böyle bir tutum var, sonuç alıncaya kadar evi­miz burası dedik.

Sendikaya söylediniz mi kararınızı?

Akmermer: Tabii. Baş temsilcimiz, yöne­ticimiz de geldi.

İnci: "Gidin, biz halledelim" diyemez. O da aynı sıkıntıyı yaşıyor.

Akmermer: İlk geceyi geçirdik. İşverenle sendika görüşecek, konuşacak, umutlu­yuz. Çünkü işgücüne ihtiyaç var. Eskişe­hir'e gitmeyecek 135 arkadaşımız teşvikten faydalanmak için dilekçesini verdi, ama onlar da fabrikada kaldı. 28'inde öğleye doğru işverenimiz bacayı tamamen söndürdü.

İnci: Film koptu.

Fabrikada kalmaya başladıktan sonra neler yaptınız?

Akmermer: İşletmeler zaten evimizdi. İş­vereni masaya çekmenin yolları var. Gel­miyor. Sesimizi duyurmamız lâzım. Aslında, ilk eylemimiz 21 Aralık'taydı. Genel merkez organizasyonuyla Mersin, Trakya, Eskişehir, Bursa'daki işletmeler­den arkadaşlarla Kanyon'da, Levent'teki İş kulelerinin önünde buluştuk. Kristal-İş'in örgütlü olduğu bütün yerlerden, emekçi kardeşlerimizden büyük bir katılım oldu. Sendikal Güç Birliği Platformu başkanları, ailelerimiz vardı. "Biz bu şirkete ömrü­müzü verdik" diye slogan attık. İşveren masaya gelmeyince Paşabahçe mağazala­rına gidip eylem yaptık. Çünkü kamuoyu oluşturmamız lâzımdı. Kristal-İş'in tarihi şanlı grev ve direnişlerle doludur. Bizim Topkapı ailesi Paşabahçe'den sonra en eski fabrika. Ambalaj fabrikalarının ninesi-dedesi diyebiliriz. 22-23 senelik işçiler var burada, ben 16 senelik işçiyim. Kavgaların içinde de olduk. Az çok birikimimiz vardı. Kardı kıyametti demedik. Çoluk çocuğu­muzla bu direnişe baş koyduk. Direniş kültürünü geçici işçi statüsündeki arka­daşlarımıza da aşıladık. Özelde cam işçisine, genelde de Türk işçisine, ezilenin ve emeğin sesine ulaşacağız dedik. Son zamanlarda emeğe büyük bir saldırı var. İşçi kıyımları, örgütleniyor diye işten atılan iş­çiler, Tofaş'taki, Hava-İş'teki emekçiler... Bunları biliyorduk. TEKEL işçilerinin dire­nişi kırıldıktan sonra işçi ve emek üze­rinde bir umutsuzluk bulutu vardı. Biz "hem biz kazanacağız, hem de insanlara kazanma kültürünü aşılayacağız" dedik.

İnci: Eşler kaynaştılar, bizi hiç yalnız bı­rakmadılar.

Rahşan Baş: (Hüseyin Baş'ın eşi) Yılbaşı gecesi harikaydı. Eşlerimizle, abileri­mizle, kardeşlerimizle gurur duydum. Ço­cuklarımız o kulelerin önünde bahçede koşarken orası bizimdi.

5 Ocak'ta polisler geldi. Çatıya nasıl çıktınız?

Çağıran: Polisleri ilk ben gördüm. Meka­nik bakımda 23 senedir çalışıyorum. Giresunluyum. Bakımcılar ön kapıdan en arkaya kadar bilir fabrikayı. Hüseyin ör­neğin, bilmez, imalatta olduğu için. İşlet­meye girince ne yapabiliriz dedik? Eski baskılardan çatıya çıkış var. Polis bize en fazla nerede müdahale edemez? Önceden araştırmamız yoktu. Baktık kapıdan girse hepimizi sürüye sürüye götürebilir. 7-8 metre merdiven vardı. Çatıya çıkıp baktık. Burada 10 bin polis gelse bizi çıkartamaz, bunu gördük.

Hüseyin Baş: Kapıların arkasına dayanak ayarladık. Bende yükseklik korkusu var. Çatıya çıkamadım. Kapıyı arkadan kilitle­dim. Polis girerse, ilk önce ben yakalana­cağım. Mandalını hazırladık iç kapının. Ön taraftaki iki kapıyı da ayarladık.

Çağıran: Çıktık çatıya. Baktık çevik kuvvet düşmana saldıracak gibi sıralanıyor. İşte o zaman kendini kaybediyor insan. Sene­lerce vergi vermişsin. Biz o çatılara haksız işten çıkarılmaya karşı, çoluk çocuğumu­zun rızkı için çıktık. Arkadaşları uyardım. "Trapezlere basmayın" diye. Trapezler sac­dan, sağlam gibi görünse de basarsan çöker. Aşağısı nerden baksan 30 metre. Polis de gelse, aynı tehlikeye maruz kala­cak. Çatı olayı planlı değildi, ama bu sa­yede her şey lehimize döndü. Yenişehir, Çayırova fabrikalarından ziyaretler o güne denk geldi.

Yıllardır birbirinizi iyi tanımanız çatı­daki iletişiminize ve birlikte hareket et­menize yardımcı oldu mu?

Çağıran: Yönümüz, hedefimiz bir. Şurada ekmeğimiz var. Hepimiz aynı noktada olduğumuz zaman aynı şeyi bağırabiliyoruz. Üç tane ayrı hedefin olsa çatlak sesler çıkabilir.

Yakup Uçar: Polisi gördüğümüzde "iş, ekmek yoksa barış da yok", ailelerimizi gördüğümüzde "biz bir aileyiz, bizi kimse bölemez", diğer fabrikalardan arkadaşları­mızı görünce "yaşasın işçilerin birliği" diye bağırıyorduk. Polisi görünce "şalter inecek bu iş bitecek" demiyoruz. Genel merkez yöneticimize böyle bağırıyoruz. Karşımızdakine göre atılan sloganlar bun­lar. Hepsi yerli yerinde.

Giray Küçükay: Ben İdari İşler bölü­münde çalışıyorum. 20 gündür mücadele ediyorduk. AKP'ye, CHP'ye, şubeye, mer­keze, gidilmedik yer kalmamıştı.

Akmermer: Sivil toplum örgütleri destek verdi, ama AKP'den inanın bir tane millet­vekili, ilçe başkanı, yönetici bulamadık. Tersine, il binasında polis barikatı vardı.

Ne zaman "tamam artık, çatıdan inebi­liriz" dediniz?

Çağıran: Sendikacılarımız "aileleriniz ge­liyor" dedi. İnmedik. Ruhsal dengemiz bozuk. Kimseye güvenemiyoruz. Polis profesyonel sendikacıya "indirin şunları" diyecek, o da "indiremem" diyemeyecek. Genel başkanımız geldi. "Aileleriniz geli­yor. Yenişehir'den Çayırova'dan gelenler var, sizlerle buluşacak." dedi. İnmedik.

Akmermer: "Polis işletmelerimizi terk edene kadar inmeyeceğiz" dedik.

Hüseyin Baş: Süleyman Çelebi ve baştemsilcimiz sayesinde çözüldü iş.

5 Ocak'ta polis çekilince sorunu hemen çözeceğinizi düşünüyor muydunuz?

Uçar: İnanıyorduk. Çatıya televizyona çı­kalım diye çıkmadık. Ailemizi bu yüzden getirmedik. Üç gün çocuğum hasta yattı. İnanmayanları da ikna ettik. Polisin mü­dahalesi duyulmamızı sağladı. Bize reva gördükleri bir insanın yaşayabileceği standartlarda değil. Zaten sorun bizi sayı olarak görmeleri. Bizi insan yerine koymadılar. "700 lira artı 150 lira, dört bekâr aynı evde kalır" zihniyetiyle mücadele ettik. Ekmek, onur ve şeref kavgasıydı. Akrabam olan polis, "senin burda ne işin var?" dedi. "Bu fabrika bizim, sizin ne işi­niz var?" dedik. Çözülmese çatıdan atla­yanlar da olacaktı. Sabah eve gitmiştim, darbe olduğu gün geri geldim. Bana "aile­lerin yanında dur, aileleri sakinleştirin" dediler. Ailelerin morale ihtiyacı yok ki. "Çatıdan inerlerse kafalarını gözlerini kı­rarız" diyorlar. Polise ilk müdahaleyi onlar yaptı. Polis direnişi gördü. Geri çe­kilmek zorunda kaldı.

Paşabahçe'den gelenler yer aldı mı di­renişte?

Dursun Aydın: Tecrübelerinden yararlan­dık. Bize yol gösterdiler. Onların ikinci kapatmasıydı, biz acemiydik. İşvereni denizde giden gemiye benzetmiştim. Bizi istikametimize götürür diye. Paşabah­çe'den gelen arkadaşlar karşı çıkmıştı. Onlar haklı çıktı. Kendi mücadelemizle kazandık. Paşabahçe'nin direnişi sıra­sında gitmiştim. O sırada biz de zam al­madık. Kristal-İş iyi bir sendika. Dünyada sendikalar işverenin çıkarlarına hizmet ediyor. Bizim sendikada temsilciyi, şube başkanını oyla seçmemizden kaynaklı iş­çinin dediği oluyor. Sendika olmasaydı kazanamazdık. Tamam, kendi çabamızla direnişe geçtik, ama sendikamızın katkısı büyük oldu. Yoksa cephede kazandığını masa başında kaybedebilirsin.

Siz bir eş olarak süreci nasıl yaşadınız?

Rahşan Baş: Başından beri içindeydik. İşçi kardeşimin dediği gibi, "Biz bir aile­yiz" lafta kalmadı. O kadar kaynaştık ki eşler, çocuklar. Kardeşimin üç yaşındaki çocuğu "babama iş bana aş" diyor. Baştan beri kazanacağımıza emindik. Oğlumun öğretmeni "Bu sistemde, bu ülkede başa­ramazsınız, çok umutlanmayın" demişti. Sonra onu aradım, "Sultan Hanım, biz ka­zandık" dedim. 'Televizyonlardan duy­dum, o kadar dik durdunuz ki, gerçekten Türkiye'de bir şeyler değişecek" dedi. Çok hoşuma gitti. Polisi orada gördüğümüzde, eşlerimizi, kardeşlerimizi çatıda gördüğü­müzde çok kötü olduk. Eşlerimiz bunu hak edecek hiçbir şey yapmadı, sadece üretti, şirketi büyüttü. Büyüyen şirketin işçilere bunu yapma hakkı yoktu. Anladı­lar zaten.

Polis geldikten sonra sendikayla işve­ren arasındaki görüşmelere hangi gün başlandı?

Çağıran: Biz psikolojik avantaj sağladığı­mızı zannettik. İşveren o kadar gaddar ki. "Pazartesi görüşme olur" dendi. Pazartesi yok. Salı yok. Çarşamba oldu... Polisten daha sert bir müdahale bekliyorduk. Ka­pılar gevşekti. Polisin gelebileceği yerlere paletler koyduk. Kapıları kaynattık.

Çarşamba görüşmenin olduğunu biliyor muydunuz?

Özer Kaya: Görüşme işverenin kendi tek­lifi değil. Hâlâ hazmedemiyor. Birilerinin baskısıyla imzaları attı. Ama masaya geldiğinde sizin talebiniz belliydi, değil mi?

Kaya: Eskişehir'e, olmazsa diğer fabrika­lara mevcut haklarla yatay geçiş istedik. Sendika bu talebi götürdü. Gördüğümüz kadarıyla, pakette işverenin hazırladığı hiçbir şey yok. Süleyman Çelebi'nin, Kılıçdaroğlu'nun, Tiryakioğulları'nın araya girmesi etkili oldu.

Çağıran: Sendikacılarımız tazminat, 2 bin lira taşınma yardımı istemiş, işveren ma­sadan kalkmaya çalışmış. Sendikacılarımız da kalksaydı, "biz talebinizi götürdük, ama bunlar sizin getirdiğiniz şeyi beğen­mediler" denecekti. Ondan sonra CHP'den ve Süleyman Çelebi'den aldığımız desteği kaybedecektik.

Kaya: Sermayenin televizyon kanalları var. Çıkacaktı işveren ekrana, "şunları ver­dim, adamlar kabul etmedi" diyecekti. Orada biterdik. Şubeler, sendikamız, dışa­rıdan bize yardımcı olan insanlar, hepsi çekilirdi. Bir sene fabrikada yatsak da bir şey olmazdı. Zaten taleplerimiz de hemen hemen karşılandı. Tamam, ücretlerde biraz fedakârlık oldu. Tazminatlarımızı alsak daha rahat olurdu. Çünkü borçsuz insan yok. Biraz rahatlardık. Paşabahçe'de her işe giren sendikaya üye oluyor mu?

Kaya: Eskiden gelen bir geleneğimiz var.

Türkiye şartlarında, görece iyi bir işte çalışıyorsunuz. Ama sizde de hak ka­yıpları var...

Çağıran: 1990'da girdim işe. Şişecam için Anadolu'da 'Türkiye'nin Almanya'sı" denir. O zaman güzel paralar alıyorduk, bugünün 4-5 milyarı gibi. En son noktada bin 800e kadar düştü. On senelik AKP hü­kümetinde maddî kaybımız çok. İki sefer grevimiz ertelendi. Ülke güvenliğine teh­dit diye Ecevit koalisyonu da, AKP hükü­meti de grevlerimizi erteledi. Maaşta 1-1,5 milyar kayıp yaşadık. Parada gizli devalü­asyon da var. Bir de, biz işçiliği unuttuk. Geçmişte abilerimizin mücadelesiyle al­dığı şeylerin üzerine konduk. 1991'de 39 günlük grevim oldu burada. 50 gram yo­ğurt için üç gün greve çıktık. En eskilerde­nim. Benim gibi 10-15 kişi kalmıştır. Geneli 1996'da girmiştir.

Önümüzdeki toplu iş sözleşmesi (TİS) döneminde işçilerin inisiyatif almasını olumlu etkiler mi bu yaşadığınız dire­niş?

Çağıran: Önceliğimiz sendikamız ve işve­renin zamanında yaptığı protokoldeki 53. madde. Protokol yeni fabrikalara Kristal-İş işçilerinin işe giriş ücretiyle (asgari üc­retle) gireceğini söylüyor. Büyük tehdit. Bu mücadeleyle biz bunu sözle kırdık. Şimdi amaç bunu TİS'te yazıya dökmek. Sözleşmeden silmek. Biz artık diğer fabri­kalarda işçiyiz. Topkapı bitti. Bütün fabri­kalarda 53. madde tehdit.

Eskişehir'e gidenler hangi şartlarla gi­diyor?

Çağıran: Oraya gidecek geçici işçi arka­daşların zaten sosyal haklan yoktu. Şimdi kadrolu olarak gittiler. Biz ise çekilecek kurayla, biraz maaş düşüklüğüyle, sosyal haklarımızı koruyarak diğer Şişecam fabrikalarına geçeceğiz. Özetlersek; 53. madde yeni açılan fabrikalarda işe giriş ücretiyle başlatıyor. İşçiler altı yılda kade­meli olarak sosyal haklarına kavuşuyor. Sonra TİS'in parçası oluyorlar... Bu direni­şin bir anlamı olabilmesi için bir sonraki TİS'te 53. maddeyi değiştirmeliyiz. Bunu yapamazsak aynı şeyleri, diğer fabrikalarda, mesela Mersin'de yaşarız.

Mersin'de ne oluyor?

Çağıran: Oradaki züccaciye fabrikamızda da tehlike var. Gebze'de Cam elyafımız var. Şimdi, Eskişehir ve Yenişehir'de üs gibi bir yer kuruyorlar. Belki Mersin'i komple ortadan kaldıracaklar. O da şehir içinde. O yüzden 53. maddeyi mutlaka de­ğiştirmeliyiz.

Son on yılda sendikanın gündelik haya­tınızda nasıl bir yeri vardı? Şubeye gidip gelir miydiniz?

Çağıran: Dürüst olalım, Türkiye'de ve dünyada en büyük kaybımız sendikalar. Kişisel menfaatlerin toplumun menfaat­lerinin önünde tutulması yüzünden bizi

parçalayıp böldüler. İnsanlarımız buna çanak tuttu. Hak edeni getirmedik bir yere. Sırf arkadaşımız diye, iş yapsın yap­masın, bir yere getirdik. Bunlarda boğul­duk. Bu da profesyonel bir direniş değil. En önce kendi sendikamızı ikna etmeye çalıştık. "Yatay geçiş istiyoruz, o protokol denen şeyi kabul etmiyoruz" dedik, şimdi kura çekiminden sonra, diğer fabrikalara yatay geçiş yapacağız. Bunun için genel merkeze kalabalık gittik.

Genel merkezin alternatifi var mıydı?

Çağıran: Mücadele etmeseydik, genel merkezin istediği şey de protokolün deva­mıydı. "Yatay geçiş olmaz" dedi. Bağırış çağırış yaşandı. İşin kolayına kaçtılar. Oradaki insanların kendine ve bize gü­veni olması lâzım. Yine de her şey onlara mâloldu.

"Aşağıdan işçilerin baskısı olmasaydı bu sonuç alınmazdı" diye biliniyor. Sen­dika genel merkezinde "işçiler bizi sü­rükledi" diyorlar.

Çağıran: Evet, onlar da inkâr etmiyor.

Diğer fabrikalarda, benzer direnişlerde yer alacak arkadaşlara ne tavsiye eder­diniz?

Çağıran: Biz amatörce davrandık. Kendi çabalarımızla Ankara'ya gittik. Kılıçdaroğlu'nun yanına çıktık. Baştemsilciyle git­tik. Şube başkanımız yoktu. Esasen onlarla temsil edilmek gerekirdi. Ama­törce davranacaklarsa bizim yaşadığımız şeylerden örnek veririz. Biz yapabilecekle­rimizi günlük planladık. Onların belki ça­tıya çıkmak gibi bir şansı da olmayabilir.

Artık bütün fabrikalarda sözleşme vakti gelmeden önce plan yapacak mısınız?

 

Çağıran: Diğer fabrikalardaki arkadaşlar mücadelenin kazanılmasına bizden çok seviniyor. Çünkü 53. maddenin masaya yatırılacağını biliyorlar artık. Muhakkak ki, biz de gideceğiz fabrikalara. Gerekirse grev kararı alınması lâzım. Bunun için bastıracak insanlar. Bastırmak da zo­runda, çünkü Çayırova, Mersin, Trakya Cam var, 10 sene içinde kapacaklar. Patron net olarak "ben gidiyorum, sizi de almıyo­rum" dedi. Bizi küçümsedi. Ama Cam El­yafta "ziyan ettim" derse, haklılık pozisyonuna giremeyebiliriz, kamuo­yunda zorlanırız. İşverenden hiçbir zaman dost olmaz. Kristal-İş mahkemeyi kazandıktan sonra işverenle beyaz sayfa açtı. Her şey bağrışsız çağrışsız masa ba­şında bitirilecek dediler. Ama sonra sos­yal haklarımız gitmeye başladı.

Ücret dışında hangi haklar kırpıldı?

Engin Özdemir: Tatilin ilk haftası işe gel­diğimizde normal ücret alıyorduk. İkinci hafta yüzde 300 tatil farkı vardı. Bu fark kalktı. İşe giriş ücreti düşürüldü. Bizi kapı dışarı edip aynı kefeye koymak için uğraş­tılar. Oysa 15-20 yıllık işçinin işe giriş üc­retiyle alâkası olmamalıydı.

Çağıran: Ufak ufak çok kayıp oldu; çayı­mız vardı üç ayda bir, yarıya düşürdüler.

Bunlara itiraz eden olmadı mı?

Çağıran: İnsanlan dağıttılar. Sendika za­yıflamış. Sendikacı kayıpları görüp bize sahip çıkmıyorsa, ona oy vermemeliydik. En önce işçiyiz. Biz bilince varamadık, toplumsal menfaati düşünmedik. "Benim adamım, hemşehrim, gelsin de gerisi önemli değil, yarın kardeşim gelirse işe sokmamda fayda olur" dedik. Ama diğer taraftan, kayıplar gittikçe büyüyor. Adam işverenle ortaklaşa al gülüm, ver gülüm. Bunları Topkapı'da da yaşadık, bazı şeyleri hak ettik. Emek davası noktasında uyan­dık. Baktık ki, yılbaşından sonra işsiziz. İşte o zaman işçi olduğumuzu hatırladık. Üç kuruşluk menfaat hesabı seni bu noktalara getiriyor. Daha önce seçimlerimizi doğru yapabilseydik, bu noktalara gelme­den sorunu çözerdik. Diğer fabrikalardaki arkadaşlar aynı şeyi yapmasınlar. Sendi­kayı sendika yapsınlar, işçi olduklarını hatırlasınlar. Hemşehrim olur, Trakyalı olur, MHP'li olur, solcu olur... En önce iş­çiyiz, bunu unutmamamız lâzım.

Gideceğiniz diğer fabrikaları tanıyor musunuz? Bursa'daki fabrika nasıl bir yer mesela?

Çağıran: Yenişehir altı sene önce ku­ruldu. Orada bir sürü akrabam var. Adapte olmak açısından güzel. Ama belki Mersin'e gideceğiz. Hiç bilmediğimiz bir yerde bir yaşantı süreceğiz.

Orada işçilerle ortak hareket edebile­cek misiniz?

Çağıran: Hepsi genç çocuklar. Bize des­teğe geldiler. Onlara da söyledik: Bölün­meyin, parçalanmayın, bölgeciliği, siyasî şeyleri karıştırmayın. Aynı şeyi yaşama­yın. "Üç-dört gruba bölündük" diyorlar. Bölünme profesyonel düşünen sendika­cının da, işverenin de işine yarıyor. Kris­tal-İş'in şahlanışı olması lâzım bizim direnişin. Topkapı'da kaybetseydik, Kris­tal-İş dibe vurmuştu.

 

 

CAM FABRİKASININ ANATOMİSİ

Ekmek yapar gibi

Cam işçiliğinin inceliklerini, kapanan Topkapı fabrikasının köşe bucağını ve vardiyalı çalışmanın külfetlerini işçilerden dinliyoruz.

Hangi bölümde çalışıyorsunuz?

Maşuk Akmermer: 16 senelik işçiyim. 1997'de girdim. Burası bir aile şirketi. Dostlarımız, akra­balarımız sayesinde bu sektöre girdik. 16 yıldır vardiyalı bir şekilde, harman servisinde çalışıyo­rum.

Şişecam'da ürünün yapımının başlangıcından bitimine kadar kaç çeşit iş var?

Akmermer: Camın yapılışını ekmeğin yapılışına benzetirim. Hamuru hazırlanır. Harman servi­siyle başlar. Öncesinde, ana hammadeler, kim­yasallar gelir. Sonra kimyasal değerler ölçülür. Fabrikamızın girişindeki cam araştırmadan gelen reçeteler doğrultusunda harmanı hazırla­rız. Harman camın işlenmemiş halidir. Kum gelir, demir, alüminyum gelir. Harman bütün bunların biraraya gelmesidir. Bizim müşterimiz ise fırınlardır.

Nasıl harmanlıyorsunuz?

Akmermer: Mikserlerimiz, hassas kantarlarımız var. Kimyasal analizler hazırlanır. Biz de bu reçe­teleri uygularız. Mikserde karışım elde edilir, sonra fırınlara gönderilir. 1400-1600 derecelerde ergime noktası sağlandıktan sonra "forhat" kıs­mından, şekil alması için imalat kısmına gider. Fabrikada toplam 13 servis var. Fırındaki arka­daşlarımızın görevi derecelerin kontrolü. 24 saat çok dikkatli takip ederler. En ufak oynama cama etki yapar. Forhat kısmını ise fırınla makinelerin girişi arasında bir oluk gibi düşünün. Cam akış­kandır, biliyorsunuz.

Mekanik bakım bölümü nedir?

Ahmet Çağıran: Bizim atölye "genel bakım" diye geçiyor. Bir koltuğun tekerleğinden, harmandaki makinenin matkabına, su tesisatından kaloriferlere kadar bakıyoruz. Son yıllarda bakım aksadı. Eskiden periyodik bakımlar vardı. 29 kişiydik atölyemde, en son on kişiye düştük. Ama makineler beş yıl bakım garantisiyle alındı­ğından değil; dışarıdan çok nadir bakımcı gelir. Kapanma sürecinde sayımızı düşürdük.

İmalat kısmında ne yapılıyor?

Rıza Ayan: Üretim makinistiyim. 15 yıldır çalışı­yorum. Forhattan çıktıktan sonra cam makineye düşmeden önce bize gelir. Şamut var. Makas­larda üretimin gramajına göre sistem kuruludur. Ben penisilin şişesinde çalışıyorum; 16 gram. Üç damlanın kesilip benim makineme oluklar ve saptırıcılar sayesinde düşmesine kadar geçen süreçten mesulüm. Bunu temiz bir biçimde so­ğutmaya vermek için çaba harcıyoruz.

Akmermer: Kavanozundan, çocuk biberonuna, ilaç şişesinden ambalajına, 700'ün üzerinde çeşit cam üretiyoruz. Makinelerde hangi ürün yapılacaksa o kalıplar takılır. Makineye o işlenir. Kalıplar günde birkaç kez değişir.

Yakup Uçar: Altı yıldır soğutmada çalışıyorum. Penisilinde çalışan bira şişesinde de çalışır. Ama penisilin daha hassas. Hata az olsun diye, bunu yapan arkadaşlar sabit. İçki şişesindeki ufak bir damar idare eder, ama ilaç şişesi hata kabul etmez. Bir soğutma fırınımız var. Bir lav düşü­nün, şekil almış halde geliyor, konvör dediğimiz hareket halindeki soğutma fırınına giriyor. 45 da­kika sonra ürünü biz karşılıyoruz. Elle, gözle ve ölçü aletleriyle kontrolünü yapıyoruz. Aksaklık­ları üretimdeki arkadaşa haber veriyoruz. O derhal müdahale ediyor ve biz de hatalı şişeleri ıskartaya atıyoruz. "Ayna" dediğimiz makinelere girdikten sonra, "kafa" ve "göz" makineleri var. Arıza varsa. Bu makine atıyor şişeleri.

Mehmet Uçar: 26 yıldır yan servislerdeyim. Ma­kinelerimiz sekiz-on kollu. Diyelim B. koldan çıkan şişe arızalı; soğutma sonundaki arkadaş bildirir makiniste. Makinistler gideremezse ayakçı arkadaşlar, o da olmazsa üretim teknisyeni müdahale ediyor.

Yakup Uçar: Bizim yaptığımız kontrolleri imalat­taki arkadaşlar sıcak şişede, ölçü aletleriyle gözle yapıyorlar. Bize şişe soğuk geldiği için daha iyi ya­pabiliyoruz. Hızla 10 şişeyi kontrol edebiliyoruz. Çalıştığım bölüm steril, kapalı bir ortam. Hava­landırması ve basıncı ayarlı. Ben peleme dediği­miz şurup şişelerini paketleme operatörüyüm. Biz torbalarız, bizden ambarlara, oradan müşte­riye gider.

Mehmet Uçar: Bu işlemlerin tamamı havayla ya­pılır. Biz tesisler kısmında kompresör ve kazan dairesini işletiyoruz. Günlük B00-400 ton su kul­lanılıyor. Bunun 200 tona yakını yardımcı tesislerde. Su şartlandırma ve arıtma sistemini de işle­tiyoruz. Hammaddelerin harman dairesine nakli dahil harmandan fırınlara bütün servisler havayla yapılır.

Bu birimlerde bir ustanın yetişmesi ne kadar sürer?

Mehmet Uçar: Ürünler insan sağlığıyla ilgili ol­duğu için arkadaşlarımızın hepsi yaptığı işin bi­lincinde. Üretimdeki bir insan en az beş-altı yılını, yardımcı tesislerde ise iki-üç yılını vermeli. Sürekli yeni makine, mesela kompresör ge­liyor. Eskiden kompresörlerimiz pistonluydu. Şimdi dijital. Onların eğitimini alıyorsun. Sokak­tan bir insanı buraya verme şansınız yok.

Yeni teknoloji insan emeğine olan bağlılığı az­altıyor mu?

Akmermer: Her zaman bunu çalıştıracak bir insan gücü olması lâzım.

Yakup Uçar: Sekiz saatte 100-150 bin penisilin şi­şesi çıkar. Bu makinenin toleransını düşünün. Yüzde 1. Yüz binde çıkacak hatayı düşünün. Bu insan sağlığını direkt etkileyecek bir hata. So­ğutma sonuna geldiğinde insan gözle kontrol ya­pıyor. Kalite kontrol servisi de her saat ayrı kontrol yapar. Ne kadar koyarsan koy, insan ol­madığı sürece makineler zayıf kalır.

Son yirmi yılda makinelerde ne gibi değişiklik­ler oldu? Üretimin hızı mı arttı? Sizin maki­neyle kurduğunuz ilişki nasıl değişti?

Rıza Ayan: Yeni teknoloji değişimler getiriyor. Artık makineyi bilgisayarla kontrol ediyoruz. Şu anda 15 seneliğim, ama bazı gideremediğimiz ha­talar olabiliyor. Teknolojiyle hataları daha az sevi­yeye indirdik. Bilgisayar işimizi rahatlatıyor, ama o bilgisayara kumanda edecek yine bizim emeği­miz.

Mehmet Uçar: Değişimler daha çok soğutma so­nunda. Orada bir eksilme oldu. Yardımcı tesisler­deki bizler daha çok etkilendik. Yeni gelen makinenin beş senelik bakım garantisi var, bakımcı kadrosunu o yüzden iptal ettiler. Biz yedi kişi vardiyacıyız. Her vardiyada bir kazan, bir kompresör mecbur. Üretim makinelerinde bun­ları eksiltme şansın yok. Soğutmada, makine­lerde beş kişi, üçe ya da dörde düştü.

Akmermer: 16 senelik işçiyim, hâlâ eksikleri­miz var. Sürekli teknoloji gelişiyor. Sürekli eğitim alıyoruz. Bir de, 24 saat, geceli gündüzlü vardiyalı sistemde çalışıyoruz. Bayram, seyran yok. Tatil yok. Düşünün, bir insan psikolojisi nasıl kaldırır bunu?

Vardiyalı çalışmak nasıl bir şey?

Maşuk Akmermer: Bir hafta sabah, bir hafta öğlen, bir hafta gece çalışıyoruz. Bununla bera­ber, 8-6 tabir eriğimiz yan servisler var, yardımcı teknik bakımcı. Ama esas, cam işçisi vardiyalıdır.

Rıza Ayan: Hiçbir sosyal yaşantımız yok.

Mehmet Uçan: 4-12 vardiyası mesela. 12'de eve gidiyoruz. Çocuklarımız, eşimiz yatmış. Sabah çocuklarımız okula gitmiş. Saat 4'te biz işe gidi­yoruz, çocuklar okuldan geliyor. Gündüz tüm günümüz ölüyor. Vardiya sistemi bizi çok çabuk yaşlandırıyor.

Vardiyanın alternatifi ne olabilir?

Mehmet Uçar: 365 gün 24 saat çalışan bir iş­letme olduğu için mümkün değil. Bu işi seçerken riski göze aldık. Burada seçme şansı yok. İş olsa da olmasa da fırınlarımız 24 saat çalışmak, o ısıyı korumak zorunda. Bayramlarda çalışmı­yoruz, o zaman da fırını çalıştırıp çıkanları hur­daya atıyoruz.

Akmermer: Fırınları söndürme şansımız yok. Sönen bacayı tekrar yakamazsın. Biter. Bu yüz­den, sosyal hayatımız, misafirliklerimiz yok. Neticede insanız. Tatile dönüşümlü çıkıyoruz. Tatillerimiz nisan ayında başlar, ekim sonunda biter. Defalarca sendikalara haykırdım, bizim iş ağır sanayiye girer. Vardiyalı sistemde yıp­ranma payı adı altında çalışanlara hak veril­mesi lâzım diye.

Yakup Uçar: Eşinizin çalıştığını düşünün; ayda iki hafta eşini göremiyorsun. Gece vardiyası olu­yor, eşin yedide geliyor, sen uyuyorsun. 12'de sen gelince eşin uyumuş oluyor. Sana sabah var­diyası denk gelecek; evde çocuk varsa kim baka­cak? Vardiyalı çalışan kişinin eşi çalışamaz. Yoksa aile düzeni olmuyor. Ayrıca, anatomisin­den dolayı belki, gece insanın uykusu geliyor. İş kazası oram yüksektir gece vardiyasında. Gün içinde komple uyuman lâzım, ama uyuyamıyorsun. Gece herkes yatarken, karanlıkta, sabaha kadar çalışıyorsun.

Rıza Ayan: Buradaki arkadaşların yüzde 95 inin eşleri çalışmıyor. Demek ki, eşlerimiz de bir nevi Şişecam'da çalışıyor. Vardiyalı sistemde ça­lışırmış gibi o da sıkıntı yaşıyor. Rahşan Baş: Çocuklarımız, babaları gececiyse gündüz evde ses yapamazlar. "Aman müzik din­lemeyin" deriz. Komşuluk yok. Çalışma hayatı­mız olamadı, evde, çocuklarımızla biz de vardiyalıydık.

Fabrikadaki ortamınız nasıl?

Mehmet Uçar: Şikâyetçi değiliz. Başka işte de çalışsak aynı zorluklar olacak. Bizim fabrikamız bir aile şirketidir. Birbirimizle yaşamaya alıştık.

Yakup Uçar: Üç yaşında bir çocuğum var. Temiz ve steril biberon, mama, şurup şişesi üretiyoruz. Sadece kendi çocuğum için değil, herkes için. Bebek maması, şurup şişeleri dışarıdan hiçbir mikrop gelmeden paketleniyor. Bundan büyük mutluluk var mı?

Akmermer: İki bölümde yemekhane var. Çay ocağımız var. Servislerimizde çayımızı yapabile­ceğimiz yerler var.

Yakup Uçar: Tabii hepimiz işimizi bırakıp çay ocağında toplanmıyoruz. İmalat ve soğut­mada çayımızı makinemizin başında alırız. Kapalı alan hariç, yeme, içme, cep telefonu yasak. Yemek yarım saat; fazla muhabbet et­meden iş başına dönüyoruz. 8-6 çalışanların molası bir saat.

SÖYLEŞİ: DEMET DİNLER

Express Dergisi Sayı 2013-32

Bookmark and Share

05/12/2024 Bugün395 ziyaret var  Sitede 9 Kişi var  IP:18.97.14.91