Kimi kaşların kalkması, hatta sigortaların atması pahasına, en son söyleyeceğimi başta söyleyeceğim: Hayır, olanaklı değil. Kürt “sorunu” “çözülse” bile değil. Dahası “Demokratikleşme” bugün dünyada herhangi bir yerde, bir ülkede gerçekleştirilebilecek bir düşünce, proje olmaktan çıkmıştır - Artık “tek ülkede demokrasi” olanaklı değildir.
Bugün “Demokratikleşme”, tüm demokratikleşme taleplerini gündeme getiren, gerçekleşmelerini engelleyen koşulların yeniden üretilmesi “işlemlerinin”, “devrimin, içinden devrilmesi” taktiklerinin parçası haline gelmiştir. “Ezilenler” açısından demokratikleşme bugün artık, ezenlerin projelerini desteklemelerini kolaylaştıran bir fantezi olmaktan öte bir anlama sahip değildir.
Bu saptamaları yapmak, günlük haklar ve özgürlükleri genişletme mücadelesinin, Kürtlerin özgürlük taleplerinin, “mikro” direnişlerin, “özgün” (otantik) kimlik, yaşam tarzı arayışlarının, gereksiz, etkisiz olduğunu ileri sürmek değildir.
Bu mücadeleler, insan olarak varoluşun etik gereksinimlerinden (insan haz ilkesinin ötesinde, yaşayabilen bir hayvandır) kaynaklanırlar. Bu mücadeleler hem bireyin bireysel kapasitelerini geliştirmesinin önündeki, “özgürlüğünü” kısıtladığını düşündüğü engelleri kaldırma çabalarının, hem de “demokratikleşme” paradigmasını aşarak sömürüden, toplumun üzerinde, topluma baskı uygulayan bir kurum olarak devletten kurtulmuş olarak yaşayan eşit, özgür bireylerin dünyasını kurma mücadelesinin olmazsa olmaz zeminini oluştururlar.
Bunlar, çok sert, savların mantıksal sonuçlarına ulaştıkları yerde kurulmuş, bu noktada kolaylıkla kendi karşıtlarına dönüşebilecek saptamalar. Bu saptamaların kendi karşıtlarına dönüşmelerinin engellenerek, kullanılabilir bir noktada tutulabilmeleri için bazı önlemler almak, bunları zaman, mekan içine yerleştirmek gerekiyor.
“Demokratikleşme” ve demokrasi üzerine bir anımsatma
“Demokratikleşme”, demokrasinin “az” olduğu bir noktadan “daha fazla” olduğu bir noktaya gidişi anlatan bir süreci betimliyor. Bu yüzden “demokratikleşme” kavramı üzerinde düşünmeye, demokrasiyi düşünerek başlamak gerekiyor.
Öncelikle anımsatmak istediğim şu: Demokrasiyi düşünmeye başlayınca, "demos"un (halkın) egemenliği bağlamında iki seçenekle karşılaşıyoruz [1]. Ya demokrasi bu egemenliğin bir biçimidir, diğer bir deyişle bir devletbiçimidir, ya da insanların özgür (siyasetten[2] kurtulmuş) birliğinin ifadesidir.
İkincisi bildiğiniz gibi “Komünizm” olarak adlandırılan toplumsal durumdur, diğer bir deyişle, devletin ve bir devlet biçimi olarak demokrasinin aşılması anlamına geliyor. Burada demokratikleşme, bir süreç olarak komünizmden başka bir şey değildir. Demos’un içindeki bölünmüşlükleri, sınıfları ve bizzat “demos”u (içerisi/vatandaşlar ve dışarısı/yabancılar, köleler vb., ayrımını) hedef alarak, ortadan kaldırarak ilerler. Günümüzde bu süreç bölünmüşlükleri, sınıfları ve işbölümünü, içerisi ve dışarısı ayrımını hedef aldığında, karşısında, tüm ulusal ekonomileri kendi dinamiklerine, yeniden üretim koşullarına, hegemonik devletler düzenine tabi kılmış, kapitalist-emperyalist sistemi (küresel kapitalizmi) ve parlamenter rejimi bulur[3]. Bu süreçte devlet, bütün devletler, “yapı” ve aşılacak engel kategorisine aittirler [4 ].
Öyleyse “Demokratikleşme” kavramı bu bağlamda işlevini yitirir, yerini bir hareket olarak komünizme bırakır. Demos içindeki ayrımları ortadan kaldırmaya yönelik süreç, mücadele, sürmeye devam etmekle birlikte otonom özelliklerini kaybeder, komünizm sürecinin dinamiklerine (ilkelerine, özelliklerine ve önceliklerine) tabi olur. Bu durum, komünistlerin, aşağıda değineceğim “en iyi devlet biçimine” ulaşmak için çabalayanların kimi taleplerini, “demos”tan dışlananların “demos”a girme mücadelesini desteklemeyecekleri anlamına gelmez [5].
Birincisiyse, demokrasiyi devlet biçimi alarak ele aldığımızdan, bizi en demokratik, dolayısıyla "en iyi devlet biçiminin"[6 ], en demokratik anayasa altında en iyi hukuk devletinin, refah devletinin vb., düşünülmesine doğru yönlendiriyor.
Demokrasiyi bir devlet biçimi bağlamında düşünmeye başlayınca, iyi devletin, iyi bir devlet olabilmesi için, üç alanda egemenliği "iyi" düzenlemesi gerektiğini söyleyebiliriz: Ekonomik alan, ulusal sorun ve haklar, özgürlükler olarak demokrasi. Bu bağlamda, eğer ekonomik bir kriz varsa sorumlusu devlet olacaktır. Devlet, bağlı olduğu ulusu, uluslararası alanda doğru temsil etmeli, bağımsızlığın güvencesi olmalıdır. Üçüncüsü, devlet "demokratik olmak zorunda" oluğunun "bilincinde" olmalıdır. Diğer bir deyişle, hak ve özgürlükler olarak demokrasinin sürekli genişlemesi, evrenselliğini koruması, eşitlik getirici bir süreç olması "iyi devletin" sorumluluğudur. Bu bağlamda, bir topluluğa, dine, etnik özelliğe, bir ırka, kültüre (dile) ve cinse ayrıcalık sağladığı, bu sorunlardan biriyle ilişkilendiği takdirde, devlet demokrasinin evrenselliğini koruyamayacak, soyut vatandaşların eşitliğini, az demokrasiden çok demokrasiye doğru ilerletme sürecinin sorumluluğunu üstlenemeyecektir, "iyi devlet" olamayacaktır.
Günümüzde “iyi devlet” sorunu
Yukarda yaptığım saptamalardan hareketle, “iyi devlet” içinde “demokratikleşme” sürecini iki ölçüte dayanarak izleyebiliriz diye düşünüyorum.
Birinci ölçüt hak ve özgürlükleri sınırlarına ilişkindir. O ki Aristoteles’i andık, yine ondan yararlanırsak, bu hak ve özgürlüklerin dağılımında, zenginlerle yoksulların rejim içindeki göreli durumuna, hangi kesimin haklarının ve devletin onlara sunduğu olanakların genişlemekte olduğuna bakabiliriz. Yoksulların hakları genişliyorsa, demokratikleşme ilerliyor; daralıyorsa rejim, oligarşiye doğru ilerliyor olacaktır.
İkinci ölçüt haklara sahip olanların, bu hakları kullanacak olanaklara sahip olup olmamasıyla ilgilidir. Seyahat özgürlüğü, her isteyenlerin pasaport alma hakkı, eğer bu haklara sahip olanlar bunları kullanacak zamana ve mali kaynaklara sahip değillerse, bu hakların ancak potansiyel olarak var olduğu, gerçekte olmadığı anlamına gelir. Çok geniş bir düşünce ve bilgilenme özgürlüğü yasalara göre var olabilir ama düşünce üretme ve bilgilenme özgürlüğünü kullanmaya olanak verecek eğitim (düşünme ve bilgilenme araçlarını kullanma becerisi) kurumları, ve düşünce üretme araçlarının (basın, salonlar, meydanlar) mülkiyetindeki yoğunlaşma, mekanların düzenlenme biçimi bu hakların yalnızca ufak bir azınlık tarafından kullanılmasına izin veriyor olabilir.
Bu çelişki genel seçimler ve referandumlar sırasında özellikle kendini belli eder, büyük önem kazanır. Sandık başına gidenlerin ulaşabildikleri bilgiler, onlara sunulan “gerçekler”, imajlar vb., bizzat özgürce karar verme sürecini iptal ederek, düşünce özgürlüğünü, bu araçların tekelini elinde tutanların düşüncelerini onaylama özgürlüğüne dönüştürebilir.
Tabii, hakların potansiyel olarak var olması hiç olmamasından iyidir, ama egemen sınıfların, zaman zaman kullanılması olanaklı olmayan hakları dağıtarak kendi iktidarlarını, gerçekte bu hakları kullanılmaz kılan koşulları, kendi ayrıcalıklarını koruyabildiklerini de unutmamak gerekir.
“Haklar” genişlerken bu hakların kullanılmasına olanak sağlayacak kaynakların (gelir ve boş zaman) daralması söz konusu olabilir. Başımızı kaldırıp kapitalizmin tarihine baktığımızda, tam da böyle bir süreçle, özellikle 1970’lerde başlayan yapısal kriz içinde, karşı karşıya olduğumuz görüyoruz.
Bu süreç bir kaç düzeyden birden ilerledi. Birincisi, servetin eşitsiz dağılımının derinleşmesi, sermayenin merkezileşerek yoğunlaşması. Bu Aristoteles’in kitabında bir taraf olarak tanımlanan “zenginler” kategorisine girenlerin sayısının genel nüfusa oranla giderek azalması anlamına geliyor. Ancak, bugün artık zenginlerden öte, “süper zenginlerden” de söz edebiliyoruz[7 ]. Bu kutuplaşma bütün ülkeler için geçerli olmakla birlikte, ülkeler arasında da gözlenebilen bir olgu. Burada, II. Dünya savaşı sonrasında şekillenen “Post colonial” (neo-colonial- bağımlı) devlet olgusuna bakmak yeterli. Bu devletin yapısı, çevre ülkelerin toplumlarının, ekonomilerinin, merkez ülkelerin kullanımına, popüler kültürlerinin ve eğitim sistemlerinin hegemonyacı devletin (ABD) kültür endüstrisine, ürettiği özdeşleşme (kimlik kurmakta kullanıla imajlar ve ünlüler) nesnelerine açık kalmasını garanti edecek biçimde oluştu.
Bu “post colonial” ülkelerin kapitalizmi, kapitalist sınıfları, devlet yöneten, kültür üreten seçkinleri otonomilerini kaybettiler. Soğuk Savaş bağlamında, otonomisini kaybeden kurumlara, orduyu, istihbarat ve güvenlik aygıtlarını da ekleyebiliriz
Bu süreçlerin, kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte hızlandığını gördük. Lafı uzatmadan, IMF programlarını, şirket birleşmelerini, dev bankaları, artan yoksulluk ve işsizliği, neo-liberalizm altına gerçekleşen servet transferini, tasfiye edilen sosyal hakları, kamusal alanı düşünelim yeter. “Terörizme karşı mücadele” bu süreci, sivil hakların hızla daraltılmasına, güvenlik kurumlarının yetkilerinin arttırılmasına, hatta hukukun askıya alınmasına olanak veren yasalar ve uygulamalarla daha da ağırlaştırarak hızlandırdı.
Özetle, bu günün kapitalizminde a) egemen sınıfın çapı hızla daralmaya devam ediyor, b) var olan hakların kullanılmasına olanak sağlayan kaynaklar hızla daralıyor c) haklar ve özgürlükler kısıtlanıyor, d) vatandaşların düşünce oluşturma ve yayma dünyaları giderek daha yakından denetleniyor (internet dahi bu süreçten kurtulamıyor).
Tüm bunlar, kötü kalpli, despot, kültürel gerici insanlar yüzünden değil, “egemen sermayenin” ve onu taşıyan (sayıları gittikçe daralan, ancak giderek artan bir merkezileşme yoluyla ayakta kalabilen) oligarşinin hegemonyasının bu hakları ve özgürlüklerin basıncına dayanamayacak kadar zayıflamış olmasından, muhalefeti, halkın onayını satın alacak kaynakların giderek daralmasından kaynaklanıyor.
Sonuç bugün hem haklarla olanaklar arasındaki uçurum açılıyor hem de haklar giderek daralıyor, bu nedenle, “iyi devlet” paradigması içinde demokratikleşme artık olanaklı görülmüyor. Oligarşinin gücü artarken “politi” yerini olşigarşiye bırakıyor.
Türkiye’de demokratikleşme
Türkiye’de demokrasi eksikliğini, “iyi devlet” yokluğunu burjuva demokratik devrimin yapılmamış, kapitalizmin “çarpık” gelişmiş olmasına bağlamak geleneği var.
Ben bu geleneğin, hem yanlış bir kavramlaştırmaya dayandığını, hem de demokratik haklardaki eksikliklerin gerçek kaynaklarının gizlediğini düşünüyorum. Burjuva demokratik devrim, burjuva sınıfını iktidara getirmek anlamında, tamamlanmıştır, ancak ülkenin özgün koşullarından dolayı bu demokrasinin sınırı çok dar kalmış, giderek daha da daralmıştır. Zaten burjuva devrimlerinin “demokratik” boyutu, yalnızca burjuvazinin hakları açısından gündeme gelir, emekçi sınıfların hakları açısından değil. Hakların bu kesimi emekçi sınıfların kapitalizmle mücadelesinin, kapitalist sınıfı tehdit edebilme kapasitesinin bir ürünü olarak gelişir.
Kapitalizm de çarpık değil, olduğu gibi, kendini önce Osmanlı sosyal formasyonuna, sonrada Cumhuriyet Türkiye’sine uydurarak gelişmiştir. Farklı gelişme yolları da olabilirdi, eğer kapitalist sınıf ve dünya sistemi başka türlü olsaydı... Ancak olmamıştır. Bu yolları düşlemek komünist hareket içinde milliyetçi eğilimlerin ortaya çıkmasına, yaşamasına, gerçekte karşılığı olmayan ittifakların özlenmesine, olmadık tabakalara olmadık, özellikler atfedilmesine, sonuçta can ve zaman kaybına yol açmıştır.
Türkiye’de demokrasi sorununu, egemen sermaye birikim rejiminin gereksinimleri, kısıtlamaları, ülkenin dünya sistemi içindeki yeri ve sınıflar arasındaki dengeler bağlamında düşünmek gerekiyor, eksik kalmış tarihsel süreçlerin tamamlanması bağlamında değil. Hele, ideal biçimleri yarattığı varsayılan “Batı” ülkelerinde, demokrasinin, yukarıda değindiğim süreçler içinde yerini çoktan oligarşiye bırakmış olduğunu, haklar ve özgürlükleri kısıtlayan gelişmelerin hızlandığını düşününce...
O zaman, “Türkiye kapitalizminin demokratikleşme, ‘iyi devlet? projesini taşıyacak özellikleri var mıdır?” sorusuyla karşılaşıyoruz. Yukardaki tartışmaların ışığında bu özelliklerin bu gün var olmadığını, bundan sonra da ön görülebilir bir süre boyunca olamayacağını düşünüyorum. Bugün haklar ve özgürlükler mücadelesi, artık demokratikleşme sürecinin değil kapitalizme karşı mücadele sürecinin parçası haline gelmiştir diye düşünüyorum.
Demokratikleşmeyi engelleyen etkenlerin en büyüğü, diğer etkenleri de kendine tabi kılmış olan etken kapitalizmdir de ondan..
[1] Ancak hemen eklemek gerekir ki “demos”, hepsi vatandaş tanımlaması içine girmekle –yabancılar, antik Yunan sitelerinde köleler hariç- birlikte, bir iş bölümü, mülkiyet ilişkileri, hatta etnik zeminde, gruplara, sınıflara bölünmüş bir insan topluluğudur.
[2] Demos içindeki bölünmeyi koruyan, yönetim, disiplin, cezalandırma işlemleri.
[3] Bu bağlamda, kapitalist dünya sistemi oluştuktan sonra, “demos” un bölünmüşlüklerinin, içerisi dışarısı ayrımının, artık ve giderek daha çok olmak üzere, salt “ulusal” düzeyle sınırlı kalmadığını, tüm kapitalist yaşam dünyası coğrafyası (gezegen) düzeyinde geçerli hale geldiğini de düşünmek gerekiyor.
[4] Badiou’dan aktaran, Bruno Bosteels, “The Leftist Hypothesis: Communism in the Age of Terror”, The Idea of Communism, ed. Costaz Douzinas ve Slavoj Zizek, Verso 2010, içinde sf 51.
[5] Tarihten bir örnek olarak bkz: V.I. Lenin, Komünist Enternasyonal’in İkinci Kongresi’ne sunulan “Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Taslak Tezler” ( 5 Haziran 1920); Kongreye verdiği Raporu (19 Temmuz – 7 Ağustos) Collected Works, 2nd Edition Progress Publishers, Moscow. Cilt 31 sf:144-151.
[6] Burada aklımda, Aristoteles’in Politika eserinin 6. Kitabında girdiği “en iyi demokrasi” tartışması (1317- 1320) 5. Kitaptaki ideal rejim “Politi” (1293a32) kavramı var. Politi oligarşiyle demokrasi arasında bir yerdedir. Aristoteles demokrasiyi “yoksulların, çoğunluğun rejimi” olarak tanımlar.
[7] Bkz: David Rothkopf, Super Class –The Global Elite and The World They Are Making, Little, Brown 2008. Rothkopf bu araştırmasına, 6 milyarlık gezegende 6 bin kişiden söz ediyor... En aşırı örnekler üzerinde yoğunlaşmış olsa da bu çalışma, servetin merkezileşme derecesi hakkında bir fikir veriyor.
Ergin Yıldızoğlu
29/9/2011 Sol Org