Türkiye’de gündelik siyasetin ince kıvrımlarında çeşitli hesapların ve olasılıkların yattığını hep biliyoruz.
Cumhurbaşkanlığı seçimi nasıl seyredecek? Erdoğan köşke çıkarsa partiye kim mukayyet olacak? Gül'ün planları neler olabilir?
Öbür tarafta, suların zaten hiç durulmadığı CHP hangi gelişmelere gebe? Kaybeden starlar olarak Sarıgül-Yavaş ikilisi bundan sonra ne yapar? Bu arada Cemaat köşesine mi sindi, yoksa yeni bir hamle peşinde mi?
Bu yazının konusu, kimileri önemli de olsa bu tür başlıklar değil.
Burada amaçlanan, Türkiye'de siyasetin şu anda seyretmekte olduğu rotaya biraz. yukarıdan bakan ve kısa dönemli gelgitlerin dışında daha kalın çizgiye oturan bir yorum geliştirmeye çalışmak. Neticede, eğer bu bakış ve çizgi ise, gündelik siyaset de beş aşağı beş yukarı bu doğrultuda gelişecektir.
Önce, kapanan ve belki bir daha hiç açılmayacak ya da yeniden açılması hem zaman hem de ciddi altüst oluşlar gerektirecek iki "defterden" söz edelim. Türkiye'de gündelik siyaset üzerinde doğrudan etkileri olacağı için önemlidir.
Kapanan iki defter
Bu defterlerden biri, Türkiye'nin bir yanda ABD diğer yanda da AB ile olan ilişkileridir.
ABD söz konusu olduğunda en başta söylenmesi gereken şudur: Bunların en fazla dillendirildikleri dönemlerde de gerçek karşılıkları olmamış olsa bile, stratejik ittifak" ya da "model ortaklık" gibi defterler artık kapanmıştır. Bunun nedeni, ne ABD'nin Türkiye'yi hepten gözden çıkarmış olması, ne de AKP'nin bu "süper güçle" köprüleri atma kararlılığı taşımasıdır.
AKP'nin Davutoğlu imzalı dış politika çizgisinin kimi özel yönleri ve bu yüzden yaşanan ters düşmeler bir yana, esasen Türkiye'nin içinde bulunduğu bölgenin özel dinamikleri, fazla sayıda özneyi sahneye süren yapısı ve belirsizlikleri de iki taraf arasında her başlıkta dört dörtlük görüş birliği oluşmasına izin vermemektedir. Taraflardan biri (ABD) pragmatisttir ve daha önceki dönemlere göre gözlerini artık başka taraflara da çevirmektedir. Türkiye ise, iş başında hangi sermaye iktidarı olursa olsun bölgeye daha uzun vadeli, çok yönlü ve belirli bir "vizyonla" bakmak zorundadır.
Bu, bir çelişki değil, ama temel bir örtüşmeme durumudur. Kim gelirse gelsin sürecektir ve böyle bir durumda "stratejik ittifaktan" da "model ortaklıktan" da söz etmenin fazla anlamı olmayacaktır.
Bu defter kapanmıştır.
Kapanan defterin önemi ise şuradadır: ABD'nin Türkiye'ye ilişkin, örneğin 12 Eylül 1980'deki gibi ya da 2000'lerin başında AKP'nin parlatılıp öne çıkarılmasında olduğu gibi siyaseti baştan sona yeniden tasarımlayacak "büyük" projeler üretme imkanları azalmıştır.
Aradaki "bağlar" elbette sürecektir; ama birinin diğerini "kadrolu" değil de geçici sözleşmeli personel, bir tür özel "görev gücü" olarak istihdam edeceği koşullarda...
AB ilişkileri ne durumda?
Burada, "tam üyelik" şöyle dursun "imtiyazlı ortaklık" defteri bile kapanmış sayılmalıdır.
Aradan yıllar geçtikten sonra siyasi tarihçilerin bir dönemki Türkiye-AB ilişkilerine bakıp "acaba aralarında bir oyun mu oynuyorlardı" diye meraklanmaları mümkündür. Gerçekten "oyun" gibidir: Biri, kendi içine alma niyeti olmadığı halde diğerine "hadi şu fasılları çalış gel" demekte, diğeri de "ödevimi yapar teslim ederim, ama içeride bildiğimi de okurum" havasında işi idare etmektedir.
Bu iş bittikten, yani defter tamamen kapandıktan sonra iki taraf belki aralarında "kim kimi nerede daha iyi kandırdı" bilançosu yapar. Böyle yaptıklarında AB tarafı "zaten seni almayacaktım, iyi oyaladım" diye üstün çıkmaya çalışırsa, Türkiye de "sen öyle san, tam üyelik beklentisiyle, açılan fasıllarla öyle bir hava yarattım, öyle bir rüzgâr estirdim ki kendi cephemde asıl kârlı çıkan benim" diyebilecektir. AB her şeye rağmen "kandırmada ben üstteyim" iddiasını sürdürürse, AKP "bu işin başına Egemen Bağış gibi birini getirmiş olmam seni ne kadar ciddiye aldığımın göstergesidir" dediğinde diğer tarafın söyleyecek başka sözü kalmayacaktır.
Çok mu önemli?
Pek çok açıdan elbette o kadar önemli değil; ama Türkiye'deki devlet tahkimi, devletin-düzenin otoriterleşmesi ve toplumun zapturapt altına alınması girişimlerinin bundan böyle daha da pervasız biçimde yürütüleceğini göstermesi açısından anlamlıdır.
“Kim kimi daha çok kullandı?" diye sorulursa, siyaseten AKP, AB'yi daha çok kullanmıştır.
Merkez sağ: Kaldı mı?
Kapanan ikinci defter, burjuva siyaset biliminin-teorisinin kavramını kullanacak olursak "merkez sağ" denilen kategoriyle ilgilidir.
Türkiye'de 1950'den başlayarak hangi partinin "merkez sağı" temsil ettiği, daha sonra bu konumdan uzaklaşıp uzaklaşmadığı vb. ayrı bir konudur. Ama şurası bir gerçektir: Bu ülkede sermayenin, siyasetçilerin, sivil-asker bürokrasinin, ilgili akademisyenlerin vb. kafasındaki "merkez sağ" konumun, gerçek yaşamda şöyle ya da böyle bir karşılığı olagelmişti.
Bugünse şu ya da bu partinin kendi kabuk değişiminden, dönüşümünden ve çizgi değiştirmesinden bağımsız olarak ortada "işte burası merkez sağ" denilecek bir boşluk pek kalmamıştır.
Başka bir deyişle, ortada bir sağ, bir de sol vardır; aradaki "gri" tondaki merkez sağ alanı büyük ölçüde erimiştir. Bu nedenle olsa gerek CHP'nin "biraz merkeze doğru kayayım bari" niyetiyle attığı adımlar doğrudan sağa götürmektedir. Çünkü ortada, üzerinde durulacak bir merkez sağ yoktur.
O zaman, Türkiye'de "merkez sağ" defteri de kapanmıştır.
Bir daha açılabilir mi?
Büsbütün imkânsız olmasa bile hayli kuşkuludur. Çünkü bu iş, yeni bir "merkez sağ" parti kurulmasıyla ya da belirli partilerdeki iç süreçlerin bu partileri bulundukları yerlerden "merkez sağa" taşımasıyla gerçekleşecek gibi değildir. Arabayla atların doğru yerlere konulması önemlidir: Merkez sağdaki boşluk, bu çizgide dirayetli siyasetçi çıkmamasından kaynaklanmamaktadır; oluşan boşluğun bizatihi kendisi bu tür "projelere" ve siyasetçilere alan bırakmamaktadır.
Ya "en temeldeki" neden?
En temeldeki neden, "merkez sağ" denilen siyasal kategorinin kendine ancak 1923 Cumhuriyeti zemininde yer bulabilecek olmasıdır. 1923 Cumhuriyeti'nin siyasal yelpaze tasavvuru bir tür "çan eğrisiydi"; eğrinin kabarık ve altta daha büyük alan kaplayan kesiminde merkez sağ ve merkez sol pekâlâ olabilirdi. Ne var ki, Cumhuriyet'in AKP eliyle hızlanan tasfiyesi, çan eğrisinin yerine bir (V) getirmiştir: "Merkez sağ" bu V'nin tabanındaki noktadır. Bu nokta, öyle görece uzun süre durulacak bir nokta değildir; bir süre duranlar ardından V'nin (baktığımız yerden) sol tarafına, yani daha sağa yöneleceklerdir. Aynı noktada "merkez sol" arayanlar ise, böyle bir yer bulamayacaklarından ya öncekiler gibi sağa gidecek ya da V'nin (baktığımız yerden) sağ tarafına, yani sola gideceklerdir.
"Yüzde 70/yüzde 30" denilen ayrım da bir bakıma aynı şeydir; yalnızca V'nin sağdaki (sol) çizgisi şimdilik öbüründen kısa kalmaktadır, o kadar.
Önemi ve anlamı?
Şudur: Eğer 1923 Cumhuriyeti'nin, 1950'den 1980'e uzanan dönemine de razı olunarak yeniden ihyası mümkün değilse, ki hiç mümkün görünmemektedir, iki geleneksel siyasal konum ortadan kalkmış olacaktır: "Merkez sağ" artık kendini tastamam sağda bir yerde tanımlayacak, "merkez sol" diyenler de ya düpedüz sağa iltihak edecek ya da daha önce pek düşünmedikleri ölçüde sola yöneleceklerdir.
Durum, sağda konsolidasyon açısından "tehdit edici" bulunabilir; ama "daha sola" yönelişler için zemin oluşturduğundan bir "sol dinamik" de içermektedir.
"Yönetememe" durumu
Bugünkü durumda, AKP'nin bu ülkeyi yönetmede sorunlar yaşadığı söylendiğinde itirazlar gelebilmektedir: "Ne yönetememesi, işte en son yüzde 44 aldılar, Cemaati hallettiler, Erdoğan Köşk'e çıkacak, daha ne olsun?"
Nereden bakıldığına bağlıdır.
Örneğin, belirli bir yerden bakıldığında, bu kadar oy alan bir iktidarın yaşadığı her pratik sorunu, karşılaştığı her tıkanıklığı bunlara göre yeni bir yasal düzenlemeyle aşmaya çalışması aslında bir "yönetmede zorlanma" durumudur.
Bir siyasi iktidarın başı bugünkü otoritesini yeterli bulmayıp bir de Cumhurbaşkanı olma ve tüm ipleri o mevkiden elinde tutma hesapları yapıyorsa, şu "kuvvetler ayrılığı" denilen şey fiilen ortadan kaldırılmışsa, bunlar kişisel hırs vb. dışında "başka türlü yönetmek mümkün görünmüyor" semptomlarıdır.
Sonra, bir siyasal lider kendi partisine oy vermeyen yüzde 55'lik bir kesimi "marjinal", "gayri milli", "maşa" gibi sıfatlarla tanımlayıp kendi tabanını ancak öyle elinde tutabileceğini düşünüyorsa ve bunun gereklerini yapıyorsa, başka türlü yönetmekte çok zorlanıyor demektir.
"Kutuplaştırma" mı? "Düşman kamplara ayırma" mı?
Evet, bu da bir yönetme tarzıdır; ama aslında yönetmede zorlanmaktan, yönetememekten kaynaklanan bir tarz...
Belki de hepsinden önemlisi şudur: Yüzde 55'in tamamı olmasa bile bu yüzdenin ana gövdesi, Erdoğan'ı ve iktidarını, daha önceki başka iktidarların hiçbirinde olmadığı kadar "dışsal" ve "yabancı" saymakta, bir tür "anomali" olarak , asgari bir meşruiyet bile tanımamaktadır. Bu açıdan bakıldığında Erdoğan bu ülkeyi Menderes, "Milliyetçi Cephe" dönemlerindeki Demirel ve daha sonraki Özal gibi yönetememektedir.
Önemi ve anlamı:
Sermaye sınıfı ve egemenliği için de ciddi bir risktir.
O zaman, gelelim burjuvaziye.
“Adlandırılmak istemeyen sınıf"
Sermaye sınıfı, burjuvazi için böyle denir: Adlandırılmak istemeyen sınıf...
Gerçekten böyledir ve başka bir özelliği daha vardır: Siyasal süreçlerde çok ön planda görünmemek, düşük profil vermek. Şöyle düşünülsün isterler: Ülkeyi yöneten, yönetmeye talip olan birtakım siyasal oluşumlar vardır; bu siyasal oluşumlar, kendileri dâhil toplumun çeşitli kesimlerine eşit mesafede dururlar, gerçi her birine özel hizmetler götürürler, ama neticede (gene kendileri dahil) tüm toplumun, ülkenin çıkarlarını gözetmek zorundadırlar.
Durumun hiç de böyle olmadığı, "adlandırılmak istemeyen sınıfın" aynı zamanda "egemenliğinin görülmesini istemeyen sınıf" olduğu, en azından bizim cenahta bilinmektedir ve burada üzerinde ayrıca durmaya gerek yoktur.
Burasını geçip asıl soruya gelelim: Sermaye sınıfı, Türkiye'nin bugünkü durumundan, kimi belirgin özellikleri buraya kadar özetlenen tablodan memnun mudur?
Bu soruya, sermaye sınıfının kendi içinde birtakım ayrıştırmalara giderek (büyüklük, coğrafya, sektör, dış bağlantı gibi ölçütler açısından) yanıt aramak mümkündür. Ne var ki, "sınıf" diyoruz, bir sınıfın varlığından söz ediyoruz. O zaman, sermayenin çeşitli kesimlerinin kendi tutumlarının toplamından ve bu toplamın ortalamasından hareketle bir "sınıf tavrı" çıkarsamak yerine sınıf olmanın önsellerinden hareket etmek gerekir.
Böyle yapıldığında söylenmesi gerekenler şunlardır:
Bir siyasal iktidarın hukuku fazla zorlaması, bir bütün olarak sermaye sınıfı açısından her zaman risklidir ve AKP iktidarı bunu yapmaktadır.
Bir siyasal iktidarın "toplumu kutuplaştırıcı" fiil ve söylemlerinde aşırıya gitmesi burjuvazi açısından tehlikeli bir eğilimdir ve AKP iktidarı bunu da fazlasıyla yapmaktadır.
Bir siyasal iktidarın dış politika yönelimleri, sonuçta getirebileceği tatlı kârların ötesinde denge bozucu riskler de içeriyorsa ve en önemlisi Türkiye kapitalizminin ayakta kalmasında önemli payı olan merkezlerle ilişkileri zedeleyebilecek özellikler taşıyorsa, sermaye sınıfı adına rahatsız edici bir durumdur.
Bir siyasal iktidarın sınıf içindeki belirli öbekleri özellikle ve tolere edilebilir sınırlar ötesinde ihya etme girişimleri belirgin ise ve üstelik siyasal iktidar kendi kafasında olmayan sermaye kesimlerini bir de "adını koyarak" doğrudan karşısına alıyorsa, ortada çok sakıncalı bir durum vardır.
Özetle, şu ya da bu kesimi bir yana, sermaye sınıfı AKP'nin bugün geldiği noktadan ve izlediği siyasal hattan memnun değildir.
Ama bu memnuniyetsizlik üzerine yapabileceklerinin sınırı vardır.
Çünkü "merkez sağın" buharlaşması, alternatiflerini sınırlamakta, hatta yok etmektedir.
Bir zamanlar koçbaşı olarak kullandığı kurumlar teslim alınmıştır.
Türkiye'de siyaset kurumu, sermaye sınıfı açısından baştan bu yana yol gösterici, ön açıcı ve ihya edici olduğu kadar terbiye edici, müdahaleci ve yeniden düzenleyici olmuştur. Türkiye burjuvazisinin de kabul ve onayıyla... Şimdi burjuvazi, siyaset kurumunun bu özelliklerini uç noktalara taşıyan bir iktidar karşısında "çare" üretememektedir.
"Koca" kabadır, kırıcıdır, maçodur, hotzotçudur; ama dövdüğü gibi sevmesini de bilmektedir ve hiç olmazsa "eve ekmek getirmektedir".
Bu kadar mı?
Şimdilik bu kadar; ama yarın bir gün muhalefet güçlenir, bu arada yeni bir halk hareketlenmesi ortaya çıkarsa, burjuvazinin de profilini yükseltip sahne alacağından kimse kuşku duymamalıdır.
Ama bu kez peşine başkalarını da takma yeteneği çok azalmış olarak...
Solda durum
Solun bugünkü durumunu değerlendireceksek nereden başlamalı?
İsterseniz, önce solun kendi içinde bir ayrıma gidelim: Malum, "sol" geniş bir kavramdır. Genel siyasal literatürde bu kavram, komünist olmayanları, kendilerini şu ya da bu açıdan "sosyalist" saymayanları; ama ilerlemeden, aydınlanmadan yana olanları ve sermayenin emek karşısındaki gücünün en azından belirli sınırlarda tutulmasını savunanları da kapsar.
Şimdi, bu noktada Türkiye açısından kritik denebilecek bir tespite kalkışalım: Türkiye'de sol olarak tanımlanabilecek alan genişlemese, büyümese bile, bu alanın kendi içindeki hareketlilik ve geçişkenlikte dikkat çekici bir artış vardır.
Durumun daha net görülmesi için geçmişle bir karşılaştırmaya gidelim.
1960'lı ve 70'li yıllarda genel olarak solda yer alan belirli kesimler, aynı alandaki başka kesimlere göre kendilerini daha net çizgilerle, daha belirgin farklılaşma noktalarıyla tanımlar ve ayrıştırırdı. "Ortanın solu", "demokratik sol" ve "sosyal demokrasi" böyleydi. Bu siyasal kimlikleri taşıyanlar, yeri ve zamanı geldiğinde (ki çok sık gelirdi) kendi kimliklerini solun "daha aşırı" saydıkları kesimleri karşısında belirli bir özgüvenle ortaya koyabilirlerdi.
Bugün de böyle midir?
Düzen siyasetinde iyice "pişenleri", "çekirdekten CHP'li" olup üst yönetimlerde yer alanları bir yana bırakırsak, orta kuşaklarda, özellikle daha genç ve yeni olanlarda böyle bir duruş pek görülmemektedir. Özellikle "taşra" söz konusu olduğunda, dünün "ben senin gibi değilim" diretmesinin yerini bugün "ben de sosyalistim" deklarasyonları almıştır.
Temelinde üç neden yatmaktadır.
Birincisi: 12 Eylül'le birlikte yaşananlar, bu dönemin ağır baskılarına maruz kalmış ya da her şeyden önce vicdan sahibi "solcuları" birbirine yakınlaştırmıştır. İkincisi: Dünyamızın üzerine çöken neoliberal dalga, "sosyal devlet", "refah devleti" gibi bir dönemin revaçtaki alternatiflerine de alan bırakmamıştır. Daha yakın dönemlerin "üçüncü yolu" ise bugün daha çok Tony Blair'in sahtekârlıklarıyla anılmaktadır. Ve üçüncüsü: Türkiye'de bir zamanların çan eğrisinin şimdi V şeklini alması, "merkez soldan" sağa gidenlerden daha çoğunu sola taşımakta, oraya yakınlaştırmaktadır.
Bize göre çok ciddi bir durum, olgu, daha doğrusu potansiyeldir ve mutlaka yararlanılması gerekir.
"Sol Cephe" mutlaka bu gözle de görülmeli, gereği neyse yapılmalıdır.
Önümüzdeki dönemde genel olarak sol, özel olarak da sosyalist hareket açısından belirleyici önem taşıyacak iki başlıktan söz edilebilir. Bu başlıklardan biri, bugünkü gücü ve etkisiyle sosyalist hareketin görece dışında kalmaktadır ve kendi özel dinamiklerine sahiptir: Sınıf hareketi.
Diğeri ise, sosyalist hareketin söylediklerinden, önerdiklerinden ve eylemlerinden, kısacası sosyalist hareketin performansından etkilenmeye görece daha açık genç-yeni kuşaklar.
İlkinden, "sınıf hareketinden" salt bir Ortodoksluk adına, kitaba uysun, adet yerini bulsun diye söz edilmemektedir.
Gerçekten, Türkiye sosyalist hareketinde 12 Eylül'den günümüze uzanan savrulmalarda, dağınıklıkta, ideolojik-siyasal bocalamalarda, olmadık yerlerden çare arayışlarında sınıf hareketinin zayıflığının özel bir ağırlığı olmuştur. Oysa sınıf hareketinin, özellikle bu hareketin diri ve canlı olduğu uğraklarda, kendi dışına doğru işleyen, ayıklayın, düzleyici ve sadeleştirici bir etkisi vardır. 15-16 Haziran 1970 böyledir; 70'lerin canlı sınıf direnci böyledir ve etkisi fazla uzun sürmese bile 1989 bahar eylemleri de benzer bir etki yaratmıştır.
Sınıf hareketi diyorsak, önümüzdeki dönem için peşin kestirimlerde bulunmak güçtür. Ancak, gene de bugünden rahatlıkla öngörülebilecek olan şudur: Türkiye'de işçi sınıfının ama bir ekonomik krizle ama başka ortamlarda yeni bir hareketlenme ve canlılık dönemine girmesi pek çok parametrede köklü değişikliklere yol açacak, hem genel olarak solun hem de sosyalist hareketin mevcut çabalarına ivme kazandıracak, büyük olasılıkla bir "sıçrama" yaratacaktır.
Böyle bir "sıçrama", solda bugün sık rastlanan "AKP'nin tabanına nasıl hitap edebiliriz" tartışmalarına da bir çekidüzen verecektir. Çünkü canlı bir sınıf hareketinin bu "taban" üzerindeki etkisi, solcuların-sosyalistlerin sonunda ulaştıklarını düşündükleri her tür formül ve icattan çok daha büyük olacaktır.
İkinci başlık ise, ülkenin yeni-genç kuşaklarıyla ilgiliydi.
İsteyen "Haziran gençliği" de diyebilir.
Genel bir toparlama yapacak olursak, sınıf hareketinde olası bir canlanma ve "V eğrisindeki" sola yönelme ile birlikte bu gençlik, solu ve Türkiye sosyalist hareketini yeni bir yükseliş dönemine taşıyabilecek üçüncü önemli öğeyi temsil etmektedir.
İlkelerimiz ve perspektifimiz ("Ortodoksluklarımız" da denebilir) ilk iki öğede fazla sorun yaratacak gibi görünmemektedir. Sonuçta 1990'ların başından bu yana 20 yıl geçmiştir; bir dönemin sihirli sözcüklerle süslenen inkarcılıklarının ve reddiyeciliklerinin esamisi artık fazla okunmamaktadır.
İşin o yanı öyle olsa da, ya yeni kuşaklar?
Angajman (bağlanma) üç kertede tanımlanabilecek ve gerçekleşebilecek bir durumdur: Toplumsal, siyasal ve örgütsel (burada kastedilen siyasi parti -legal ya da illegal- formunda örgütlülüktür). Dar ya da geniş, aralarında her zaman bir açı olmuştur ve üçünün birden aynı anda belirli bir ölçek genişliğinde gerçekleştiği durumlar nadirdir. Örneğin 60'larda başlangıç, toplumsal angajmandır (benim bu ülkeye, bu topluma ve halka karşı bir sorumluluğum var); dönemin özelliği, siyasal angajmanın (bu sorumlulukları yerine getirmemin yolu siyasal etkinliktir) fazla gecikmeden bunun ardından gelmesi, ikisinin daha. sonra daralan bir ölçekte de olsa örgütsel angajmanda buluşmasıdır. 70'ler ise, kimi örneklerde hayli "gevşek" biçimlerde de olsa örgütsel angajman ölçeğini büyütmüştür.
Ya günümüz?
Yeni kuşaklarda, "Haziran gençliğinde" ve onu izleyen örneklerde görülen, ilk kertede (toplumsal angajman) gerçekleşen ciddi bir ölçek büyümesidir ve "12 Eylül dönemi artık kapandı" dedirten de budur.
Gelgelelim, bu toplumsal angajmanla siyasal ve örgütsel angajman kerteleri arasında henüz çok ciddi bir açı bulunduğunu, son ikisinin ilkinin hayli gerisinde kaldığını, Türkiye'de bu anlamda bir "angajman orantısızlığı" yaşandığını kabul etmek durumundayız.
Bu orantısızlık, yalnızca gençlik örgütlerinin, örneğin Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun (FKF) değil, hepimizin sorunudur.
Onu örnek-model alarak, taklit ederek, peşinden giderek elbette değil; ama Türkiye sol-sosyalist hareketi bugün üçlü angajmanın en geniş ölçekte Kürt hareketinde gerçekleştiğini dikkate almalı ve kendi çözüm yollarını araştırmalıdır.
"Kürt hareketi" deyince: Bu yazıda söz konusu harekete yer verilmemiş olması tuhaf ya da kasıtlı görünebilir. Nedeni şudur: Kürt hareketi ya da siyasal, kurgusu farklı olan bir yazının başköşelerinden birine oturtulacak kadar önemlidir; ama Türkiye sol-sosyalist hareketiyle olan mesafesini de bu kurgu-15 sahip bir yazıda yer almayacak kadar açmıştır.
Nedeni bundan ibarettir.
Sonuç
"Sonuç" değil de, onun yerine geçecek bir özetleme yapalım:
•Türkiye, emperyalist odakların özel projelerine ve genel siyaset tasarımlarına görece daha az alan bırakan bir döneme girmiştir. Böyle projeler ve tasarımlar elbette olabilecektir; ama "inandırıcılıkları" azalacak, karşı deşifrasyon ve direnme imkânları artacaktır.
• Bir dönem Türkiye solu üzerinde hayli etkili olabilen "AB üyeliği", bu üyeliğin getireceği demokrasi, kriterler, normlar, standartlar vb. ile mücehhez Türkiye solunun beklenen atılımını yapacağı türü düşünceler artık mazide kalmıştır.
• Sermaye sınıfının, yeni alternatifler allayıp pullama, geniş kesimleri bunlara peşine takma imkânları da düne göre bugün daha sınırlıdır.
• Kim cumhurbaşkanı olursa olsun, bir dahaki seçimlerde ne oy alırsa alsın, AKP’nin bu ülkeyi yönetme alanındaki sorunları, açmazları ve tıkanmaları sürecek, Türkiye bu alanda "huzurlu" ve "dingin" bir döneme giremeyecektir.
• İlk bakışta kafa karışıklıklarına, kavram karmaşalarına vb. yol açıyor gibi görünse de sol cenahtaki yakınsamalar, zaman zaman görülen dil birlikleri ve geçişkenlikler olumludur ve üzerinde özellikle durulması gereken bir potansiyele işaret etmektedir. En azından "merkez sol" artık kolay telaffuz edilemeyecek kadar kadük hale gelmiştir.
• Sessiz ve derinden mi gittiği, patlamaya mı hazırlandığı belli değildir; ama Türkiye'nin sınıf hareketinde ciddi bir canlanmaya tanık olma olasılığı yüksektir. Denildiği gibi, ciddi bir düzleyici ve sadeleştirici etkisi olacaktır.
• Yeni kuşakların "toplumsal angajman" kertesinde önemli bir hamle yapmış olmaları, siyasal ve örgütsel angajman kertelerindeki ciddi eksikliklere karşın son derece önemlidir ve "üzerinden yürünecek" bir zemin sunmaktadır.
Özet budur ve eğer anlamlıysa solun-sosyalist hareketin önündeki öncelikli görevlere de işaret etmektedir.
Metin Çulhaoğlu
Gelenek Dergisi Nisan Mayıs Haziran 2014
Sayfa 13-22