Kapitalist koşullar altında azgelişmiş bir ülkenin kalkınma stratejisinin ne olacağı
sorunu, Türkiye solunun canlı ve dinamik olduğu 1960’larda, en çok tartışılan sorunlardan biriydi. Bir yanda Amerika Birleşik Devletleri tarafından temsil edilen, gelişmiş
Batılı kapitalist ülkeler ve onların emperyalist politikaları diğer yanda Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği tarafından temsil edilen sosyalist blok arasında sıkışmış ülkelerden biri olan Türkiye için kalkınma sorunu, sadece kalkınmaya ilişkin bir sorun olmanın ötesindeydi.
Türkiye, uluslararası konjonktürün soğuk savaş şartlarına göre şekillenmesinin ürettiği krize ek olarak, Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı sosyokültürel ve sosyoekonomik mirası tersyüz ederek bir modernleşme ve kalkınma stratejisi üretmeye çalışmış
ve buna rağmen, toplumsal refahı yükseltecek bir sonuç alamamıştı. Bu nedenle kalkınma sorunu, ekonomik refah sorunu olmanın yanı sıra politik, kültürel içeriklere de
sahip olan bir toplumsallaşma problemi olarak ortaya çıkmıştır.
1917 Ekim Devrimiyle birlikte sosyalizmin, tüm azgelişmiş ülkeler için, güçlü bir
alternatif haline gelmesi, Türkiye’nin kalkınması için sosyalizmin bir teklif olarak sunulması ve sosyalist siyasetin ürettiği imkânların kullanılması birçok açıdan önemlidir. Ancak sosyalist alternatifi istikrarlı bir politik söylem içerisinde taşımak ve bilimsel
sosyalizmin metodolojik tutarlılığıyla gündelik gerçekliği açıklamaya çalışmak, Türkiye
sosyalist solu için önemli bir aşama olarak kabul edilmelidir.
Bu çalışma, Türkiye’deki sosyalist solun önemli isimlerinden biri olan Behice Boran’ın bilim-siyaset alanındaki çalışmalarından hareketle, Türkiye’deki kalkınma sorununa verdiği sosyalizm yanıtıyla ilgilidir. Onun gelişme konusuna odaklandığı asıl ve
ünlü eseri 1971’de yayınlanan Türkiye ve Sosyalizm adlı kitabıdır. Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları ve diğer birçok makalesinde yaptığı çözümlemeler bir boyutuyla tarihsel
diğer boyutuyla sınıfsal analizlere dayanır. Tarihsel çözümlemelerinde kuru bir tarihsel
olay sıralaması, kronolojik bir devamlılıktan daha çok incelediği konunun tarihsel seyir içerisindeki somut değişimlerini ve bunların nedenlerini açıklamayı tercih eder. Bu
*Yalova Üniversitesi, İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Sosyal Hizmet ve Danışmanlık Bölümü, Öğretim Üyesi
çalışma, kapitalist kalkınma modelinin benimsendiği ve ısrarla uygulandığı bir İmparatorluk bakiyesini, sosyolojinin ve bilimsel sosyalizmin sunduğu metodolojik araçlarla
çözümleyen Boran’ın, kapitalist kalkınma modeline itirazı, azgelişmişlik kuramı ve kalkınma stratejisinin politik dayanaklarına yer vermeyi amaçlamaktadır.
Boran, doktora ve doçentlik tezlerinde ve sonrasında siyasetçi olarak gerçekleştirdiği tüm çalışmalarında oldukça disiplinli, gerçekçi, ciddi ve çok boyutlu çözümlemeler
yapabilme becerisini iyi bir sosyolog olarak sahip olduğu metodolojik ve kuramsal birikiminden almaktadır. O nedenle de sosyolog/kuramcı Boran ile siyasetçi Boran iki farklı
alanda ve dönemde sahip olduğu bilim metodoljisi ve sosyolojik birikimini siyasetçi olarak pratiğe geçirme çabası olarak değerlendiren tutarlı bir bilimsel bakıştan söz edilebilir.
Bu makalenin amacı Boran’ın gelişme konusundaki görüşlerini çözümlemek olduğundan sosyolojisini anlamak açısından önceki çalışmalarına yer verilse de esas olarak siyasetçi olduğu dönemde gerçekleştirildiği çalışmalar üzerinden tartışmalar yürütülecektir.
1.1. Behice Boran’ın Akademik Yaşamı
Behice Sadık Boran (1910-1987) 1890’larda Kazan’dan Bursa’ya göç tahıl ticareti
yapan Sadık Bey ile Mahire Hanım’ın kızı olarak 1910’da Bursa’da doğdu. Ortaöğrenimini Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde, yükseköğrenimini Amerika’da Michigan
Üniversitesi (ABD) tamamladı. Ülkeye döndüğünde sosyoloji öğretmenliği yaptı. 1939
yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) Sosyoloji Bölümü’ne
doçent olarak atandı. 1948 yılında kürsülerin kaldırılması nedeniyle öğretim üyeliğinden ayrılmak zorunda kaldı.1
Boran, Türkiye’deki sosyoloji literatürüne olduğu kadar politik alana da entelektüel
katkıları olan bir bilim ve siyaset insanıdır. Behice Boran’ın Türkiye’deki sosyoloji birikimine yapmış olduğu katkı, Hayriye Erbaş’ın (2010) ifadesiyle, “Türkiye’nin sorunlarına ve dolayısıyla da alana yönelik bir sosyoloji anlayışı”nı içermesi bakımından kendi
döneminin ilerisindedir. Boran’ın bilim pratiği sayesinde Türkiye’deki sosyoloji, masa
başı sosyolojisinden “doğrudan somut olana ve kendi gerçekliğimize, Türkiye gerçekliğine
yönelik bir sosyoloji anlayışına dönüşmüştür”.
1 1950 yılında kurucusu ve başkanı olduğu Barışseverler Cemiyeti’nin yayınladığı Kore Savaşı’na
karşı bir bildiriden dolayı 15 ay hapis cezası alır. Türkiye Komünist Partisi ile ilgili davadan da
1953 yılında 3 ay tutuklu kalır. Türkiye İşçi Partisi’ne 1962’de üye olan Boran, 1965 seçimlerinde Urfa’dan milletvekili seçilerek parlamentoya girer ve birkaç dönem Avrupa Parlamentosu’nda
Türkiye’yi temsil eder. Parti içerisinde Genel Başkan Mehmet Ali Aybar’a karşı tavır alan Behice
Boran, TİP’in 1970 yılındaki 4. Kurultayı’nda -pek çok alanda ilk olduğu gibi- Türkiye’de ilk kadın
Genel Başkan olarak seçilir. 12 Mart’tan sonra tutuklanarak 15 yıl hüküm giyen Boran 1974’de af
yasasında yapılan düzenleme ile serbest bırakılır. Daha sonra yeniden kurulan TİP’in başına geçer.
Parti içindeki görüş ayrılıkları ve hizipleşmeler yeni dönemde de varlığını sürdürür. 12 Eylül 1980
darbesinden sonra partinin kapatılması üzerine Behice Boran yurtdışına çıkar. Yurtdışında iken
TKP ile TİP’in birleşmesi çalışmalarında yer alır. İki partinin yetkili kurullarının birleşme kararını
açıklamalarından iki gün sonra, 1 Ekim 1987’de Belçika/Bürüksel’de yaşamını yitiren Boran’ın cenazesi Türkiye’ye getirilir ve TBMM’de düzenlenen bir törenle toprağa verilir.
DTCF Çevresi 91
92 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
1.2. Çalışma Alanları ve Metodolojisi
Boran’ın bilimsel yaklaşımı tarihsel süreç içerisinde tutarlı biçimde şekillenen bir
yaklaşımdı. Pozitivizmin, bilimsel paradigma olarak, en güçlü olduğu dönemlerde
eğitim gören Boran, Marksizm ile tanıştıktan kısa bir süre sonra, pozitivizmi içeren
bir Marksist metodoloji benimsedi. Boran’ın akademik yaşamı içerisinde Marksizm’i
benimsemesi, burjuva bilim anlayışından koparak bilim – siyaset ayrımını ortadan
kaldıran bir perspektifi benimsemesini sağladı. Böylelikle gerek bilimi gerekse siyaseti, toplumsal bütünlüğün parçaları olarak değerlendiren bir metodolojiyi kullandı. Bu
yaklaşım sosyalist siyaseti, aynı zamanda sosyolojik bir çerçevede analiz etmesini ve siyaset–toplum ilişkisini pragmatizmden uzak bir toplumculukla inşa etmesini sağladı. Bu
açıdan bakıldığında, Boran’ın toplumsal yapı ve toplumsal değişim konuları çerçevesinde yapmış olduğu araştırmalar kendi dönemi içerisinde ufuk açıcı çalışmalar olarak
değerlendirilebilir.
Sosyolojik ilgisi toplumsal yapı ve toplumsal değişim konuları çerçevesinde şekillenen Boran2
(1939/2010a: 43-166), Michigan Üniversitesi’nde hazırladığı “Bir Mesleki Mobilite İncelemesi” isimli doktora tezi ile Amerikan toplumunun yapısal işleyişini
çözümledi. Daha sonra Türkiye’ye döndü ve 1941- ve 1942 yıllarında 8 ova ve 5 dağ
köyü olmak üzere 13 köyde Manisa’da gerçekleştirdiği ve 1945 yılında kitaplaştırdığı
çalışması ile toplumsal yapı ve toplumsal değişim olgularını Türkiye gerçeğinde göstermeye çalıştı. Boran’ın alanda öncü bir çalışma olan, dağ ve ova köylerini karşılaştırdığı
Toplumsal Yapı Araştırmaları – İki Köy Çeşidinin Mukayeseli Tetkiki adlı bu çalışması,
bugün bile önemini korumaktadır.
1938 yılında Amerika’daki sosyoloji doktorasının tamamladıktan sonra, henüz bilimsel perspektifi yeteri kadar olgunlaşmamış, yirmi dokuz yaşında bir genç kadın olarak (Mumcu, 1995: 28), Ankara Üniversitesi, Dil, Tarih ve Coğrafya Fakültesi’nde
göreve başlayan Boran’ın akademik yaşamı ve çalışmaları, politik yaşamı nedeniyle uzun
süre gölgede kaldı.
1939-1948 yılları arasında DTCF’de öğretim üyeliği yapan Boran, Türkiye’deki
sosyolojinin konumuyla ilgili tartışmalara 1943 yılında yazdığı bir makaleyle katıldı.
Sosyoloji Anlayışında İkilik isimli makalenin amacı, sosyolojinin bir bilim olup olmaması
konusundaki tartışmaları çözümleyerek aşmak ve sosyolojiyi, doğa bilimlerine benzer
2 Behice Boran’ın yazdığı yazıların önemli bir kısmına başta Ankara Üniversitesi kapsamındaki
fakülteler olmak üzere çeşitli kütüphanelerin aracılığıyla ulaşılmıştır. Ancak yakın bir zamanda
Nihat Sargın tarafından yayına hazırlanan ve TÜSTAV tarafından 3 cilt olarak basılan Behice Boran: Yazılar, Konuşmalar, Söyleşiler, Savunmalar isimli özverili arşiv sayesinde çalışma son haline
getirilmiştir. Metin içerisinde Behice Boran’ın yazdıklarına atıf yapıldığında hem orijinal kaynağın
tarihi hem de TÜSTAV tarafından yayınlanan Behice Boran eserindeki yeri ve sayfası verilmiştir.
Kaynakçada ise sadece TÜSTAV tarafından yayınlanan Behice Boran eserindeki yeri verilmiştir. Bu
arşiv niteliğindeki önemli esere ulaşmamızı sağlayan, TÜSTAV emekçisi Abdurrahman Atalay’a
ayrıca teşekkür ederiz.
DTCF Çevresi 93
biçimde, bilimsel geçerliliği olan bir disiplin olarak savunmaktı. Bir yandan “sosyoloji
bir bilim değildir” iddiası, diğer yandan sosyolojinin toplumsal gerçekliği idealist bir
tarza kavramasını eleştiren Boran (1943/2010b: 299-302) “[…] insan âleminde kıymetlerin mevcudiyeti ve bunların tetkik edilmesi zarureti, sosyal bilimlerde müsbet bilim
metodundan başka bir metodun kullanılmasını icap ettirmez” diyerek sosyal bilimcinin
pozitivizmle kurması gereken ilişkiyi netleştirmeye çalıştı. 3
“Manevi” olarak ifade ettiği
toplumsal-insani değerlerin maddi koşulları belirlediği tezini ve bunun temsilcilerinden
biri olarak gördüğü Weber’i eleştirerek “sosyal kıymetlerin bilinmesi diğer olayların bilinmesinden farklı değildir. […] insan hareketlerini izah için başvurulan kıymetler kendileri
izaha muhtaç olaylardır ve bunların izahı fertlerin dışına çıkıp cemiyetteki reel münasebetler sistemini, cemiyet yapısını tetkik ederek” anlaşılmalıdır, görüşünü savundu.
Boran’ın bu çıkışı, 1940’lı yıllarda Türkiye’deki egemen sosyal bilim anlayışı ile Boran’ın sosyoloji anlayışı arasındaki farkın neler olacağına ilişkin ilk izleri ortaya çıkarttı.
Aynı makalenin son paragrafında “[S]osyoloji müsbet bir bilim olabilir mi, olamaz mı münakaşası devam ede dursun, bu suale kati cevabı bilfiil bu metodun sosyal olaylara tatbiki
verecektir. Bilimde mesele her zaman isbat veya cerh yoluyla halledilemez. Çok defa, bilimin
gelişmesi, araştırmalarının aldığı istikamet, bazı meselelerin yanlış vazedildiğini, hakikaten
varit olmadığını gösterir” (Boran, 1943/2010b: 303) diyerek sosyolojiyi, toplumsal olanı
birçok boyutuyla açıklayacak potansiyele ve kudrete sahip bir bilim olarak savundu.
Aynı yıl, Sosyoloji Anlayışında İkilik makalesinden önce yayımladığı, Sosyal Evrim
Meselesi isimli bir makalede sosyolojinin bir başka tartışması olan toplumsal evrim konusuna eğilir. Boran’a göre (1943/2010c: 279-284) on dokuzuncu yüzyılda yaşanan
hızlı değişimler “değişim” olgusunun yeniden değerlendirilmesini gerekli kılmaktadır.
Bu açıdan bakıldığında toplumsal evrim/tekamül aslında toplumsal değişmenin bir parçası ya da türevi olarak anlaşılmalıdır. Boran’a göre sosyolojideki evrim tartışmaları,
genel toplumsal faktörler ve sosyal bilimcilerin evrim konusunu anlamadaki yetersizlikleri ve aynı zamanda yirminci yüzyılda –I. ve II. Dünya Savaşları gibi- yaşanan olumsuz
gelişmeler nedeniyle geçerliliğini ve etkisini yitirmiştir. Oysa yapılması gereken, tıpkı
biyolojide olduğu gibi, toplumsal evrim yaklaşımını daha da geçerli hale getirmenin
yollarını aramaktır.
Boran evrim kavramı konusundaki yanılgıları kısaca özetledikten sonra sosyolojinin evrim kavramını nasıl ele alması gerektiğine ilişkin yaklaşımını sunar. Boran
(1943/2010c: 279-284) açısından evrim “sosyal değişme” ve “sosyal süreç” kavramlarının
açılımı ve yeniden düzenlenmesidir. Sosyal evrimde asıl vurgu yapılması gereken husus insan-doğa ilişkisidir. İnsan–doğa ilişkisinin sonucu, “alet” kullanan bir tür olarak
insanın ortaya çıkmasıdır. Bir anlamda teknolojik indirgemecilik içeren bu yaklaşım
3 Ancak bunu yaparken Boran doğal ve sosyal gerçekliğin aynı olduğu biçimindeki kaba pozitivizme
düşmeden sosyal bilimlerde bilimsel metodolojiyi savunmaktaydı. Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için Erbaş, 2015’e bakılabilir.
94 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
(Atılgan, 2007a: 121) Boran açısından toplumsal evrimi, insan-doğa arasındaki sürekli
karşılaşmanın zorunlu bir sonucu olarak değerlendirildiğini göstermektedir:
[…] insanlarda, tabiatla insan münasebetlerine bir üçüncü unsur, uzviyet-dışı bir
vasıta -alet- müdahale eder. Tabiatı işletme faaliyetlerinde vasıta olan alet, değişen ve
teraküm eden [biriken], inkişaf gösteren bir faktördür. Şu halde, insan sosyal âleminde öyle bir olayla karşılaşıyoruz ki bu olay, ‘evrim’ diyebileceğimiz çeşitten bir değişme
gösteriyor. Teknikte tekâmül olduğunu söylemek, sübjektif, itibari kıymet hükümlerine dayanmaz; bu ilerleyiş objektif, müşahede ve mukayese edilebilir, hattâ ölçülebilir,
bir olaydır.
İşte, insan münasebetleri sistemlerinin en mühim, esas bir kısmı böyle artan bir
miyara [ölçüye] göre değişen, bir istikamet üzerinde değişen, bir faktöre dayandığı
içindir ki insan cemiyetlerinde, tabiatla münasebetler bakımından evrim vardır
diyebiliriz. Teknik -aletler, usuller ve aletlere tatbik edilen enerji çeşidi- tabiatı
işletme faaliyetlerinde vasıtadır; bu vasıtanın etkiliği (müessiriyet-éfficacité) artmıştır;
insanlar tabiatı kendi ihtiyaçları için işletme işinde daha hünerli, daha verimli, tabiata
daha hâkim bir vaziyete gelmişlerdir. Tabiatı işletme faaliyetleri böyle inkişaf edince,
bu faaliyetlerden insanlar arasında doğan münasebetler sistemleri de, iş bölümü,
mülkiyet münasebetleri, istihsal organizasyonu -kısacası ekolojik münasebetler sistemi
de- değişmiştir (Boran, 1943/2010c: 282).
Toplumların evrimini kabul etmenin bir çeşit kadercilik, kırılamaz ya da içinden
çıkılamaz bir döngü, toplumun kendi varoluşunun dışında bir takım etkenlerle belirli
bir yöne zorlanması anlamına gelip gelmeyeceğini soruşturan Boran (1943/2010c: 283)
insanın doğa karşısındaki becerisini vurgulayarak böyle bir kaderciliği reddeder. Bunun
yerine metodolojik bir prensip olarak herhangi bir toplumun yapıp-etmeleriyle ürettikleri pratiğe vurgu yapar. İçinde insan pratiğinin bulunduğu ve bu pratiğin sürecin içinde
etki gücünün olduğu bir evrimci paradigmayı açıklamaya çalışır. Ona göre ulaşılan yer
zorunlu bir evrimsel mekanizmanın sonucu olarak değil o yere ulaşılmasını sağlayan
pratiklerin ürünüdür.
Behice Boran’ın 1945 yılında iki akademik yayını yayımlanır. İş Bölümü ve Kadının
Sosyal Mevkii isimli makalesinde Boran (1945/2010d: 381-388) kadın emeğini sorunsallaştırır. Kadının üretime katıldığı ve ekonomik açıdan refaha erişmiş olan toplumlardaki kadınlık statüsünün yükseldiğini tartışan Boran için kadının üretime katılmasının
sosyal statüyü arttırdığını söylemek pek mümkün değildir. Kadın ve erkek arasındaki
tahakküm ilişkisinin kadınlık rolü ile ilişkisini çözümleyen Boran, ekonomik bir birim
olarak ailenin, erkeğin hakim rolünü yeniden ürettiğini öne sürmektedir.
Ancak Boran’ın Türkiye’deki sosyolojik düşünceye en önemli katkılarından biri olarak kabul edilen, 1941 ve 1942 yılları arasında Manisa köyleri üzerine yaptığı ve 1945
DTCF Çevresi 95
yılında yayımladığı Toplumsal Yapı Araştırmaları isimli çalışmasıdır. Türkiye’deki sosyoloji araştırmaları için öncü bir çalışma olduğu kabul edilen (Atılgan, 2007a: 132,
Akbolat, 2008: 827; Erbaş, 2015) Toplumsal Yapı Araştırmaları’nın Problem ve Metod
başlığını koyması ve “…bu tetkik, umumiyetle anlaşıldığı şekilde bir ‘köy’ tetkiki değildir.
İncelemek, aydınlatmak istediğimiz konu, bir köydeki hayat şartları ve tarzı değil, sosyolojik
bir problemdir” ve “Her tetkik, metodolojik bir görüşten hareket eder, daha doğrusu etmesi lâzım gelir; tetkikin verimli ve neticelerinin doğru olup olmaması dayandığı metodun
sıhhatine bağlıdır” (1945: 1) biçimindeki açıklamaları Boran’ın metodolojiye verdiği
önemi ve sosyolojik arayışını ve merakını göstermektedir. Boran bir yandan Durkheim
sosyolojisi ve onun üzerinden Gökalpçı sosyolojiyi eleştirirken diğer yandan kuramla
hareket eden ancak alanla kuramı buluşturan tarzda bir sosyoloji anlayışının gerekliliğini öne çıkarır. Boran’ın çalışmadaki hedefi kapitalizmin köylere girişinin toplumsal
yapıya etkilerini ekonomik yapı ve çevresel/iklimsel konumlarda farklı yapılar üzerinden
ortaya çıkartmaktı. Bunu yaparken, bu sürecin iki köy grubu üzerinde ne tür sosyal yapı
farklarına neden olduğunu, hayatın diğer yönlerinde bu farkların nasıl görüntülendiğini
somut alanda ayrıntılı biçimde anlamak ve açıklamaktı.
Boran’ın, 1947 yılının Ocak ayında, üniversitelerde cadı avının doruğa ulaştığı bir
dönemde, American Journal of Sociology’de Sociology in Retrospect4
[Geriye Dönüp Baktığımızda Sosyoloji] isimli bir makalesi yayımlanır. Boran (1947/2010e: 429-439) bu
makalede sosyoloji ile Marksizm arasında güçlü bir ilişki kurmakta ve Marksizm’e mesafeli duran sosyolojik yaklaşımları zımnen Marksizmin diyalektik kavrayışa çağırmaktadır. 5
Türkiye’de 1930’larda başlayan ve yükselen milliyetçilik, abartılı komünizm tehdidi,
CHP’nin toplumsal siyaseti kısırlaştırması gibi süreçlerle birlikte ortaya çıkan toplumsal
gerilimden etkilenen isimlerden biri de Boran’dı. Kimi akademisyenler ve bürokratlar
tarafından komünist olmak ve komünizm propagandası yapmakla suçlandı. Suçlamalar
tehditlere, hatta doğrudan şiddete dönüştü ve 1948 yılında üniversiteden uzaklaştırıldı.
Kurtuluş Kayalı (2001: 155-165) 1940’lı yılların sonlarında, Ankara Üniversitesi, Dil,
Tarih ve Coğrafya Fakültesinden uzaklaştırılan Behice Boran ve arkadaşlarının uzaklaştırılma nedenlerinin bilimsel çalışmalarında ortaya çıkan yeni yaklaşımlarla ilgili olduğunu ifade eder. Kayalı’ya göre sosyolojinin sosyalizmle eşanlamlı olarak algılandığı bir
siyasal atmosferde Boran’ın sosyolojik yaklaşımı bilimsel tartışmaların konusu olmaktan
çok siyasi yaptırımların nedeni haline gelmişti.
4 Orijinal metin için bkz: http://www.jstor.org/stable/2771459 (Erişim tarihi:17/05/2010).
5 Bu konuda ayrıntılı bir değerlendirme için Erbaş, 2015’e bakılabilir.
96 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
Boran üniversiteden uzaklaştırıldıktan sonra önce Türkiye Komünist Partisi (TKP)
ve daha sonra uzun yıllar içerisinde siyaset yapacağı Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katılır.
Soruşturmalara ve kovuşturmalara uğrayan, cezaevlerine atılan, parti başkanlığı ve milletvekilliği yapan ve 12 Eylül 1980 darbesiyle, 70 yaşında, Belçika’ya gitmek zorunda
kalan Boran’ın, bir sosyolog ve Marksist kuramcı olarak yaptığı çözümlemeler, Türkiye’deki akademik ve politik düşünceye önemli katkılar sunmaya devam etmektedir.
2. AZGELİŞMİŞ KALKINMA VE SOSYALİZMİN KAPSAMI
Boran, ilk baskısı 1968 yılında yayımlanan Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları (1992)
kitabında kalkınma konusundaki düşüncelerini sistematik bir biçimde ifade eder. Türkiye’nin kendine özgü tarihsel tecrübelerini bilimsel sosyalizmin kavramlarıyla çözümleyen Boran, bir yandan Türkiye’nin kapitalistleşme sürecini çözümlerken diğer yandan
sosyalizme nasıl gidileceğini tartışır. Döneme özgü sol polemiklere de cevaplar veren
eserde, Boran’ın sosyolojik formasyonun da katkısıyla, iki tip çözümleme kullanılmaktadır. Bunlardan ilki toplumsal özgüllükleri farkında olan bir kalkınma yaklaşımı bağlamında kapitalizmin gelişimi ve farklı toplumlardaki farklı gelişmişliklerin analizi olarak
yatay çözümlenmesidir. İkincisi ise sermaye ilişkilerinin neden olduğu eşitsizliklerin ve
toplumdaki sınıfsal farklılıkların dikey çözümlenmesi olarak ifade edilebilir.
Behice Boran gelişme ve kalkınma kavramları arasında belirgin bir ayrım gözetmemiştir. Yaşadığı dönemin temel karakteristiğine uygun olarak, gelişme ve kalkınma kavramlarını birbirini içerecek şekilde kullanmıştır. Ancak gelişmiş ülkelerden söz ederken
kendi tarihsel özgüllükleri içerisinde kapitalizmi üretmiş, sanayi hamleleri aracılığıyla
ekonomik refah üreten, kapitalistleşememiş ülkeleri kendi periferisinde tutarak onların kaynaklarını hammadde olarak kullanan ve aynı zamanda hukuki, toplumsal ve
demokratik şartlar bakımından çevre ülkelerden daha ileri olan ülkelerden söz eder.
Bu tartışmalarında Boran’ın gelişme konusundaki düşüncesini anlayabilmek için onun
gelişmiş ülkeler ile Türkiye’nin benzerlik ve farklılıklarına olan vurgusu önmlidir. Bu
vurgusundan hareketle gelişme konusundaki kuramının düz çizgisel olmadığı rahatlıkla
kavranabilir. 6
Boran’ın yaklaşımında azgelişmiş ülkeler ise kapitalistleşmeye çalışan ancak kapitalist
ülkelerin boyunduruğundan kurtulamayan, ağır sanayi hamleleri gerçekleştirebilecek alt
yapıdan yoksun, üretim sürecinde gelişmiş ülkelere bağımlı ve aynı zamanda hukuki,
toplumsal ve demokratik şartlar bakımından olgunlaşmamış ülkelerdir. Her iki modeldeki ülkenin uluslararası gücünü ve etkisini ifade eden tanımlamalar, kalkınmışlık
oranına göre belirlenmektedir. Bu açıdan değerlendirildiğinde, kalkınma kavramı, ekonomik öğeleri içeren ve üretim sürecine indirgenen, aynı zamanda “toplumsal kalkınma”nın da nedeni olacak olan bir kavramdır.
6 Bu konuda bir değerlendirme için Erbaş, 2015’e bakılabilir.
DTCF Çevresi 97
Yirminci yüzyılın gelişmiş ülkeleri açısından kalkınma stratejisinin ne olacağı, on
altıncı ve on yedinci yüzyılda başlayan Avrupa kapitalizminin kolonyalist politikaları sayesinde belirlenmiş bir stratejiydi. Ancak Boran’a göre (1962/2010f: 533) bu stratejinin
gelişmemiş ya da azgelişmiş ülkeler için bir geçerliliği yoktur, çünkü azgelişmiş bir ülkenin “arzu edilir şekilde sanayileşmesinin, kalkınmasının yolu sosyalizmden” geçmektedir.
Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere kalkınmanın içeriği sanayileşmedir, bir başka ifadeyle
üretim eksenlidir. Ancak bu sanayi eksenli kalkınma anlayışı, gelişmeyi de beraberinde
getirecek bir kalkınmayı içermektedir. Boran’a göre (1992: 299-306) gelişmenin cisimleştiği yer, yani gelişme-kalkınma-ilerleme kavramlarının kesiştiği yer sosyalist ülke,
sosyalist toplumdur.
Sosyalizm, sınıfsal çelişkilerin ortadan kalktığı ve böylelikle bir yandan sanayi hamleleri aracılığıyla ekonomik kalkınmanın sağlandığı diğer yandan toplumsal eşitlikte ve
bölüşüm ilişkilerinde adaletin sağlandığı ileri bir aşamayı ifade eder. Sosyalist toplum
sınıflı toplum olmadığı için toplumda sadece ekonomik anlamda refah ve adalet sağlanmaz, aynı zamanda toplumun düşün, estetik ve kültür hayatı da özgürleşir ve gelişir. Bu
yönüyle değerlendirildiğinde Boran için nihai gelişme, sosyalizmdir.
3. OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E TÜRKİYE’DE KALKINMA
SORUNU
Kalkınma sorununa yaklaşırken eksen kavram ne olmalıdır, sorusuna Behice Boran’ın cevabı kapitalizmdir. En önemli çalışmalarından biri olan Türkiye’de Sosyalizmin
Sorunları (1992) isimli eserinde, Türkiye’deki kalkınma politikalarını kronolojik bir sıralamayla ve sınıfsal bir bakış açısıyla yorumlayan Boran’a göre tarihsel bir uğrak olarak
kapitalizm, Batılı ülkelerin tarihsel özgüllüklerine bağlı olarak geldikleri bir aşamadır.
Kapitalizmin sürekliliği sömürü ile sürdürüldüğü için gelişmiş kapitalist ülkeler hem
kendi milletlerini hem de kapitalistleşememiş ülkeleri sömürerek kalkınmaktadırlar. Bu
ekonomik kalkınma aynı zamanda bölüşüm ilişkilerinde eşitsizliği sürdürürken diğer
yandan toplumsal, kültürel, sanatsal, bilimsel gelişmelerin önünü açar. Böylelikle kapitalist ülkeler ekonomiden siyasete, felsefeden sanata kadar hemen her alanda bir ilerleme
kaydeder.
Boran tarihsel ve toplumsal özgüllükleri farkındadır fakat bu özgüllükleri biricikleştirmeyecek kadar da evrenselcidir. Diğer bir ifade ile toplumların farklılıkları olduğu
gibi benzerlikleri olduğunu ve farklılık ve benzerliklerden hareketle toplumların çözümlenmesi gerektiği görüşündedir. Dolayısıyla toplumsal özgüllükleri insanlık tarihinin
şimdiki zamanı içerisinde değerlendirerek ve toplumsal özgüllükleri, o özgünlükleri aşan
bütünün bir parçası olarak yorumlamayı tercih etmektedir. Bu nedenle Batılı ülkelerin
tarihsel süreç içerisinde kapitalistleşmeleri ile birlikte nasıl geliştikleri konusuna değinirken tarihin evrimine, daha doğrusu evrimci ilerlemenin tarihsel yorumuna dayanır.
98 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
Toplumsal değişme olgusunu “gelişigüzel, arızi dalgalanmalar, zigzaglar çizen biteviye bir oluşma” olarak değil belli nedenselliklere bağlı olarak değerlendirir (1992: 21)
Boran’ın ilerleme konusundaki görüşleri de yine nedenselliği içeren ancak dönemin ve
toplumun özgün koşulları ile biçimlenen bir ilerleme anlayışına sahiptir. Ona göre aynı
tarih içerisindeki tüm toplumlar basitten karmaşığa doğru hareket etmelerine rağmen
aynı süreçleri yaşamazlar:
Toplumlar kendi somut gelişmelerinde, insanlığın tümü bir birim olarak alındığında
ortaya çıkan genel sosyal evrim şemasındaki safhalarından bir merdivenin basamaklarından çıkar gibi birer birer geçmezler. Böyle olsaydı, bir takım tarihsel sebeplerle
geri kalmış toplumlar için ileridekilere yetişmek, onlarla arayı kapatmak imkânı ve
ümidi olmazdı. Somut toplumların evrimi mekanik bir süreç değil, zaman zaman sıçramalar yapan ya da yapması mümkün, diyalektik bir süreçtir (Boran; 1992: 178).
Dolayısıyla Boran’a göre, her toplum kendisinden önce ilerlemiş toplumların gelişme aşamalarını tecrübe etmek zorundadırlar, şeklindeki bir yaklaşımın sosyal bilimler açısından bir geçerliliği yoktur. Hatta birinin ulaşmış olduğu aşama bir diğerinin o
aşamayı yaşamasını imkansız hale getirebilir. Batılı ülkelerin kapitalistleşmesinin, Batı
dışındaki ülkelerin -Batılı anlamda- kapitalistleşmesini olanaksız kılmasının anlamı budur. Çünkü Batılı kapitalist ülkelerin varlıklarını devam ettirebilmelerinin ön koşulu
kapitalistleşme çabasına giren azgelişmiş ülkelerin azgelişmişliklerinin devam etmesidir.
Bu yaklaşımıyla Boran tarihsel-toplumsal özgüllükleri, tarihsel ilerleme fikrinin işleyişi içerisine yerleştirir. Dolayısıyla gelişme sorunu, sonu sosyalizm ile bitecek toplumsal-tarihsel ilerlemenin şimdiki momentinin, uğrak noktalarının çözümlenmesiyle birlikte değerlendirilmektedir. Bu yüzden Boran açısından kalkınma sorunu, çoğu zaman
gelişme sorununun temelini oluşturur. Kalkınma olmaksızın bir gelişme olmayacağını
düşünen Boran, kalkınmanın nasıl gerçekleşeceği konusuna özel bir önem atfetmekteydi, çünkü kalkınmanın nasıl olacağı sorusu aynı zamanda siyasetin nasıl yapılacağı
sorusunu da içermekteydi.
Boran’ın kalkınma sorununa yaklaşımına daha yakından bakıldığında yaşadığı dönemde kalkınma sorununun birçok farklı kişi tarafından çeşitli boyutlarıyla tartışıldığı göze çarpmaktadır. Yapılan tartışmalar özellikle Batının kalkınma modeli ve bunun
karşısında Osmanlı’nın toplum yapısı, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş, Osmanlı’nın
kalkınma konusunda geri kalması ve Cumhuriyet’in bu konudaki politikalarının ne olduğu, ne olması gerektiği gibi başlıklar üzerinden tartışılmaktaydı. Böylelikle hem mevcut toplumsal formasyonun tarihsel arka planını çözümleyerek bir gelecek projeksiyonu
oluşturulabilecek hem de modernleşme ya da çağdaşlaşma sorunu etkili bir biçimde
açıklanabilecekti.
DTCF Çevresi 99
3.1. Osmanlı Toplum Yapısı Tartışmaları ve Feodalizm:
Yarı-Sömürge Batılı Kapitalist Ülkelerin Pazarı
Boran Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki kalkınma sorununu hem sosyolojik
formasyonu hem de diyalektik yaklaşımıyla bir arada ve bütünlüklü bir perspektif içerisinde analiz ediyordu. Toplumların belirli bir çizgi/hat üzerinde evrimleştiği düşüncesini -belirli sınırlılıklar dahilinde- kabul eden Boran tarafından (1943/2010c), feodalizmden kapitalizme geçiş Batılı toplumlar açısından kendiliğinden gerçekleşen ve Batılı
toplumların toplumsal dinamiklerinin gelişimiyle ilgili bir süreç olarak değerlendirilir.
Ancak Batılı olmayan toplumların feodalizmden kapitalizme geçişleri, Batılı toplumların aksine, kendiliğinden gerçekleşen bir süreç olarak değil, kapitalistleşmiş ülkelerin
yukarıdan baskısıyla gerçekleştirilir. Gerek Batıdaki gerekse Osmanlı’daki feodalizm
tartışmalarını kalkınma sorunu bağlamında değerlendiren Boran (1992: 301), kapitalizmin batılı toplumlarda “insanlık tarihinde ilk defa beliren ve o zamanın en ileri, en üstün
toplum düzeni olarak” geliştiğini, bu nedenle Batılı toplumlarda feodalizmden kapitalizme geçişin toplumsal evrimin kendiliğindenliği içerisinde ve söz konusu toplumların
kendi dinamikleri aracılığıyla gerçekleştiğini ifade eder. Buna göre Batılı ülkelerin kapitalizm öncesi geçirdikleri feodal aşamanın aynı zamanda onların kapitalistleşmesinin
nüvesini de içinde barındırdığı şeklindeki Marksist toplumsal değişim yaklaşımına uyan
bir açıklama yapmış olur.
Batıda kapitalizm gelişirken Osmanlı’da kapitalizmin neden gelişmediği sorusuna
verilen cevaplar neticesinde ortaya çıkan tartışmalara Boran’ın yanıtı nettir. Her şeyden
önce, olguları bilimsel bir biçimde değerlendirme çabası içinde olan Boran, kalkınma
sorununu hem tarihsel hem toplumsal hem verili koşullar bağlamında değerlendirir.
Tarihsel açıdan bakıldığında Osmanlı İmparatorluğunun feodal olup olmadığı sorusu,
Osmanlı toplumunun gelişme doğrultusunu açıklamak için önemlidir.
Türkiye’deki aydınlar arasında, 1960’lı yıllarda yapılan Osmanlı toplum yapısının
niteliğine ilişkin tartışmaların temelinde Türkiye toplumunun gelişme doğrultusunu
açıklama çabası ve bunun gerekliliğine duyulan ihtiyaç bulunmaktadır. Bir anlamda,
Osmanlı toplum yapısının ne olduğunun tespit edilmesi aynı zamanda Cumhuriyet’in
gelişme/kalkınma doğrultusunun da ipuçlarını içinde barındıracaktır. Osmanlı toplum
yapısıyla ilgili olarak 1960’lı yıllarda yapılan hararetli tartışmalarda taraflar kabaca üçe
ayrılmaktaydı. İlk grubun yaklaşımına göre Osmanlı toplum yapısı feodaldi. İkinci
grup için Osmanlı toplum yapısı, başka bir toplumsal yapıyla karşılaştırılamayacak kadar kendine özgüydü. Üçüncü grup için Osmanlı, Asya Tipi Üretim Tarzının (ATÜT)
tipik bir örneği olarak değerlendirilmekteydi.
Osmanlı toplum yapısının, Batıdan (ve bir ölçüde doğudan) farklı olarak kendine
özgü bir formasyona sahip olduğunu iddia edenlerin aksine Boran (1992: 26) açık ve
100 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
net bir biçimde Osmanlı toplum yapısının feodal olduğunu ifade eder. Bunu yaparken
dayandığı metodolojik perspektif sosyolojik yönelimiyle doğrudan ilişkilidir. Boran’a
göre (1964/2010g: 565) “[…] meselenin konuluşu en önemli ilk adımdır; mesele doğru
konulmazsa, somut olaylar üzerinde araştırmalar ne kadar geniş ve ayrıntılı da olsa sonuçlara” varılamayacağından, Osmanlı toplum yapısına ilişkin sorunu doğru formüle
etmek önemlidir. Bu nedenle Osmanlının yaşadığı dönüşümü “batılılaşma, modernleşme, ilericilik, gericilik, Osmanlılık” gibi kavramlar aracılığıyla formülleştirmek yerine,
bir toplumsal yapı sorunu ve bu yapıya ilişkin değişimlerle ilgili olarak değerlendirmek
gerekir. Osmanlı toplum yapısında gözlemlenen değişim “belli bir toplum yapısından bir
başka toplum yapısına doğru” yaşanan değişimdir (Boran, 1992: 23). Burada sorulması
gereken ve Boran’ın düşüncesinin temellerini anlamamızı sağlayacak kritik soru şudur:
Toplumsal bir sorunu, toplumsal yapı sorunu olarak ele almak ve toplumsal yapı aracılığıyla formüle etmek ne anlama gelir?
Boran’a göre bir toplumsal sorunu/fenomeni, toplumsal yapı aracılığıyla formüle
etmenin anlamı toplumdaki üretim güçlerinin tespiti, toplumdaki üretim ilişkilerinin
çözümlenmesi ve bu ilişkilerin meydana getirdiği sınıfsal konumların belirlenmesini içerir. Herhangi bir toplumsal olgu ancak bu üç olgunun çözümlenmesiyle anlaşılabilir,
tanımlanabilir. En üst düzeydeki bu soyutlamaya erişirken ve “[...] bir toplum yapısı
incelenirken yapılması gereken ilk iş, arizi, geçici, dar kapsamlı, mahalli nitelikte bütün belirtileri ilk ağızda bir tarafa iterek söz konusu yapının en genel ve en zorunlu (yapısal) olan
niteliklerini bulup tespit etmektir”. Buradan hareketle Boran (1992: 24-25), herhangi bir
“toplum tipinin yapısal niteliğini tayin eden faktörler”den söz ederek “[F]eodal veya derebeylik tipi toplumun dayanağı, toprak mülkiyeti ve toprak rantıdır. [...] temel servet şekli
topraktır, temel üretim tarımdır ve temel gelir şekli ranttır [...] toprağa bağlılık derecesi ve
şekli de toplumdan topluma değişebilir, ama esas olan böyle bir bağlılığın varlığıdır” diyerek
toplumsal yapıyla ilgili temel çözümlemesini yapar.
Boran’a göre Osmanlı toplum yapısı nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin yukarıda
ifade edilen yapısal özelliklerin tümü Osmanlı toplumsal formasyonunda bulunmaktadır. Bilimde bir yapıyı tanımlamada “arızi” olanlar göz ardı edilmese de benzer yönler
üzerinden bir tanımlama yapılacağına göre Osmanlı toplumsal formasyonu feodaldir.
Boran Osmanlı toplum yapısının feodal olduğunu öne sürdükten sonra kendisine bu
konuda yöneltilen eleştirileri cevaplayarak Osmanlının feodal olduğunu savunmaya
devam eder. Boran’a yapılan önemli eleştirilerden biri Batı feodalitesiyle Osmanlı feodalitesi karşılaştırıldığında karşımıza çıkan toplumsal yapıdaki farklılıkların nasıl açıklanacağıyla ilgiliydi. ATÜT kavramını Osmanlı toplum yapısını açıklamak için kullanan
ve Hikmet Kıvılcımlı gibi dönemin entelektüellerinin “merkezi feodalite” yaklaşımlarına
ilişkin eleştirileri Boran, evrimci bakış açısıyla cevaplar ve toplumsal gelişmeye ilişkin
farklılıkları, birbirleriyle örtüşecek sonuçlar üzerinden değerlendirmeyi tercih eder. Ona
DTCF Çevresi 101
göre Batıdaki bölgesel feodalizm, Osmanlı toplumunda merkezi bir karakter içerisinde
ortaya çıkmıştı ve iki toplum arasındaki farklılıkların temel kaynağı bu olabilirdi. Ancak
bu fark feodal üretim tarzının ya da feodal tip toplumun bir “variant”ından başka bir
şey değildi. Ona göre Osmanlı ile Batı toplumu arasındaki asıl farklılıkları aramamız
gereken yer toplumsal yapıdaki değişmeler olmalıydı (Boran, 1962/2010h: 513).
Boran’ın analizinde Batı toplumlarının özgün değişme süreci ve şekli onları kapitalizme taşırken Osmanlı toplumunun kapitalizme geçişi tarihsel olarak farklı bir süreç
içerisinde ve farklı bir biçimde gerçekleşmiştir. Bu nedenle Osmanlı Batılılaşma çabasına girdiğinde feodal batıya değil, kapitalist Batıya dönüşmeye çalışıyordu. Bunun
gerçekleşebilmesi için, yani Osmanlının batılı anlamda kapitalistleşebilmesi için hukuk,
din, alfabe, askeriye gibi üst yapısal değişimler yeterli olamazdı. Boran’a göre öncelikle
batılı toplumların temel niteliğini, yani birikim modelinin özü olarak sermayeyi7
kavramak gerekliydi. Çünkü Batılı toplumlar açısından “temel kategori” olan sermaye, aynı
zamanda toplumsal değişimin temelini oluşturmaktaydı.
Osmanlı ise Batının kapitalistleşme sürecinde, gittikçe artan bir biçimde batılı kapitalistlerin hammadde kaynağı ve “mamul eşya pazarı” olarak değerlendirilmiştir. Batıdaki kapitalistleşme, dünyanın henüz kapitalistleşmemiş bölgelerinin sömürülmesini
meşrulaştıran bir zihniyetin oluşmasına da yardımcı olmuştur. Osmanlının yanı başında yaşanan bu değişimlerden etkilenmemesi mümkün değildi. Bu nedenle kendi dinamikleriyle değişemeyen Osmanlı, batılı ülkeler tarafından, çeşitli baskı ve yaptırımlarla
batılılaşmaya zorlanmıştı (Boran, 1964/2010g: 567). Böylelikle hem sanayi, hem de
ticaret burjuvazisi üzerinde yükselen batılı kapitalizm iç dinamikleriyle toplumsal değişimini gerçekleştirirken, bir imparatorluk olarak Osmanlı, dışarıdan yapılan müdahalelere, zorlamalara, baskılara direnç oluşturabilmek için değişmek zorunda kalıyordu. Bir
başka ifadeyle, batının toplumsal formasyonu kendi özgün dinamikleriyle değişirken
Osmanlının toplumsal formasyonu yukarıdan aşağıya doğru, hayatta kalma / var olma
kaygısıyla iç içe giren ve yüzeysel olarak kendini dayatan bir değişim olarak karşımıza
çıkıyordu.
Boran’a göre (1992: 26) Osmanlı toplum yapısı, açık ve net bir biçimde, feodal
özelliklere sahipti ancak, buna rağmen kapitalistleşeceği aşamayı kaçırmıştı. “Osmanlı
İmparatorluğunun sosyal evrimde neden geri kaldığı sorununa” hem Yön dergisine yazdığı
“Türkiye’de Burjuvazi Yok mu?” (1962/2010i: 462-466) başlıklı makalesinde hem de
Türkiye ve Sosyalizmin Sorunları (1992: 28-29) adlı kitabında üç çıkarsamayla cevap
verir:
1) Batılı toplumlar ortaçağa özgü feodal düzenlerini değiştirirken Osmanlı aynı tarihlerde batılı feodal düzenin bir “variant”ını kurmak ve geliştirmek çabası içerisine
7 Boran (1992: 27) sermaye (kapital) kavramıyla “hem üretim araçlarının özel mülkiyeti, hem bu mülkiyetin emek gücünden kopuşu, hem de özel mülkiyetteki üretim araçlarıyla “hür” emek gücünün üretimde
kullanılması sonucu “artık değer”in meydana gelişi unsurları”nı kasteder.
102 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
girmişti. Boran tarafından bu durum bir çeşit merkezi feodalizm anakronizmi olarak
değerlendirilir. Çünkü Osmanlının (feodal bir biçimde) kurulma ve gelişme aşaması Batıda feodalitenin çözülüp kapitalizmin ilk/erken modelinin oluşmaya başladığı döneme
denk düşmektedir.
2) Osmanlı coğrafi olarak ticaret yollarının üzerinde bulunduğu için kültürel etkilenmelere açıktı. Ancak bu ticaret yollarının coğrafi keşifler yüzünden ticari önemini
kaybetmesi, Osmanlı’nın Batıdaki değişimlerden etkilenmesini ve uyum sağlamasını
engelledi.
3) Bu iki nedene ek olarak, Avrupa’nın “milli toplumlar halinde” örgütlenmeye geçmesiyle birlikte dini açıdan farklı Asyalıları Avrupa’dan çıkartmak istemeleri ve Osmanlı’nın dinsel tutuculuk ve askeri gücüne olan sarsılmaz özgüveniyle Avrupa düşmanlığı
yaparak, Avrupa’ya sırt çevirmesi Osmanlı’nın kapitalistleşememesinin temel nedenlerini oluşturur.
Yukarıdaki açıklamalardan anlaşılacağı üzere Osmanlı kapitalistleşememiş, Batılılaşmaya çalışmıştır. Batılılaşma, bir anlamda, kapitalistleşmenin bir aşaması ya da gereği
gibi değerlendirilmiştir. Batılı ülkelerde kendiliğinden gerçekleşen kapitalistleşmesinin
Osmanlı toplumuna yukarıdan / elitler tarafından dayatılması batılılaşmanın ekonomik ve siyasi süreçlerin bir sonucu olduğunu göstermektedir. Bir diğer ifadeyle Osmanlı’nın batılılaşması, kapitalistleşme yolunda hızla yol alan batılı ülkelerin Osmanlıyı
batılılaştırarak sömürmesi anlamına gelmektedir. Bu nedenle Osmanlının kalkınması,
Osmanlının kapitalistleşmesi değil, Batılılaşması anlamına geliyordu. Osmanlının Batılılaşması ise Osmanlının kendi dinamiklerini devre dışı bırakarak ya da Batı kapitalizminin yörüngesinde konumlandırarak sömürgeleşmesi anlamına gelmekteydi. Boran’ın
bu düşünceleri onun gelişme yazınında önemli bir tartışma konusu olan gelişmenin her
toplumda benzer bir çizgi izleyeceği görüşünde olmadığını göstermektedir. Ona göre
kapitalizmin Osmanlıya bu şekilde girmesiyle birlikte Osmanlının sömürgeleşmesi İmparatorluk içerisindeki toplumsal ve politik dengeleri de değiştirdi. Bu nedenle Osmanlı
bürokrasisi reformlara ağırlık veriyor ve bu sayede toplumsal değişimi de gerçekleştirmeye çalışıyordu.
[Osmanlıdaki] yönetici kadro dış baskıya ve yenilgilere karşı koyabilmek için birtakım
reform hareketlerine girişirken, öte yandan da İmparatorlukla ticaret ilişkilerini yürütebilmek ve yabancı sermayenin güvenliğini sağlayabilmek için kapitalist devletler
İmparatorluğu can ve mal emniyetini garanti etmeye, dış kapitalizmin aracılığını
eden gayrimüslim azınlıkları korumaya, iç gümrükleri kaldırmaya ve tam özel mülkiyet hukukunu yerleştirmeye zorluyordu (Boran, 1992: 32).
Söz konusu süreç sadece ekonomik kalkınmayla değil onun gerçekleşebilmesini sağlayacak üstyapısal düzenlemelerle de yakından ilişkiliydi. Kemal H. Karpat (2003: 93)
on dokuzuncu yüzyıl içerisinde Osmanlı devletinin “bir dizi yeni sosyoekonomik ve siyasal etkenlerden kaynaklanan değişimler” geçirdiğini ifade ederek Osmanlının “Batı’daki
DTCF Çevresi 103
sanayileşme ve pazar ekonomisinin gelişmesinin etkisini bütünüyle hisseden batılı olmayan
ilk ülke” olduğunu vurgular. Bu etki hissedilmeye başlandığı andan itibaren “onaltıncı
yüzyıl sonundan beri sürekli olarak değişmekte olan geleneksel Osmanlı tarımsal üretim
sistemi” çökerek “1926’da İsviçre Medeni Kanunu’nun kabulünden sonra özel toprak mülkiyetin, yani gerçek kapitalist toprak mülkiyeti ve üretim sistemine dayalı yeni bir sistemin”
yerleşmesine zemin hazırladı.
Osmanlı toprakları üzerinde yaşanan dönüşüm Osmanlı toplumunu kapitalist ülkelere bağımlı hale getiriyordu8
. Boran (1992: 32-33) Osmanlının batılı kapitalist ülkeler
tarafından sürekli batıya bağımlı hale getirildiğini ve görece “yeni gelişmeler” olsa bile son
tahlilde “eski sosyal yapıyı tasfiye edip toplumu kapitalist düzeye çıkaracak güce” ulaştıracak
bir kalkınmanın söz konusu olmadığını ifade eder. Diğer taraftan görece artan ticaret ve
ondan daha az gelişen sanayi ise azınlıkların elinde toplanmaktaydı. Bu durum, henüz
çok basit bir düzeyde gözlemlenen ve Batıdaki kapitalistleşmeye erişemeyecek düzeydeki
ham kapitalist rekabete etnik ya da dini renkler kazandırmaktaydı.
Boran tarihsel ve toplumsal yapının sınıfsal analizine ağırlık vererek şu çıkarsamalarda bulunur: mevcut tarihsel konjonktüre bağlı olarak, kapitalistleşmenin ve sanayileşmenin önündeki engeller, ekonominin temelinin tarımda ve toprak mülkiyetinde
kalmasına neden oldu. Bu durum tarımdaki üst sınıfların çıkarlarını geliştirdi, bir başka
ifadeyle asıl sorun “Batı kapitalizminin Osmanlı’yı bir tarım ekonomisi olarak tutma isteği nedeniyle esas olarak tarımdaki üst sınıfları güçlendirmesiydi” (Atılgan, 2007b: 450).
Toprak yasasında yapılan her türlü reform toprak sahiplerinin yararına oldu ve böylece
tarım sınıfı en güçlü sınıf haline geldi. Buradaki asıl çelişki yönetici elitlerle toprak ağaları arasındaki gerilimdi. Tarım sınıfı tasfiye edilmek bir yana, daha da güçlendiği için
kırsal değerler tüm toplumsal yapıyı belirleyebilecek kudrete erişti. Sonuç olarak yönetici/bürokratik elit ile toprak ağaları sınıfı arasında kalkınmanın nasıl gerçekleştirileceği
bir ihtilaf konusu haline geldi (Boran, 1992: 32-34).
3.2. Sömürgeleşen İmparatorluk ve Küçük Burjuva Devrimi
Boran’ın analizinde Osmanlı’da başlayan reformlar ve devamındaki Cumhuriyet
Devrimi Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinin uğraklarıdır. Cumhuriyet Devrimine
giden süreçte henüz cılız durumdaki burjuva sınıfının, burjuva devrimini gerçekleştirebilecek bir gücünün olmadığını öne süren Boran Cumhuriyet Devriminin, burjuva
8 Boran’ın bağımlılık konusuyla ilgili görüşlerinin önemli bir kısmı Andre Frank’ın ve Bağımlılık
tersine, Latin Amerika’da gelişmenin olamayacağını, bilakis gelişmiş ülkelerle ticari ve siyasi ilişkilerin
Latin Amerika’da azgelişmişliği yeniden üretmenin ötesine gidemeyeceğini vurgular. Avrupa başarılı olmuştur ama oradaki iktisadi gelişme süreci özgül bir süreçtir, çünkü bugünkü azgelişmişlerin Avrupa’nın
sahip olduğu gibi sömürgeleri yoktur, olamaz da” (Karaömerlioğlu, 2001-2002: 83-84). Boran gelişememenin nedenleri konusunda bağımlılık okuluna paralel düşünse da, gelişmenin olabilmesi için
104 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
ideolojisine sahip yönetici-bürokrat elitler tarafından gerçekleştirilmiş bir küçük burjuva
devrimi olduğunu ifade eder. Boran’a göre bu küçük burjuva tabakası, burjuva devrimlerinin benzeri olarak Cumhuriyet Devriminin gerçekleşmesini mümkün kıldı.
Feodal toplumsal formasyona sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nda feodalizmden
kapitalizme geçişin aktörleri yöneticiler/bürokratlar, aydınlar ve askerler olmak zorundaydı. Bunun öncelikli nedenlerinden biri “Batıdaki derebeylik düzeninden kapitalizme
geçiş batı toplumlarının iç gelişmeleri ve değişmeleri sonucunda” oluşurken Batı dışı toplumlarda, Batılı kapitalist ülkelerin “baskısı, zorlaması altında ve ona bir tepki olarak içten
değişmeye, yerleşik geleneksel toplum düzenleri bozulduğu için yeni bir düzene” geçmek
zorunda kalınmasıydı. Batıda kendiliğinden işleyen bir sürecin içerisinde ortaya çıkan
burjuva sınıfı, Batıdaki anlamıyla, Osmanlı toplumsal formasyonu içerisinde yoktu.
Toplumsal formasyonun Batıdakilerden farklı olmasında ötürü merkezi bir feodalizm
karakterine sahip olan Osmanlı İmparatorluğu’nda kapitalizme geçiş çabalarının ürettiği çelişkilerden bir diğeri kapitalizmin Osmanlı topraklarına girmesiyle birlikte başlayan
sınırlı kapitalizmin, kendisini geliştirebilecek bir toplumsal yapıdan yoksun olmasıdır.
Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğu batılı kapitalistlerin ekonomik ve politik kontrolü
altına girerek tarım ekonomisine bağımlı kalmış, yarı-sömürge halinde batılı kapitalist
ülkelerin pazarı haline gelmiştir (Boran, 1992: 23-29).
Boran’ın açıklamalarından anlaşıldığı üzere Osmanlının son dönemiyle birlikte başlayan sömürgeleşmenin aşılması, kapitalizme geçişin sağlanması için kurtuluş savaşının
verilmesi gerekmekteydi. Bu açıdan bakıldığında Kurtuluş Savaşı, batılı kapitalist ve
emperyalist ülkeler tarafından Osmanlının parçalanarak sömürülmesine verilen bir tepkidir. Ancak “Milli Kurtuluş Savaşı bürokrat tabakanın, özellikle asker kesiminin girişimi
ve çabasıyla” gerçekleştirilmiş bir savaş olmakla birlikte “[T]oplum yapısını değiştirmemiş,
üst yapıya münhasır kalmış” (Boran, 1992: 221) hatta bundan dolayı toplumsallaşamamış bir devrim olarak Cumhuriyet Devriminin gerçekleşmesini sağlamıştır.
Osmanlı kalkınma hareketinin aslında Batılılaşma hareketi olduğunu ve bunun sömürgeleşmek anlamına geldiğini belirten Boran (1992: 22) “sultanlık idaresine ve emperyalizme karşı bir halk hareketi niteliğinde başlamış” olan Milli Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra kalkınma yönünde bir mesafe alınamamasını sorgular. Boran’ın bu
tartışmaları yaptığı dönemde (1960-1970 arası) Türkiye’de sosyalizm tartışmaları farklı
bir aşamada bulunuyordu. Bir yandan Avcıoğlu ve Yön Hareketi tarafından Kemalizm
9 “Yön Hareketinin 1960’lı yıllarda Kemalizm ile Marksizm arasında kurduğu pozitif ilişkinin sosyalist
hareket üzerinde bir etki yaratmasına rağmen, bu tehlikeli ilişkiden devreden tezlerin günümüz siyasal
mücadeleleri bakımından anti-Marksist ve anti-sosyalist bir kaynak haline dönüştüğünü” ifade eden Atılgan’ın makalesi için bkz. (Atılgan, 2002: 119-151). Onun sosyalizme ve devrime ve sınıfa ilişkin
düşünceleri aslında bir anlamda Cumhuriyet Devrimine ilişin düşüncelerinde de rahatlıkla çıkarsanabilmekte ve dönemin diğer söylemlerinden farkı da rahatlıkla anlaşılabilmektedir.
DTCF Çevresi 105
Boran’a göre (1992: 35) “[H]alk kitleleri katılmadan hiç bir memlekette ne millî kurtuluş savaşı yapılabilir, ne de bir ihtilâl hareketi yürütülebilir. Ama bir savaş ve ihtilâl
hareketinin sınıfsal niteliğine göre tayin edilir.” Bu nedenle Cumhuriyet Devriminin gerçekleşmesini sağlayan, ona öncülük eden sınıfın kim olduğu ve devrimi gerçekleştiren
ideolojinin ne olduğu belirlenmeden devrimin niteliği belirlenemezdi.
Batılı kapitalist sermayenin ve siyasal erkin uluslararası sömürü politikalarının Osmanlı İmparatorluğunu parsellere ve parçalara ayırarak sömürgeleştirmeye başlaması
üzerine başlayan Milli Kurtuluş Savaşı bir yandan dış güçlere, emperyalizme, yani batılı
kapitalist ülkelere diğer yandan iç güçlere, yani saltanata karşı verilen bir savaştır. Bu
yönüyle Milli Kurtuluş Savaşı “az gelişmiş ülkelere özgü bir burjuva ihtilali” olarak değerlendirilebilir (Boran, 1992: 35).
Fransız Devriminin ünlü “Hürriyet-Adalet-Uhuvvet [Eşitlik]” sloganlarının Milli
Kurtuluş Savaşını örgütleyenler tarafından benimsenmiş ve kullanılmış olması bir tesadüf değil, burjuva ihtilali için gerekli bir stratejiydi. Bu söylem ve strateji aracılığıyla
geniş halk yığınlarının sadece dış güçlere değil aynı zamanda, eski düzenle, içerdeki
güç odaklarıyla da mücadele etmelerinin meşru zemini yaratılmakta ve aynı zamanda,
burjuvazinin dar sınıf çıkarları toplumdaki diğer katmanların çıkarlarını da kapsayacak
şekilde ifade edilerek toplumsal birlik sağlanmaktaydı. Ancak diğer taraftan Osmanlıda
güçlü bir burjuvazi bulunmadığı için sınıf kutuplaşmaları da keskin değildi. Yönetici
kadrolar, oldukça mütevazi şartlarda yaşayan, küçük burjuva sınıfına aitti. Bu nedenle
toplumun geneliyle benzer koşullarda yaşamlarını sürdürüyor ve benzer sorunları paylaşıyorlardı. Bu yakınlık, toplumla yönetici kadrolar arasındaki etkileşmeyi beraberinde
getiriyordu (Boran, 1992: 36).
3.2.1. Milli Savaşı ve Cumhuriyet Devrimi/ Burjuva Devrimi
Milli Kurtuluş Savaşı boyunca savaşın tüm yükünü taşıyan, maddi ve manevi olanaklarıyla destekleyen geniş “halk” kitlesi, gerçekleşen devrimin olanaklarından faydalanamamış, yönetime ortak olamamış ve yeni kurulan Cumhuriyetin boyunduruğu
altında yaşamaya devam etmiştir. Boran bu durumu yönetici kadronun küçük burjuva
sınıfına dayanmasıyla açıklar. Boran’ın analizine göre devleti temsil eden bu bürokratik
yönetici kadro bir tabaka olarak hem burjuvaziye hem de büyük tüccar ve müteahhit
grubuna, diğer taraftan devlet eliyle kalkındırılmak istenen bir sanayi ve bankacı grubuna dayanmaktaydı. Bunlara ek olarak toplumda her zaman güçlü bir sınıf olan toprak
sahipleri ve kasaba “eşraf”ından destek almaktaydı. Dolayısıyla tüm burjuva devrimlerinde gerçekleşen şey, Cumhuriyet Devriminde de gerçekleşmiş ve halkın geniş kesimleri önce tüm toplumsal kesimleri kapsayan bir söylemle bir araya getirilmiş, ancak zafer
elde edildikten sonra sınıf ittifaklarının gadrine uğrayıp yönetimden uzaklaştırılmıştı.
Milli Kurtuluş Savaşı sona erince, köylü kentli askerler tarlasına, tezgâhının başına,
küçük dükkânına döndü. Halk kitleleri ülkenin kaderini tayinde önemli bir unsur ol-
106 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
maktan, bir rol oynamaktan çıktı. Yönetici kadro yeni sınırları içindeki Türk devletinin
dizginlerini tek başına elinde tutan, dış ve iç düşmanlarını yenmiş egemen bir tabaka
haline geldi ve 19.yüzyıldan bu yana filizlene gelmiş, Meşrutiyet ve Birinci Dünya Savaşı
yıllarında bir boy daha atmış Türk burjuvazisi, daha beriden de toprak ağaları, yönetici
kadronun çevresinde kümelendi.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan devralınan merkeziyetçi, otoriter, tepeden inme devlet
anlayışı ve uygulaması devam ediyordu. Devleti, somutta, her şeye hakim yönetici
bürokrat tabaka temsil ediyordu. Bu bürokrat tabaka ise (yüksek yöneticiler, memurlar
kadrosu) yeni yeşermiş burjuvaziye, büyük tüccar ve müteahhit grubuna, ikinci derecede olarak da devlet eliyle güçlendirilmek istenen, ama bir türlü güçlenemeyen sanayicilere, bankacılara ve toplumda hep güçlü bir sınıf olagelmiş toprak sahiplerine ve
kasaba ‘eşraf’ına dayanıyordu (Boran, 1992: 36).
Savaş süresince gerekli olan halk desteği savaşın sona ermesiyle birlikte ortadan kalktı. Halk kavramının Osmanlı toplumsal formasyonuna tercümesi, siyasal mekanizmaları
elinde tutanlara itaat eden reaya kavramıdır. Bu nedenle savaş sonrasında reayanın yeniden gündelik hayatlarına dönmeleri beklenen bir durumdu. Osmanlı tarihinin kendi özgünlüğü içerisinde gelişen yönetici/bürokrat ve askeri seçkinleri ile savaş sırasında
etkinlik alanı artan ve görece daha fazla serpilme imkânı bulan burjuva sınıfı ittifakına
direnç oluşturacak, bütünlüklü bir halk kesiminden söz etmek mümkün değildir. Osmanlı’dan miras alınan (tevarüs eden) siyasal gelenek ve usuller bu dönemde de geçerliliğini koruduğu için merkeziyetçi, otoriter, buyurgan devlet anlayışı toplum tarafından
herhangi bir itirazla karşılaşmadan devam etti.
Boran’a göre bir burjuva devrimi olarak gerçekleşen Cumhuriyet Devrimi, tıpkı diğer burjuva devrimleri gibi önce ilerici değerlerle iktidarı ele geçirdi ve daha sonra bu ilerici ideolojiden gerileyip evrensel görüş ve amaçlarını daraltarak kendi sınıf ideolojisinin
içine çekildi (Boran, 1992: 39). Devlet tarihsel süreçten kaynaklanan nedenlerden ötürü
en büyük sermaye sahibi ve patron/işveren konumunda olduğu için devlet mekanizması
içinde yer alan bürokratik elit, aynı zamanda ekonominin gelişimine de yön verdi. Bu
durum “muasır medeniyete” giden yolun kapitalistleşmekle mümkün olduğu varsayımına dayanan bir anlayışın ekonomik hayata egemen olmasına neden oldu.
Boran’ın küçük burjuva devrimi olarak kabul ettiği Cumhuriyet Devriminin başarısından sonra vermesi gereken kararlardan biri kalkınma sorunuyla ilgiliydi. II. Mahmut’tan beri hızla sürdürülen Batılılaşma projesinin bir devamı olarak Cumhuriyet’in
kurucu aktörleri, yönetici kadroları Batılılaşma projesini sadece ekonomik bir kalkınmanın değil aynı zamanda toplumsal değişmenin de asli unsuru olarak değerlendirdiler. Savaştan hemen sonra geniş halk kitlelerinin aktüel siyasetin dışına çıkarılmasıyla birlikte
ekonomik kalkınmanın şartı, Batı kapitalizminin gösterdiği ülküde ilerlemekteydi. Boran’a göre (1992: 31) bu durumun başlıca nedenleri “halkın devlet yönetimine katılmayışı” ve buna bağlı olarak uygulanan ekonomi politikalarında ağırlığını koyamamasıydı.
DTCF Çevresi 107
Bunun sonuçlarından biri siyasal erki yönlendiren kadroların “yeni yeşermiş burjuvaziye,
büyük tüccar ve müteahhit gurubuna, sanayicilere, bankacılara ve nihayet toplumda hep
güçlü bir sınıf olagelmiş toprak sahiplerine ve kasaba eşrafına” dayanarak hareket etmeleri oldu. Diğer taraftan yönetici kadroların Batılılaşma ve ekonomik kalkınmayı batılı
kapitalizm ile gerçekleştirmeye çalışmalarının nedenlerinden biri sınıfsal aidiyetlikleri
bakımından küçük burjuva olmalarıydı.
Bu yönetici kadro, Osmanlıdan bu yana devam eden Batılılaşma politikasının radikal kuşağını temsil eder. Hiçbir uzlaşma ve uyarlama kabul etmeksizin, Batılılaşmayı
gelişme ve kalkınma ile eşdeğer tuttukları için kapitalistleşmeyi Batılılaşmanın ekonomik biçimi olarak yorumladılar. Tarihsel olarak devletin ekonomik işleyişteki egemen
rolü dolayısıyla devletin imkânlarını elde tutan yönetici kadroların ekonomik yönelimle
ilgili tercihleri, aynı zamanda yeni Cumhuriyetin Batılılaşma konusundaki kararlılığını
da göstermiş oldu.
Boran’ın analizinde batılı kapitalizm hem sanayi hem ticaret burjuvazisinin üzerinde
yükselmekteydi. Kapitalist toplumsal formasyona geçiş ise toplumun iç dinamiklerinin
hareketiyle gerçekleşiyordu. Oysa bir imparatorluk olarak Osmanlı Batının baskılarına
bir direnç oluşturabilmek amacıyla değişmek zorunda kalıyor, değişime zorlanıyordu.
Bu nedenle batının feodalizmden kapitalizme geçişi bir anlamda toplumsal evrim olarak
kabul edilebilirse de Osmanlı’nın batılılaşması toplumsal formasyonun değişimi olarak
kabul edilmeliydi. Sonuç olarak Türkiye toplumu bir yandan batılı ülkelerin baskısı
diğer yandan “askeri yenilgilere uğramanın, politik ve ekonomik bakımdan bağımlı hale
gelmenin” neden olduğu bir tepkiyle değişmekteydi (Boran, 1992: 24). Dolayısıyla batılı
toplumlarda aşağıdan yukarıya ve yukarıdan aşağıya doğru, karşılıklı gerçekleşen toplumsal organizasyonun yeniden örgütlenmesi, Osmanlı’da yukarıdan aşağıya ve yüzeysel/biçimsel olarak kendini dayatıyordu (Boran, 1992: 31; Boran, 1964/2010g: 569).
Osmanlı’daki değişimi dayatan iç unsur, yani yukarıdakiler, askeri seçkinler ve yönetici-aydınlardan oluşmaktaydı. Kısaca “askeri-sivil kadrolar” olarak ifade edilen bu
kesim devleti, toplumsal sınıfların üzerinde ve ondan bağımsız bir mekanizma hükmünde kavradıkları için toplumsal değişimin temel dinamiğini devlet olarak tasarladılar. Yönetici-aydın kadro kendini batılı olarak konumlandırarak Osmanlı toplumunun
batılılaştırma misyonunu yerine getirmeye çalışıyordu. Bu nedenle batılı anlamda özel
mülkiyeti tesis etme ve özel sektör aracılığıyla kalkınmanın gerekliliğine inanıyorlardı.
Ancak burada sorun teşkil eden husus girişimde bulunacak sermayenin ve sermayedarın bulunmamasıydı. Batılı ülkelerde sanayi ve ticaret sermayesi burjuva sınıfının elindeydi ancak Osmanlı toplumunda bu rolü üstlenecek bir sınıf yoktu. Aynı zamanda
“İmparatorluk gelişmekte olan batılı kapitalist toplumların ekonomik-politik nüfuzu
altına girmiş, onlara hammadde ve pazar vazifesi gören bağlı bir ekonomi durumuna”
(Boran, 1992: 31) geldiği için yönetici-aydın kadroların kapitalist reformlar yaparak
kalkınmaya çabalamaları bir sonuç vermemekteydi. Bir anlamda kısırdöngü yaşanmak-
108 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
taydı: Kapitalist reformlar başarılı olamadığı için burjuva sınıfı gelişmiyordu, burjuva
sınıfı gelişmediği için reformlar başarıya ulaşmıyordu.
Toprak ağaları ve burjuvazi merkeziyetçi-otoriter devlet geleneğinden gelen ve memuriyet aracılığıyla çeşitli imtiyaz elde eden ve egemen burjuva ideolojine bağlı olan
yönetici sınıflara Meşrutiyetten sonra eklemlenmeye çalışmıştı. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra yönetici tabakanın sahip olduğu sosyo-ekonomik ve kültürel avantajlar yatırımların yönlendirilmesinde önemli roller oynuyordu. Boran gelişmiş kapitalist
toplumlarda iş çevrelerinin devlet mekanizmasını etkilediğini ancak yeni kurulan Cumhuriyet’te bunun tersi bir durumun oluştuğunu ve bir çeşit “bürokratik burjuvazi”nin
geliştiği ifade eder. Ona göre Türkiye’de olduğu gibi diğer “azgelişmiş ülkelerde de bürokrasinin imtiyazlı bir üst tabaka olarak geliştiği” gözlemlenmektedir (Boran, 1992: 36-39).
Boran’a göre “yönetici kadroların ve onların temsilcisi CHP’nin [Cumhuriyet Halk
Partisi]” Ulusal Kurtuluş Savaşından sonra “halkçı, ilerici” pozisyonunu terk etmesinin,
köylülüğü iyileştirecek politikalar üretmemesinin, kalkınmayı sağlayamamasının nedeni
halktan kopması ya da bir doktrine sahip olmaması gibi tali gerekçeler değildir. Konuya
sınıfsal açıdan bakıldığında görülecek olan şey, yönetici kadronun “Osmanlı İmparatorluğundan devraldığı toplum yapısını, ekonomide batı modeli kapitalist bir gelişme sağlamak
suretiyle değiştirme politikasına” yönelmesiyle ilgilidir. Ekonomik alan, bazı teşvik edici
tedbirler bir kenara bırakılacak olursa, görünmez elin kudretine bırakılmıştı. Devlet,
toplumsal alanda, hukuk, din, eğitim gibi üst yapısal değişimlere ağırlık verdi. Boran,
Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Mustafa Kemal’in ölümü arasındaki dönemde benimsenen
“devrimcilik, halkçılık, sonra da laiklik, devletçilik” gibi ilkelerin sistemleştirilemediğini,
eğer sistemleştirilseydi ortaya çıkacak ideolojinin sosyalizme ulaştırabilecek bir çerçeve
oluşturacağını ifade eder (Boran, 1992: 39).
Savaş sonrasında Türkiye’de sınıf kompozisyonu tarım burjuvazisi ve tüccarlar ve
oldukça zayıf bir sanayi burjuvazisinden oluşuyordu. Cumhuriyet’in kurucu aktörleri
arasında sınıfsal farklılıkların önemsiz olduğu düşüncesini eleştiren Boran (1992: 42),
sınıf farklarının “nicelik farkları olmaktan önce nitelik farkları” olduğunu belirtir ve asıl
meselenin devleti yönlendirecek, devletin karakterini belirleyecek sınıfın tayin edilmesi
olduğunu ifade eder. Ancak diğer taraftan, yönetici kadroların içerisinde merkeziyetçi,
otoriter, müdahaleci ve toplumu yukardan belirlemeye çalışan kadrolar ve onların karşısında teşebbüsü şahsiyi benimseyen liberal, fikir ve ifade hürriyetinden yana ve devrimlerin belirli bir süreçle uygulanmasını isteyen kadrolar bulunmaktaydı. Buna rağmen
uygulanan ekonomi politikaları ve sınıf farklarının yetersizliği batılı modele uygun bir
kapitalizmin gelişmesini ve buna bağlı olarak çok partili hayata geçişi geciktirmekteydi.
1920’lerde devlet eliyle burjuvazi yaratmak için devlet işletmeciliği ile iç içe giren bir
özel işletmecilik ön plandaydı. Devlet, ihaleler yoluyla bir yandan var olan burjuvaziyi
desteklemeye diğer yandan kapitalizmin işleyişine daha iyi adapte olan bir burjuvazi
yaratmaya çalışıyordu. Bu ihaleler bürokratlara ve politikacılara özel imtiyazlar da sağ-
DTCF Çevresi 109
lamaktaydı. Boran’a göre devlet, “halkın” yapamadığı yatırımları yaparak devletçi bir
politika izlemeyi kendisine ödev olarak kabul etmişti. Aynı zamanda özel işletmelerin
ürünlerini satın alarak üretimi teşvik etmişti. Yasalar aracılığıyla toprak ağalığı ve yönetici, memur, bürokratların ayrıcalıkları güçlendirilip güvence altında alındı. Sonuç
olarak halkçılık ya da devletçilik gibi ilkeler devlet kapitalizminin gerekliliklerine göre
işletilmekteydi. “1930-40 arası devlet eliyle sanayileşme bir yandan yerli sanayicilerin ve
iç ticaret erbabının gelişmesine yol açarken” toplumun geri kalan kesimleri için gündelik
geçim zorlaşıyordu. Bir başka ifadeyle “[S]anayileşmenin, sermaye birikiminin yükünü
köylü-kentli emekçi halk kitleleri taşıyordu”. Böylelikle 1945’e kadar “işçi ve yoksul köylü sınıfları ile öbür emekçi kitleler” siyasetin, yani kaderleriyle ilgili karar alma mekanizmalarının dışında kaldılar (Boran, 1992: 44-47).
1930’ların ortasında başlayan modern Alman etkisi ve 1940-45 arasında Alman faşizmine duyulan hayranlık, tek parti iktidarının temsilcisi olan CHP’nin “köylü, kentli
emekçi halka göz ve ağız açtırmayan, toprak ağalarına ve palazlanmakta olan burjuvaziye
dayanan” faşizmine politik meşruiyet sağladı. “Milli menfaatler” söylemi her türlü eylemi meşru kılacak kadar işlevseldi. 1940’lı yıllarla beraber ortaya çıkan savaş ekonomisi,
Türkiye’deki burjuvazinin gelişmesi için önemli bir fırsat oluşturdu. Dış ticaret konusunda yaşanan sıkıntı stokçuluk ve vurgunculuğu ortaya çıkarırken bazı yerli imalatların
da ortaya çıkmasını sağladı. Emlak ve arsa spekülasyonu burjuvazi için sermaye birikiminin artmasını kolaylaştırdı. Tarım alanındaki düzenlemeler, küçük köylüyü yoksullaştırmaya devam ederken büyük çiftçilerin stok yaparak haksız kazanç elde etmelerine
ve toprak ağalarının ürünlerini karaborsada satma imtiyazına kavuşturulmasıyla, büyük
üretim alanlarına sahip ağaların, kısa sürede şehir burjuvazinin servetine denk bir servete sahip olmasını sağladı. Diğer taraftan memurlara da devlet eliyle yardımlar yapıldı
(şeker, kumaş vb.). Savaş koşulları altındaki zor zamanlarda, memurlara karşı imtiyazlı
bir tutum benimsenmesi CHP iktidarına ve memur tabakasına karşı husumeti arttırdı.
Sonuç olarak savaş yıllarında halk sürekli fakirleşirken burjuvazi zenginleşip, palazlandı
(Boran, 1992: 46-54).
1940-1945 yılları arasında Hitler Almanya’sına duyulan hayranlık, milli bilinçlenmenin azgelişmiş ülkelere özgü bir patoloji içermesine neden oldu. Ulus kurabilmek
adına “kültür milliyetçiliği” yapan bir siyasal kadronun buna ırkçı temellere sahip, biyolojik milliyetçiliği de eklemesi söz konusu dönemi daha da karanlık hale getirdi. Bu Alman etkisi, yeni bir ekonomik gelişim modelinin teklifiyle devam etti. Dönemin Türk
hükümetine, Türk kalkınması için nasihat edilen şudur: Türkiye bir tarım ülkesidir ve
öyle kalmalıdır ancak tarım ve köylülük değiştirilmelidir. Köylü kalkındırılmalı, köylü topraklandırılmalı, köylüye modern aletler verilmeli ve yeni teknikler öğretilmelidir
(fakat büyük çapta üretim yapılmamalıdır). Köylünün tarım ürünlerini satın alarak değerlendirecek küçük sanayi işletmeleri kurulmalı ve ağır sanayiye yüz verilmemelidir.
Bütün bu tavsiyelerin amacı büyük bir sanayi hamlesi için gerekli sermayeyi köylülük
üzerinden üretmek ve köylü ailelerini birer işletme haline getirmekti (Boran, 1992: 50).
“Büyük toprak reformu” adı altında kitlelere duyurulan bu durum, 1945 Mayıs’ında
“Çiftçiye Topraklandırma Kanunu” adı altında Meclise getirildi. Ancak CHP içerisin-
110 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
de büyük yer tutan toprak ağaları bu kanuna itiraz ettiler ve CHP’den ayrılarak, artık
kurulması bir zorunluluk haline gelen, Demokrat Partiyi (DP) kurdular. Böylelikle toprak ağaları sayesinde “demokratik” siyasal yaşamın şartı olan çok partili sisteme geçilmiş
oldu.
3.2.2. Halkın Tepeden İnme Devlet Şekline Karşı ilk Direnişi: Popülist
Politikalar ve Sonrası
27 Mayıs’a kadarki dönemin en önemli gelişmesi çok partili hayatın tecrübe edilmesi
ve Osmanlı devlet aklıyla hareket eden devletçi bürokratizmin eleştirilmeye başlanmasıdır. Devlet, Cumhuriyet sonrasında da kendini halkın menfaatlerinin dışında görmekte
ve kendisini metafizik olarak kavradığı için, her şeyden layus’el olarak konumlandırmaktaydı. Devletin toplum tarafından bu şekilde kavranması, bir anlamda halk devlet için
vardır” anlayışına neden olmakta, devleti halka değil, halkı devlete karşı sorumlu kabul
etmekteydi. Boran’a göre (1992: 60 - 61) çok partililiğin getirdiği temsili demokrasi
ve oy hakkı yeni bir halk niteliğinin ortaya çıkmasını sağladı. Böylelikle “kendini ezen,
horlayan, dertlerine çare bulamayan […] CHP’yi alaşağı etmesi politik alanda devrimci bir
davranıştı. […] Bu, halk kitlelerinin politik bilinçlenmesinin ilk etkin belirtisi, otoriter, tepeden inme devlet şekline karşı ilk direnişiydi”. Henüz sınıf konumunu farkında olmayan
fakat sömürüldüğünü, ezildiğini, horlandığını ve kendini ifade etmesine olanak tanınmadığını farkında olan toplum, çok partili hayatın gereği olarak sandık başına gittiğinde
CHP ile temsili bir hesaplaşma yaşadı”.
DP iktidarı, devletin toplum üzerindeki seçkinci baskısını, geleneksel kodlara gönderme yapan popülist politikalarla görece ortadan kaldırdı. Tarım ürünlerini yüksek
fiyatlarla satın aldı. “Altın stoklarının erimesi ve ağır dış borçlanmalar”ı göze alıp para
bolluğu sağladı ve bölüşüm ilişkilerinde görece bir denge gözetti. Ancak diğer taraftan
ancak toplumun önemli bir kesiminin hayat standartları yükselmemekteydi. Uzun süredir devlet eliyle güçlendirilen burjuvazi, DP iktidarı döneminde de, dönemin ruhuna
uygun olan ağır sanayi hamleleriyle kalkınma sağlamak yerine emlak spekülasyonu, ticaret ve devlet ihaleleriyle kazanç sağlayan bir burjuvazisiydi. DP döneminde bu burjuvazi
ile tarım burjuvazisi “memleketin ekonomisinde de hakim rol oynayan, […] sivil-asker
maaşlılar tabakasına” karşı çıkabilecek güce ulaştılar. Memuriyetin ürettiği toplumsal
ve ekonomik geçerlilik çözülürken “yeni türedi zenginler” ortaya çıkıyor, tarım kredileri
sayesinde tarım burjuvazisi gelişiyor, pazara yönelik ürün yetiştirme ve makineleşme
sayesinde küçük tarım işletmeciliğinden kapitalist toprak işletmeciliğine geçilmekteydi.
Böylelikle tarımın toplam ekonomideki yeri ve gücü artmaktaydı. Sonuç olarak “1950-
60 arasındaki DP-CHP mücadelesi bu güçlenen şehir burjuvazisi ve burjuvalaşan büyük
toprak sahipleriyle yönetici kadro, bürokrasi arasında bir iktidar mücadelesiydi” ve bu süreçte ortaya çıkan “rejim” sorunu, sanayi ve tarım burjuvazinin gelişmesiyle gücünü kay-
DTCF Çevresi 111
beden bürokratik elitlerin “tekrar hakim ve nazım” olma çabalarının ürünüydü (Boran,
1992: 61-63).
27 Mayıs 1960 darbesi, yukarıda ifade edilen süreçlerin bir sonucu olarak ortaya çıktı. Burjuvazinin kalkınma misyonunu yerine getirememesi, geleneksel egemenleri temsil
eden yönetici sivil-askeri yapının iktidarı yeniden ele geçirmesine neden oldu.
Bir sosyal sınıf kendisine düşen sosyal-tarihsel görevi yapmaz veya yapamazsa –burjuvazinin görevi memleketi sanayileştirmek modern teknolojiyle donatmaktır- memleket ekonomisinin gelişmesi bir çıkmaza saplanır, sosyal- politik güçlükler başgösterir,
huzursuzluklar, çalkantılar doğar. Türkiye’nin temel meselesi de kalkınma, yani esas
itibariyle sanayileşme ve bununla birlikte toprak reformu yapılarak tarımın modernleştirilmesi, geliştirilmesiydi. Türk burjuvazisi ve onun müttefiki toprak ağaları bu
işleri başaracak güçte değillerdi. Egemen sınıfların sosyal görevlerini yerine getiremediği için memleketi idarede acze düştükleri hallerde ya da sınıflar -güçlü, bilinçli ve
iktidara namzet hale gelmişlerse- bir ihtilâl hareketiyle iktidarı ele alırlar, ya da o
sınıflar bu güçte ve yetenekte değillerse ordu müdahale eder (Boran, 1992: 68).
“Kapitalist işletmeciliğe geçen toprak ağalarını temsil” eden DP’nin kalkınmayı başaramaması, devleti ekonomik kalkınma konusunda tek yetkili güç haline getiriyordu. 27
Mayıs darbesi, devleti, yani devleti temsil eden kesimleri burjuva ve toprak ağaları sınıfına karşı yeniden “güçlü, hakim ve nâzım” duruma getirerek, kendi tarihsel misyonunun
egemenlik sınırlarını genişletiyordu. Böylelikle DP tarafından temsil edilen sanayi ve tarım burjuvazisinin karşısına bürokrasiyi, aydınları ve orta sınıfları yanına almak isteyen
askeri yönetim anayasa hazırlıklarını başlattı (Boran, 1992: 68-69).
4. AZGELİŞMİŞLİK SORUNU VE NEDENLERİ: EMPERYALİZM
Sosyalist literatür içerisinde emperyalizm konusu Lenin’den bu yana en çok tartışılan
konulardan biridir. Marksist-Leninist bir siyaset pratiğini benimseyen Boran ve yaşadığı
dönem açısından emperyalizm sorunu güncelliğini korumaktaydı. Lenin (1992: 15) emperyalizmi kapitalizmin ileri bir aşaması olarak değerlendirirken aynı zamanda “proletaryanın toplumsal devriminin önbelirtisi” olarak değerlendirmekteydi. Dolayısıyla emperyalist
aşama, devrimci mücadelenin somut ve politik koşullarının oluşmasını sağlayan bir aşamadır. Ancak, diğer taraftan Avrupa ve Amerika’daki burjuva sınıfının, emekçi kitlelerin
yaklaşımının10 kapitalizmin “tahmin edildiğinden daha büyük bir süreklilik, bir yaşama ve
değişen şartlara uyma kabiliyeti”ni yeteri kadar içermediğini ima eder.
10 Lenin’in açısından emperyalizm tartışması yalnızca kapitalizme ilişkin bir durum tespiti değildir.
Aynı zamanda sosyalist politika açısından da değerlendirilmesi, doğru bir biçimde çözümlenmesi
gereken bir süreçtir. Lenin’e göre (1990: 241) “[E]mperyalizm, kapitalizmin özgün bir tarihsel aşamasıdır. Bunun özgün niteliğinin üç yönü vardır: emperyalizm, (1) tekelci kapitalizmdir; (2) asalak, ya da
çürüyen kapitalizmdir; (3) cançekişen kapitalizmdir. Serbest rekabetin tekel tarafından ayağının kaydırılması, emperyalizmin temel ekonomik özelliği, özüdür.”
112 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
Boran, emperyalizm olgusunu çok boyutlu değerlendirmektedir. Örneğin Yurt ve
Dünya Dergisi’ne (1941/2010j: 213) yazdığı Madame Butterfly adlı makalesinde bir opera oyunundan yola çıkarak, fiili işgalle emperyalizmin sömürgeleştirdiği ülkelerde sadece
politik ve ekonomik yıkımların değil aynı zamanda bireysel trajedilerin de yaşandığını
vurgular. Gelişme yazını açısından bakıldığında Boran için (1967/2010k: 628) Türkiye,
gelişmiş-emperyalist-kapitalist batılı ülkelere karşı “Dünyada ilk Milli Kurtuluş Savaşını
vermiş, kırk dört yıl önce zafere ulaştırmış, politik ve askeri anlamda tam bağımsızlığa
kavuştuktan sonra kalkınmasını başaramadığı, ekonomik bağımsızlığa erişemediği için yeniden emperyalizmin nüfuzu altına girmiş” bir ülkedir.
Gelişmiş kapitalist ülkelerle kurduğu ilişkide azgelişmiş bir ülke olarak Türkiye’nin,
belirleyen olmaktan ziyade belirlenen bir ülke olması ve kalkınma politikalarını gelişmiş kapitalist ülkelerin programlarıyla uyumlu hale getirmeye çalışması emperyalizmin
Türkiye’de gözlemlenen ve tecrübe edilen yüzlerinden biridir. Kapitalizmin yapısal özelliklerinin bir sonucu olarak düşünülmesi gereken emperyalizm, Türkiye gibi azgelişmiş
ülkelerin kalkınmasının önündeki engellerin en önemlisidir. Emperyalizm konusunda
Boran (1945/2010l: 392) Ant Dergisi’nin onuncu sayısında temel çözümlemesini şöyle
yapar: “Emperyalizm büyük malî-sınaî sermayenin temerküzünün [birikmesinin] doğurduğu bir neticedir; bu sermayenin, daha geri memleketlerin tabii kaynaklarını ve insan
emeğini sömürmesi demektir; böylelikle sömürülen memleketler geri, fakir kalmaya ve siyasi
bakımdan sömüren sermayedar memlekete bağlı olmaya mahkûmdurlar”. Boran’ın analizinde emperyalizm duygusal ya da küçük burjuva milliyetçiliğinden kaynaklanan bir
refleks olarak değil, sınıf ve üretim ilişkileri içerisinde ele alınan, değerlendirilen bir
sorundur. Emperyalizm anlayışının bir kalkınma sorunu olarak ortaya konulmasının
nedeni azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş kapitalist ülkeler düzeyinde kapitalistleşemeyeceği
ile ilişkili temel görüşüdür.
Kapitalizmin tarihsel gelişimini/açılımını dikkatle izleyen Boran, emperyalizmin
yeni sömürü politikalarını ve stratejilerini de takip etmektedir. 1968 yılında Forum Dergisi’ne yazdığı NATO’dan Niçin Çıkmalıyız? isimli makalesinde İkinci Dünya Savaşının
bitmesiyle birlikte Avrupa ve Asya’daki bazı ülkelerin “sosyalist toplum tipinde düzenlere” geçişlerinin kapitalizmin sermaye ve pazar alanının daralttığını ve böylelikle “kapitalizmin müzmin buhranını” daha da ilerlettiğini ifade eder. Boran’a göre, kapitalist
olmayan bir yolla, sosyalizmin ürettiği olanaklarla, kalkınma çabası neticede emperyalizmin “yeni” stratejilerinin oluşmasına neden olmaktadır (Boran, 1968/2010m: 678).
Bu yeni emperyalizm, önceden fiili olarak işgal edilen ülkelere politik bağımsızlıklarını
geri vermiş gibi görünüp ekonomik olarak sömürgeleştirilmelerinin devam etmesi şeklindedir. Boran’a göre (1992: 114) “sömürgelerine şekli olarak politik bağımsızlığı tanıyıp
fiili olarak özellikle ekonomik ve askeri alanda, bu ülkeleri yine de nüfuz ve kontrolleri
altında” tutmayı amaçlayan kapitalist ülkeler ülkedeki politik süreçleri de sabote etmektedir. Kapitalist kalkınma modeliyle kalkınmaya çalışan ülkeleri kredi ve fonlarla sürekli
DTCF Çevresi 113
borçlandıran kapitalist ülkeler “yerli burjuvazi ile işbirliği ve ortaklık kurmakta, öbür
yandan kredilerle yerli kapitalizm geliştirilmeye çalışılmaktadır. Politik ve dolayısıyla uzun
vadeli ekonomik amaçlarla azgelişmişlerin milli pazarlarını, arslan payı kendilerine ait
olmak üzere, yerli burjuvaziyle” birlikte sömürmektedir. Bu nedenle emperyalizmin kısır
döngüsünden kurtulmanın yolu olarak kapitalistleşmeyi derinleştirmek emperyalizmin
derinleşmesine neden olmaktan başka bir işe yaramaz. Emperyalizmden kurtulmanın
ve bağımsızlaşmanın yolu, bir başka kalkınma modeli olarak sosyalist alternatifi uygulamaktır.
Boran’ın analizinde Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan ve Cumhuriyet Devrimi’ni de içeren değişim hareketlerinin tümü azgelişmişliğin bir sonucu olarak ortaya
çıkmıştır. Bir başka ifadeyle, Osmanlı toplumsal formasyondan Cumhuriyet’e doğru
gelişen ve daha sonra günümüze kadar gelen toplumsal dönüşümün temel dinamikleri
gelişmiş kapitalist ülkelerinden kaynaklanmaktaydı. Bu dış baskılar toplumda egemen
ekonomik biçimleri ve ilişkileri bozarak yeni bir toplumsal formasyonu dayatmaktadır.
Hiçbir toplum öbür toplumlardan tecrid edilmiş, tamamen kendi içine kapanmış ve
kendine yeter değildir. […] Bu nedenle bir toplumu incelerken onun hem iç durum ve
gelişmesini, hem de dışla olan ilişkilerini ve bu ilişkilerin içteki yansımalarını incelemek gerekir. […] Batıda derebeylik düzeninden kapitalizme geçiş batı toplumlarının
iç gelişmeleri ve değişmeleri sonucu olmuştur. […] Batı toplumları daha gelişmiş hakim ekonomilerin askeri, siyasi, ekonomik baskısı, sömürüsü altında değildi. Azgelişmiş ülkeler ve bu arada Türkiye ise batının bu gelişmiş ülkelerinin baskısı, zorlaması
altında ve ona bir tepki olarak içten değişmeye, yerleşik geleneksel toplum düzenleri
bozulduğu için yeni bir düzene geçmeye başlamışlardır (Boran, 1992: 23).
Vatan Gazetesi’ne yazdığı bir makalede (Boran, 1962/2010n: 486-489) “az gelişmişlik” ve “memleketin kalkınması ve ilerlemesi konusundaki” görüşlerini yedi başlıkta toplar:
buna göre Türkiye “gelişmiş ülkeler, geri kalmış ülkeler” arasında yapılacak bir ayrımda
geri kalmış, azgelişmiş ülkelerden biridir11. Gelişmiş ülkelerin kapitalistleşme temposu/
hızı azgelişmiş ülkelerden çok ileri olduğu için aralarındaki mesafe kapanmak bir yana
daha da artmaktadır. Bunu aşmanın ve aradaki mesafeyi kapatmanın yolu azgelişmiş
ülkelerin bir an evvel kalkınma hamlesine başlamak ve dışarıdan gelecek yaptırımlara
karşı durarak ulusal ekonomi temelinde kalkınmaktır. Mevcut şartlar göz önüne alındığında bu kalkınma ya kapitalist modelle ya da sosyalist düzenle gerçekleştirilecektir.
Her devletçilik sosyalizm olmadığı için devletçi bir kapitalizm bile olsa, kapitalizm, özel
mülkiyet rejimine bağlı bir özel girişimcilik gerektirir. Bunun doğal sonucu “bir tarafta
milyonerler, milyarderler, diğer tarafta müzmin bir işsizlik kitlesi”nin oluşmasıdır. Sosya11 Türkiye azgelişmiş bir ülkedir ancak “az gelişmiş memleketler arasında da Türkiye öncü olabilecek bir
durumdadır. Biz edebiyat olsun diye, övünelim diye, partili arkadaşlarımıza heyecan verelim diye söylemiyoruz şöyle söylediğimiz zaman: Türkiye nasıl dünyada milli kurtuluş savaşı vermiş, o şerefi kazanmış bir
ülke ise aynı zamanda azgelişmiş memleketler için sosyalist yolu ilk gösterecek ve açacak olan memlekettir
diyoruz. Bunu gerçekçi olarak söylüyoruz” (Boran, 1966/2010o: 626).
114 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
list düzende ise devlet ulusal ekonominin hem yöneticisi hem de düzenleyicisi olacaktır.
Sosyalist düzen emekten yana olduğu için hiç kimse milyoner, milyarder olamayacağı
gibi hiç kimse aç ve açıkta da kalmayacaktır. Bunu sağlamak amacıyla “ağır sanayi, büyük
sanayi işletmeleri, ithalat-ihracat, bankalar ve sair kredi kurumları devletleştirilecektir”.
Boran için kapitalizm batılı toplumlarının tarihsel uğraklarından biridir. Ekonomik
kalkınmanın geçerli tek yolunun kapitalizm olduğunu söylemek emperyalizmin, azgelişmişliği sürdürmek için uyguladığı ideolojik söylemlerden biridir. Batılı kapitalist ülkelerde, toplumsal yaşamın temel kategorisi olan sermayenin ve ona bağlı olarak ortaya
çıkan toplumsal kurulumun “o toplumları teşkil eden insanların faaliyetleri sonucu, ama
iradeleri ve niyetleri dışında meydana” geldiğini ifade eden Boran (1964/2010g: 566)
kapitalizmin belirli bir çevrede, batılı ülkelerde, bir kez ortaya çıktıktan sonra geri çevrilebilecek bir süreç olmadığı için toplumsal evrimin bir örneği olarak düşünür. Ancak
her ülkenin veya toplumun aynı şekilde evrileceğinin düşünülmesinin gerçekçi olmadığından hareket ederek, birbirinden farklı toplumların aynı aşamaları deneyimleyerek
gelişmelerinin ya da kalkınmalarının toplumsal özgüllükleri göz ardı etmek anlamına
geldiğini ifade etmektedir. Boran’a göre kapitalizmin ortaya çıktığı batılı ülkeler bir
kere kapitalistleştikten sonra kapitalistleşememiş//azgelişmiş ülkelerin, kapitalistleşmiş/
kalkınmış-gelişmiş ülkelere yetişme olanakları yoktur. Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerin
tüm olanaklarıyla kapitalist modelle kalkınmaya çabalamalarına rağmen başarısız olmalarının altında yatan temel etken bu geç kalmışlığın telafi edilememesi ve sürekli çevre
ülke olarak konumlandırılmasıdır. Basit bir biçimde ifade edilecek olursa, batılı kapitalist ülkelerin aksine azgelişmiş ülkelerde sermaye birikimi yetersizdir ve bu yetersizliğin
nedeni “milli gelirlerin düşük olması değil […] hasıl olan milli gelirin rasyonel bir şekilde,
verimli ve kalkındırmayı hızlandıracak yatırımlara” yönelmesini engelleyen emperyalist
uygulamalardır (Boran; 1992: 299-305).
Dönemin ruhu açısından kalkınmanın nasıl gerçekleşeceğine ilişkin tartışmanın,
biri kapitalist diğeri sosyalist olmak üzere, iki model etrafında sürdürüldüğü söylenebilir. Kapitalist modelle kalkınmayı öne sürenlere karşı kalkınmanın ancak sosyalizmle
mümkün olduğunu savunan Boran için (1962/2010n: 487) bu tercih, politik bir tercih
olmanın ötesindedir. Toplumsal ve tarihsel özgüllükler de azgelişmiş ülkelerin kapitalist
ekonomiyle gelişmesini engellemektedir. Batılı ülkelerde kapitalizm içsel dinamikleriyle
ortaya çıkmış ve günümüzde kendi başına bir sistem olarak örgütlenerek hem uluslararası pazara hem de azgelişmiş ülkelerin kaynakları üzerinde hâkimiyet kurmuşlardır. Bu
koşullar altında azgelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerle rekabet edebilmeleri ya da onlara
rağmen uluslararası pazarda var olabilmeleri mümkün değildir. Gelişmiş ülkelerin sermayesi, azgelişmiş ülkelerde rant ya da yüksek kâr oranlarını sağlayacak yatırımlar yapacağı için ulusal ekonominin de kontrolünü elinde tutacaktır. Dış yardımlar ve yabancı
yatırımlarla kalkınmayı planlayan ulusal ekonomi ise sadece gelişmiş ülkelerin gelişmişliğini yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır. Oysa sosyalist ekonomi ulusal
DTCF Çevresi 115
kaynakların, dış yardımlara ve yabancı yatırımlara sunulmasının önüne geçerek, onları
toplumun kalkınması için organize etmeyi amaçlar. Bununla birlikte “kalkınmanın yükünü sosyal sınıflar arasında adaletle bölüş[tür]mesi dolayısıyla halk kitleleri tarafından
benimseneceği ve destekleneceği için azami hızla ve bağımsızlıkla kalkınmayı” başararak sınıflar arasındaki mesafeyi en az seviyeye çekecektir. Bunların gerçekleşebilmesi için öncelikle toplumun kendi tarihsel sürecine uygun bir biçimde gelişmesinin sağlanması gerekir. Çünkü “hızını tarihten alan, tarihsel akışa uygun hareket” eden toplumlar başarıya
ulaşacaktır. Türkiye toplumu Kurtuluş Savaşı’yla anti-emperyalist ve anti-kapitalist bir
mücadele verdiğine göre kalkınmasını bu yönde sürdürmeye devam etmelidir. Bunun
için bugüne kadar dışarıda bırakılan emekçi kitlelerin yeniden siyasete dâhil edilmesi,
örgütlendirilmesi, söz–yetki–karar mekanizmasının başına geçirilmesi gerekmektedir.
Bunun sağlanabilmesi için Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) iktidara gelmesi gerekir.
Görüldüğü üzere Boran’ın azgelişmişlik çözümlemesi kalkınmanın tarihsel seyriyle
yakından ilişkilidir. Tarihsel gelişmenin uğraklarından birinde kapitalist bir modelle
kalkınmaya başlayan batılı ülkelerin, sermayenin doğası gereği, genişlemeye başlamaları
ve bunun bir sonucu olarak çevre ülkeleri sömürmeye çalışmaları azgelişmişliğin temel
nedenini oluşturur. Bu neden, yani çevre ülkelerin sömürgeleştirilmesi, sömürgeleştirilen ülkelerin kapitalist bir üretim modeli içerisinde kalkınmalarının önüne geçmektedir.
Bunun anlamı sömürgeleştirilen çevre ülkelerde azgelişmişliğin, batılı kapitalist ülkeler
tarafından süreklileştirilmesi ve uluslararası işbölümü içerisindeki rol dağılımının buna
göre yapılmasıdır. Boran’ın çalışmalarında, tam da bu nedenle azgelişmiş ülkelerin kapitalist bir modelle kalkınamayacağı vurgulanır. Kapitalistleşmiş ülkelerle eşit konuma
gelmeyi sağlayacak bir ekonomik kalkınmanın, azgelişmiş ekonomi içerisinde mümkün
olması için ekonomik ilişkilerin rekabeti aşarak, eşit bir düzlemde gerçekleşmesi gerekir.
Oysa tarihsel bakımdan batılı kapitalist ülkelerin, kapitalistleşmiş olmasının kendisi azgelişmişlik olgusunu üretmekte ve bunu süreklileştirmektedir. Öyleyse kapitalist ekonomi modeli devam ettiği sürece azgelişmişlik kaçınılmazdır. Ancak bu durum azgelişmiş
ülkelerin bu fasit çemberi kıramayacağı anlamına gelmez. Boran birçok çalışmasında
görülebileceği üzere, sosyalizm alternatifi sunmaktadır. Azgelişmişlikten kurtulmanın ve
böylelikle ekonomik olarak kalkınmanın rasyonel tek yolu sosyalizmdir. Sosyalist ekonomi, kapitalist ekonominin ürettiği eşitsizlikleri, görece olarak, ortadan kaldırabilecek
potansiyele sahiptir.
5. KALKINMA SORUNU, YENİ ARAYIŞLAR VE SOSYALİZM
Türkiye’de kalkınma sorunu genellikle çağdaşlaşma, modernleşme, ilericilik gibi
kavramlarla bir arada değerlendirilmektedir. Boran’a göre kalkınma ile modernleşme
aynı içeriğe sahip değildir. Kalkınma ekonomik bir ilerlemeyi ve görece olarak toplumsal refaha ulaşacak ekonomik bölüşüm politikalarını içerirken modernleşme egemen
sınıfların üzerinden gerçekleştirilecek tarihsel-toplumsal gelişmeyi içerir. Burjuvazinin
116 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
tarihsel-toplumsal misyonlarından biri hem sanayi hem de tarımsal üretimi modernleştirmek, Boran’ın (1992: 65) ifadesiyle “toplumu yeni teknolojiyle donatmayı başarmak ve
böylece Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmak” olmalıydı. Bu tarihsel-toplumsal
misyonun yerine getirilememesi sınıfsal çelişkilerin artmasına neden oldu.
Boran’a göre 27 Mayıs 1960 askeri darbesi, ordunun Türkiye’deki egemen sınıflar üzerinde yeniden “hakim ve nazım” duruma getirmişti. Bu açıdan bakıldığında, 27
Mayıs askeri darbesinin, söz konusu dönemde sol içinde uyandırdığı heyecanı Boran’ın
paylaştığını söylemek zordur. Ancak buna rağmen 28 Haziran 1960 tarihinde 27 Mayıs
ihtilalinin Generali Cemal Gürsel’e, oldukça dikkatli bir dil kullanarak, “hürriyet mes’elesi”ni ele alan bir mektup yazdı (Boran, 1960/2010p, 2329-2332). Mektubun temel
amacının ise askeri darbeyi hürriyet ve demokrasi konularında görece yönlendirmek
olduğu söylenebilir.
Türkiye’de sosyalist mücadelenin ve sol hareketlerin tarihinde 1960’ların özel bir
önemi vardır. Öncelikle Türkiye’de sol hareketlerin popülerlik kazanması ve görece kitleselleşip kendine bir taban oluşturmaya başlaması bu döneme rastlar. Bu dönem, aynı
zamanda sosyalist mücadelenin teorisi ve hedefine ilişkin ilk tartışmaların ortaya çıktığı
dönemdir. 27 Mayıs 1960 tarihinde gerçekleşen askeri darbesinin ertesinde hazırlanan
1961 Anayasası ile demokratik yaşamın genişlediği ve örgütlenme haklarının önündeki engellerin kaldırıldığı bilinmektedir. Türkiye’nin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs
Darbesi’nin ardından muhalif hareketlerde bir canlanma ortaya çıkmış, özellikle uzun
süredir baskı altında tutulan sol gruplar için politika yapmanın ve iktidara talip olmanın
olanakları oluşmuştu.
Aslında Türkiye Komünist Partisi (TKP) 14 Temmuz 1920’de dönemin siyasal gereklilikleri göz önüne alınarak gizlice kurulmuş (Tunçay, 2000: 95) ve böylece Türkiye’de örgütlü sosyalist mücadele başlamıştı. Ancak hareketin kitleselleşmesi için yaklaşık
kırk yıllık bir zaman geçmesi gerekmiş ve 27 Mayıs Darbesiyle birlikte kurulan Türkiye
İşçi Partisi (TİP) ile demokratik yollardan iktidara gelme, iktidarı ele geçirme talebi
gündeme getirilmişti12. Bu nedenle sol içerisindeki polemiklerin kitlesel bölünmelere
yol açmasının bu döneme denk gelmesi tesadüf değildi. Konumuz açısından kalkınma
sorununa yönelik temel ayrışmayı Sosyalist Devrim tezi ve onun savunucusu olarak
Boran ile Milli Demokratik Devrim (MDD) çevresi ile Avcıoğlu grubu (Yön çevresi)
üzerinden özetleyebiliriz.
12 “Türkiye İşçi Partisi, Türkiye sosyalist hareketinin bugüne kadar yarattığı en önemli legal örgüttür. 1961-
1971 arasını kapsayan 10 yıllık ömründe sosyalist ideolojinin meşrulaşması ve toplumsallaşması doğrultusunda çok önemli katkılarda bulunmuş, sosyalist mücadelede yepyeni bir mevzi açmayı başarmıştı. 1951
tevkifatından beri yurtiçinde bir varlık gösteremeyen TKP, örgütsel olarak ondan ayrışmış olmakla birlikte
ideolojik olarak Komintern geleneğine bağlılığını sürdüren Millî Demokratik Devrim Hareketi (MDD) ve
Doğan Avcıoğlu önderliğindeki Yön-Devrim Hareketi (YDH) yanında TİP, örgütlenme tarzı, mücadele
anlayışı ve iktidar perspektifi açısından yeni ve özgün bir strateji geliştirmişti” (Şener, 2007: 356). TKP
ve TİP arasındaki ilişkiler için bkz. (Babalık, 2005).
DTCF Çevresi 117
Mihri Belli’ye göre (1970: 19-28), emperyalizmin sömürüsü altındaki azgelişmiş ülkelerin sömürüden ve bağımlılıktan kurtulup sosyalizme geçebilmeleri için gerekli olan
ön aşama “Milli Demokratik Devrim” aşamasıdır. Ona göre “[B]ir toplumun sosyalist
devrim eşiğine varabilmesi için, onun gerçekten bağımsız ve gerçekten demokratik bir toplum durumuna yükselmesi, yani Milli Demokratik Devrim’in bütün görevlerini yerine getirmiş olması” gerekmektedir. Belli’nin yaklaşımına göre sosyalist devrim ancak bağımsız
bir ülkede gerçekleşebilir. Bu bağımsızlığı sağlamanın yolu ise, atlanamayacak bir aşama
olarak Milli Demokratik Devrimi gerçekleştirmek ve daha sonra kitlelere sosyalizmin
propagandasını yapmaktır. MDD’cilerin yaklaşımına göre milli demokratik devrim “asker–sivil–aydın zümre” tarafından gerçekleştirilecektir. Bunun nedeni “asker-sivil-aydın
zümre kök bakımından, genel durum bakımından, içinde sayılması gerektiği küçük burjuvazinin en güçlü kolunu teşkil” etmesiyle ilgilidir. Benzer görüşlere sahip olan Doğan
Avcıoğlu’nun yaklaşımının ayırt edici özelliği, sosyalist bir proje ve tasarım olmaktan
çok Kemalizm’in sol yorumu olmasıdır. Avcıoğlu ve Yön-Devrim çizgisi Kemalist devrimlerin tamamlanmadığı söyleminden hareketle, “zinde kuvvetler” olarak gördükleri
askeri kadroları, eksik kalmış, tamamlanmamış devrimleri tamamlamaya çağırırlar. Avcıoğlu ve çevresinin sosyalizm kavrayışı, Kemalizm’in ideolojik alt yapısını oluşturan
ve Aydınlanmacı değerleri içeren başat kavramların gerçekleştirilmesiyle sınırlıydı. Bu
nedenle Avcıoğlu’na göre (Avcıoğlu, 1962: 3; Akt: Pınar, 2008: 196) “sosyalizm; halkçılık, devletçilik, devrimcilik, laiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkelerine dayanan
Atatürkçülüğün en tabii sonucu ve devamıdır.” Bu nedenle MDD çevresi düşüncelerini
Marx, Lenin ve Mao gibi sosyalist figürler üzerinden bir meşruiyet ve temellendirme
çabasındayken Avcıoğlu ve Yön-Devrim çevresi için Kemalizm’in kendisi yeteri kadar
güçlü bir meşruiyet ve geçerlilik üretmektedir.
TİP çizgisi ve bunun temsilcilerinden biri olarak Boran, MDD ve benzeri yaklaşımları temelden reddetmektedir. Boran’a göre (1970/2010r: 828-830) Milli Demokratik
Devrimi savunanlar emperyalizmle ve feodalizmle mücadele konusundaki kararlılıklarını kapitalizmle ve burjuvazi ile mücadelede gösterememektedirler. Boran’a göre Milli
Demokratik Devrim düşüncesi “2. Dünya Savaşından sonra, özellikle yeni bağımsızlığına
kavuşmuş ülkeler için düşünülüp ortaya atılmış” bir düşüncedir ve:
[…] işçi sınıfı olmayan veya çok küçük olan, bunun için de işçi sınıfı partisi bulunmayan ülkeler için ileri sürülmüştür. Buna göre, ara sınıflar, aydın - yönetici tabaka,
küçük kent burjuvazisi, köylü kentli emekçilerle birlikte bir koalisyon halinde iktidarı
atıp milli bağımsızlığı ve kapitalist olmayan bir yoldan gelişmeyi sağlayacaklardır.
Devletçi bir politika izleyecekler, bu devlet kapitalizmi niteliğinde olacaksa da siyasi
ve iktisadi bağımsızlığı savunan, içte kalkınmaya, sanayileşmeye yönelen bir devletçilik olacağı için olumlu, ilerici bir devletçilik sayılacaktır. Şu veya bu ölçüde sosyalist
nitelikte bir hareket, sosyalist aydınlar, gruplar varsa, onlar da bu koalisyon hareketine katılacaklar, onu destekleyecekler, halktan yana, sosyalizmden yana etkilemeye
çalışacaklardır (Boran, 1992: 323).
118 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
Boran’ın kalkınma yaklaşımının temelinde işçi sınıfı bulunur. İşçi sınıfına yönelik
vurgusu ise Marksist teoriyle kurduğu ilişkinin bir neticesidir. MDD savunucularının,
Cumhuriyet’in kurucu kadrolarının gerçekleştirmeye çalıştığı milli burjuvaziyi, özellikle
Çin Devrimi’nden etkilenerek, Türkiye’de inşa etmeye çalışmalarına Boran işçi sınıfı ile
karşılık verir.
MDD konusuyla ilgili olarak Boran (1980/2010s: 2076-2081), üç ayrımın önemi
üzerinde durur: ona göre pre-kapitalist ya da feodal ilişkilerin başat olduğu toplumlarda
milli demokratik devrim hem otokrasiyi/hanedanlığı hem de feodal ilişkileri ortadan
kaldırmak için işlevsel olabilir. Boran’ın sıklıkla belirttiği üzere bu aşama önceden sömürgeleştirilmiş ve 2. Dünya Savaşı’ndan sonra bağımsızlığını kazanmış ülkeler için
geçerliyken, Türkiye açısından aşılmış bir süreçtir. Eğer milli demokratik devrim yaklaşımı, gelişmiş kapitalist ülkeler açısından ele alınacak olursa, söz konusu ülkelerdeki tekelleşmenin işçi sınıfını sömürmekle kalmayıp tekeldışı burjuvaziyi de baskı altına aldığı
söylenebilir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken husus emek ile sermaye arasındaki
çelişkinin burjuvazinin ebatlarına göre biçimlenmediği gerçeğidir. Boran’a göre tekeldışı
sermayenin işçi sınıfıyla güçlü bir ittifak içerisine gireceğini düşünmek emek-sermaye
çelişkisini göz ardı etmek anlamına gelir. Her şeyden önce tekeldışı orta ve küçük burjuvazi “emperyalizmle, büyük tekelci burjuvaziyle uzlaşmak, anlaşmak” eğilimde olan “kaypak, bir uçtan öbür uca savrulabilen güvenilmez kesimlerdir”. Gelişmiş kapitalist ülkelerle
sömürgeden yeni çıkmış bağımlı ülkeler arasındaki orta gelişmişlik düzeyinde bulunan
ülkeler açısından milli demokratik devrim yaklaşımını çözümlemek için ülkedeki burjuvazinin tekelleşme düzeyinin anlaşılması gerekmektedir. Ancak burjuvazinin tekelleşme
oranının yanı sıra tarımsal durumun da analiz edilmesi gerekir. Orta gelişmişlik düzeyinde bir ülke olan Türkiye özelinde konuya yaklaşan Boran, Türkiye’deki mücadelenin, her ne kadar feodalizmden kalıntılar varsa da, feodalizm olmadığını, bunun yerine
kapitalizm ile mücadele edildiğini ifade eder. Özellikle 1960’lardan sonra sermayenin
tekelleşmesi ve tekeldışı burjuvazinin de aynı süreçte “palazlanması” Türkiye’deki sosyalist mücadeleyi anlamak bakımından önemlidir. Boran’a göre tekellerle mücadele etmek
ve “demokrasi cephesinin bir unsuru olarak tekeldışı burjuvazi”nin desteğini alınabilir ve
böylelikle tekellere karşı verilen mücadele bir başarı sağlanabilir. Ancak bir şartla: tekeldışı sermayeye karşı sürekli uyanık ve dikkatli olmak koşuluyla.
1960’lı yıllarda başlayan ve Türkiye’deki sosyalist potansiyelin bölünmesine neden olan Milli Demokratik Devrim, Ulusal Demokratik Devrim, Demokratik Halk
Devrimi gibi farklı isimlerle anılan fakat benzer içeriklere sahip olan ulusal kalkınmacı
yaklaşımların karşısına Sosyalist Devrim teziyle çıkan Boran için mesele “proleter devrim” meselesidir. Aslında bu durum ironi içerir, çünkü ulusal kalkınmacıların da şiarı
proleter devrimdir. Boran’ı diğerlerinden ayıran husus, bilimsel sosyalizmin öngördüğü
şekilde işçi sınıfı konseptini toplumsal analizinin merkezine yerleştirmesidir. Kuşkusuz
kalkınma sorunu ve ulusal kalkınmacılık konusu Türkiye’deki sosyalist, sosyal demok-
DTCF Çevresi 119
rat ve sol-liberal literatürün önemli tartışma konularından biridir. Sol siyaset içerisinde
kalkınma konusundaki görüş farklılıklarının temelinde Türkiye’nin tarihsel-toplumsal
formasyonu, sınıfsal kompozisyonu, köylülüğün ve feodalitenin düzeyi, Türkiye’deki
burjuvazinin ulusal niteliği, Kemalizm, sivil-asker-aydın zümrenin ittifak potansiyeli
gibi konulardaki ihtilaflar bulunmaktaydı. Murat Belge (2007: 30) Türkiye’de Sosyalizm
Tarihinin Ana Çizgileri’nde bu sorunu, bir başka açıdan, şöyle ifade eder: “[…] Marksizm Türk intelligentsia’sının arasına (başka birçok toplumda da olduğu gibi) bir “ulusal
kurtuluş” ve “ulusal kalkınma” reçetesi olarak girdi. Batı’daki “eşitlik”, sömürünün ortadan
kaldırılması”, “sosyal adalet” gibi özlemlerin ağırlığı burada fazla duyulmadı. Duyulmasını
kolaylaştıracak derinleşmiş sınıf farkları zaten yoktu. ‘Farklılık’, geleneksel olarak, sınıfsal
değil, etnik alanda hissedilmişti ve bu eskiye oranla daha da etkili hale gelmiş bir ‘toplumsal ayrım çizgisi’ydi” diyerek Türkiye’de Marksizm’in anlaşılmasındaki temel uğraklara
dikkat çeker.
Belge’nin (2007: 45) dikkat çektiği bir başka husus sosyalizmin ilk deneyimleri
olarak kabul edebileceğimiz Sovyet, Çin ve diğer sosyalist uygulamaların “[…] iktidar
yapılarını, ‘halkçı’ olduğunu iddia ve ilân eden kadroların eline vererek, bir ulusal kalkınma hamlesi” başlatmalarıdır. Bu yüzden sosyalizm sadece bir politik ideoloji değil aynı
zamanda “sermaye birikimini hedef almayan bir millî kalkınma modeli” olarak anlaşılıyordu. Bu kalkınma stratejisinin belirlenmesinde ulusal ve uluslararası konjonktürün
önemli bir etkisi ve katkısı vardı. Sonuç olarak, yeni bir kuramsal açıklama aracılığıyla
gelişmiş kapitalist dünyaya karşı alternatif dil üretmek ve politik bir duruş geliştirmek,
bunun yanı sıra kalkınmanın ulusal olanaklarını yaratmak amacıyla sosyalizmi millileştirmek olarak özetlenebilecek bir çaba, son tahlilde, sınıf mücadelesini ve siyasetini,
sosyalist siyasetin gündeminden çıkarmaktaydı.
Ulusal kalkınmacılığın aksine Sosyalist Devrim tezinin kalkınma perspektifi kapitalizmden radikal kopuşu içerir. Boran’a göre (1992: 231-232) batılı kapitalizmin üretim anarşisi “tüketimi insan hayatının baş amacı” haline getirmiştir. Azgelişmiş bir ülke
olarak Türkiye için sorun şudur: “üretim güçlerini hızla geliştirip üretimi arttırmak, ileri
sanayi toplumlarının bolluk ekonomisi düzeyine erişinceye kadar, başta gelen hedefine odaklanarak batılı kapitalist modeli kullanarak mı kalkınacaktır?”
Boran’a göre bu sorunun cevabı açık ve net bir “hayır”dır. Boran’ın birçok kez ifade
ettiği üzere Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerin kapitalist modelle kalkınmaya çalışmaları
azgelişmişliklerinin devam etmesine neden olmaktan öte bir anlam taşımaz. Çünkü azgelişmiş ülkelerden önce kapitalistleşmiş olan batılı kapitalist ülkeler azgelişmiş ülkelerin kapitalistleşerek gelişmesine izin vermezler. Bu nedenle azgelişmiş ülkeler kapitalizm
dışında bir modelle kalkınmak durumundadır. Kapitalist model dışında kalkınmanın
tek yolu ise sosyalizmdir. Sosyalist kalkınmanın ilk ve gerekli ilk şartı sosyalist iktidardır.
120 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
Yani kalkınmanın gerçekleşebilmesi için öncelikle politik açıdan sosyalist bir iradenin
egemen olması gerekmektedir. Sosyalist kalkınma her ne kadar ekonomik bir kalkınmayı ima etmekteyse de bundan çok daha geniş bir çerçeve çizer. Boran’a göre (1992: 232)
sosyalist kalkınma “bilinçli, planlı, halk kitlelerinin hizmetinde ve denetiminde bir kalkınma olacağından, üretim amaçlarıyla kültür amaçları, maddi ve manevi açıdan insanca
yaşamak şartlarının geliştirilmesi amacı birbiriyle ahenkleştirilecek, bütünleştirilecektir”.
Boran, parlamenter demokrasi içerisinde iktidara gelmek sosyalizmi iktidar yapmak
için yeterli olmayacağını farkındadır. Sosyal Adalet Dergisine yazdığı Kestirme Yol Yoktur
(1963/2010t: 548-550) isimli makalesinde açık ve net bir biçimde, sosyalizmin iktidar
olabilmesi için, MDD savunucuları ve Avcıoğlu ve çevresinin aksine, silahlı güçlerin
değil halkın iradesinin tecelli etmesi gerektiğini savunur. Ona göre sosyalizme kendi
iradesiyle karar vermemiş, ikna olmamış bir halk kütlesinin kendi adlarına yapılmış bir
programa uygun davranmalarını sağlanamaz. Öyleyse mesele, örgütlenme ve kapitalist ikiyüzlülük ile sosyalist dayanışmayı geniş halk kitlelerine anlatarak iktidara gelme
meselesidir. Boran’a göre iktidara gelmek için “kestirme yollara” ihtiyaç yoktur; ihtiyaç
olan şey kendi “tarihsel gelişmemiz ve bugünkü şartlarımız ışığında, hem kısa hem başarılı olacak yol Anayasa teminatı altında halk kütlelerini bir an önce teşkilatlandırıp onları
aldatan partilerin tesirlerinden kurtarmak, kendi hakları uğruna politik parti mücadele
yörüngesine” yerleştirilmesidir. Eğer bilimsel sosyalizmin çözümlemesi göz ardı edilirse,
Türkiye koşullarında sosyalist mücadelenin, küçük burjuva sapması yaşaması kaçınılmaz olacaktır.
Boran (1969/2010u: 720-723) Sosyalist Harekette Küçük Burjuva Etkenler isimli
makalesinde Türkiye’deki egemen ideolojinin küçük burjuva ideolojisi olduğunu ifade
ederek sosyalist mücadelenin, bilimsel sosyalizmin ürettiği perspektiften koparak küçük burjuva ideolojisiyle eklemlendiğini öne sürer. Halkın cahil ve kendi çıkarlarından
habersiz olduğu düşünen ve bu nedenle “halk için, halka rağmen” denilerek devletin
zorla ele geçirilmesini hedefleyen kestirme yol arayışları bunun tipik örneğidir. Benzer
biçimde burjuvazinin “milli” ve “ilerici” unsurlarıyla ittifak arayışına giren ve tüm motivasyonunu “güç birliği” arayışlarına harcayan “küçük burjuva anarşizmi”nin işçi, emekçi
kitlelerden kopması bunun bir başka örneğidir. Ona göre “Türkiye’nin şartlarına uygun
ve özgü, ama bilimsel sosyalizmin temelinden ayrılmayan”, içinde bulunduğu tarihsel aşamayı farkında olan bir sosyalist stratejinin üretilmesi gereklidir. Bu gerçekleştirildiği
takdirde Türkiye’nin azgelişmiş memleketler için sosyalist yolu ilk gösterecek ve açacak
olan memleket olduğu düşüncesindedir.
5.1. Kalkınmanın Tarihsel-Sınıfsal Niteliği ve Enternasyonalizm
Boran kalkınma sorununu, bilimsel sosyalizmin tarih kavrayışını kullanarak değerlendirir. Dolayısıyla toplumsal gelişmede, toplumların genel ilerleyişinin yanı sıra özgüllüklerinin de önemli bir payının olduğu üzerinde durur. Bu yaklaşımından ötürü genel
DTCF Çevresi 121
anlamda toplum, özel anlamda ise kalkınma konusundaki düşüncesi, tüm toplumlar
için geçerli olan ve mekanik-doğrusal-düz-çizgisel bir hat üzerinde ilerleyen modernist
tarih yaklaşımı yerine genel nitelikler bakımından ortaklıkları olan ve aynı zamanda biri
diğerine indirgenemeyecek özgünlükler içeren bir tarih-toplum yaklaşımını benimser.
Boran’ın 1970’lerin ikinci yarısında görülebilen ve 1960’larda MDD’ye karşı tez üretirken kendini acıka vuracak olan Eşitsiz ve Birleşik Gelişme Yasasına ilişkin düşüncelerine
1940’lı yıllarda sosyolog olarak akademide gerçekleştirdiği çalışmaları sırasında ulaştığı bu düşüncelerinin sonrasında da siyaset kuramına büründüğü söylenebilir (Atılgan,
2007:142-143).13 Bu da Boran’ın bilimsel düşüncelerini siyaset kuramına yansıttığı anlamını taşımaktadır.
Toplumsal gelişmeyi ve kalkınmayı, her biri kendi içinde özgün bir tarih-toplum
vurgusuyla ele almak, söz konusu dönemdeki modernleşme okulunun tarihsel ilerleme
yaklaşımını kabul etmemek anlamına gelmekteydi. Bu tarih-toplum yaklaşımı, Boran’ın
kapitalist kalkınma modelini takip ederek kalkınmanın mümkün olmadığını ifade etmesinin nedenlerinden biridir. Azgelişmiş ülkeler açısından, batılı kapitalist ülkelerin
geçirmiş oldukları evreleri, yaşadıkları tarihsel süreçleri tekrar etmek ve onları model
almak azgelişmiş ülkelerin kalkınmasını sağlamayacağı gibi onları daha da bağımlı hale
getirir. Bunun için azgelişmiş ülkelerin ihtiyacı olan şey, tarihte “sıçrama yapmalarını
sağlayacak” farklı bir kalkınma pratiğini işletmektir; Boran için kapitalizm dışındaki
kalkınma pratiği ve tarihsel sıçrama ancak sosyalizm ile mümkündür.
Tarihsel açıdan doğrusal ya da mekanik evrim görüşünü reddeden Boran için tarihsel gelişim bir kader ya da tanrı buyruğu olmadığı için, tarihe yön verilmesi gereklidir.
Boran’ın metinlerinden çıkarılacak genel bir sonuç, onun için siyaset yapmanın aynı
zamanda tarihe yön vermek için mücadele etmenin araçlarından biri olarak kullanılmasıdır. Sosyolojiyi de toplumu değiştirme açısından önemli görür ve akademide olduğu
yıllarda akademik yazılarında bunu dile getirirken popüler dergilerde de, toplumu değiştirmede önemli gördüğü toplumu aydınlatma görevini yerine getirme çabasındadır.
Kalkınma konusunda tarihe verilecek yön nedir, sorusuna sosyalizm cevabını veren Boran için diğer bir soru bunun nasıl olacağıdır. Toplumların kendilerine özgü yanları olduğuna göre bu özgünlüklerden yola çıkılarak hareket edilmeli ve kalkınmanın sosyalist
karakteri bu özgünlükler üzerinden inşa edilmeliydi. Bu nedenle Sovyetlerdeki sosyalist
devrimin izlenmesi ve model alınması doğru bir siyaset olarak kabul edilemezdi. Demokratik ilkeleri benimseyen ve planlı ekonomiden yana olan Aybar (1970: 5) Forum
Dergisinin 375. sayısında, Sovyet Devriminden alınacak ilk dersin “[…] sosyalizmin evrensel kanunlarından hareket ederek, her toplumun kendine özgü yol bulması” olduğunu
ifade etmişti. Bu prensip olarak, Boran’ın da benimsediği bir yaklaşımdı fakat kastettikleri şeyler birbirlerinden farklıydı. Boran, 1969 yılında ikinci baskısı yapılan, Türkiye ve
Sosyalizmin Sorunları’nın (1992: 10) önsözünde “[…] son tartışmalar gösterdi ki, “Sos13 Boran’ın bu konuda ileri sürdüğü tezler için Atılgan’a (2007: 141-145) bakılabilir.
122 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
yalist uygulamada her ülke için geçerli, hazır, tek bir reçete yoktur.” “Türkiye’nin şartlarına
uygun sosyalist yöntem” ve “sosyalizm özde tek, uygulamada çeşitlidir” ifadelerinden M.
A. Aybar’ın ve benim çıkardığımız anlamlar ve sonuçlar çok farklıdır” diyerek bu ayrımı
netleştiriyordu. Boran’a göre Aybar’ın “güler yüzlü sosyalizm”i “nev’i şahsına münhasır”
bir model olma yolundaydı ve sosyalizmin evrensel kanunlarından gittikçe uzaklaşan bir
siyaset izlemekteydi.
Belge’nin yukarıda Türkiye’deki sosyalistlerin kalkınma düşüncesinin özeti olarak
söz ettiği “sermaye birikimini hedef almayan bir millî kalkınma modeli”, Türkiye’deki
sol mücadelenin özellikle 1960’lı yıllardan sonra başlıca tartışma konularından biriydi.
Kalkınma modeline ilişkin bu yaklaşım aynı zamanda tarihsel ve toplumsal özgüllüklerden bağımsız olarak, sosyalizmin evrensel kanunlarından biri olarak kabul edilmekteydi.
Boran açısından, Türkiye şartlarına uygun bir kalkınma stratejisinin Sovyet deneyimi
ile birebir örtüştürülerek gerçekleşmeyecek olması, o deneyimden bağımsız olarak gerçekleşeceği anlamına gelemezdi. Ona göre bu konuyla ilgili yürütülen tartışmanın temel
belirleyicisi enternasyonalizmdi.
Boran (1992: 116-138) için sosyalizm, aynı zamanda işçi sınıfının enternasyonal
bir hareketi olarak nitelendirilir. Enternasyonalizm vurgusu ya da işçi sınıfı hareketinin
tüm dünyada ortak bir şekilde sürdürüldüğü düşüncesi “kendi sınırları içinde” kabul
edilebilecek bir savdır. Boran’a göre geçmişte ve günümüzde yaşanan tecrübeler “tek
bir enternasyonal işçi sınıfı hareketinden söz etmeyi doğrulayacak derecede bir bütünleşme
(entegrasyon) çeşitli ülkelerin işçi sınıfları arasında meydana” geldiğini göstermemektedir.
Aynı durum sendikalar ve işçi sınıfını temsil eden siyasal partiler için de geçerlidir. Boran’a göre işçi sınıfının enternasyonal bir karakter sergileyememesinin nedenlerinden
biri kapitalizmin yapısal özellikleridir. Kapitalizmin beklendiğinden daha dirençli bir
yapısının bulunması, kriz yönetimi konusundaki becerisi ve emek politikaları üzerindeki baskısı ile ilgilidir. Böylelikle sosyalist devrimin gerçekleşmesi için gereken koşullar,
kapitalizmin manevraları ile ertelenebilmiştir. Bunlardan en belirgin olanı batılı gelişmiş
kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfının görece tatmin edilmesi ve yaşam koşullarının iyileştirilmesidir. Böylelikle uluslararası alanda işçi sınıfı arasında çıkar farklılıkları oluşmuş,
işçi sınıfı arasında oluşması gereken enternasyonal bağlılık zayıflamıştır.
Boran işçi sınıfının enternasyonal bağlarının zayıflamasının enternasyonalizmi yeniden güçlendirmekle aşmayı hedeflemekle beraber, işçi sınıfının ulusal sınırlar içerisinde
örgütlenmesinin hem ulusal hem de enternasyonal mücadele için gerekliliği üzerinde
durur. Boran’a göre (1992: 139-145) sosyalist bir iktidarın kalkınma pratiği kendi ulusal işçi sınıfı üzerinden gerçekleşecektir. Bunu sağlamak için işçi sınıfı öncelikle ulusal
sınırlar içerisinde örgütlenmeli ve sınıf mücadelesini kendi topraklarında vermelidir. Bu
mücadelenin verilebilmesi için işçi sınıfının sosyalist bir bilince kavuşturulması ve burjuva milliyetçiliğinden arındırılması gerekir. İşçi sınıfının çıkarlarının herkesin çıkarı olduğunun anlatılması ve ulusların kapitalist tahakkümden kurtarılmasının yolunun sos-
DTCF Çevresi 123
yalizmden geçtiğinin anlatılması gereklidir14. İşçi sınıfının ulusal düzeyde örgütlenmesi
enternasyonal anlayıştan ve mücadeleden vazgeçme ya da onun işlevsiz olduğu anlamına
gelmez. Boran’a göre insanlığın şu an içinde bulunduğu ve tecrübe ettiği sosyoekonomik ve politik koşullar tüm ulusları özgür bir biçimde tek çatı altında, kardeşçe toplayan enternasyonalizm düşüncesinin gerçekleşmesine olanak vermemektedir. Ona göre
bu anlamıyla enternasyonalizmin gerçekleşmesi uzun zaman alacaktır, çünkü sosyalizm
sadece bir ekonomik örgütlenme modeli değildir, aynı zamanda bir “hayat tarzı”dır.
5.2. Sosyalizm, Mücadele, TİP ve Birleşik Cephe
Boran’ın kalkınma sorununa yaklaşımı iki kısımda değerlendirilmelidir. Bunlardan
ilki gelişmişlik düzeyi olarak gelişmiş – azgelişmiş ikiliği, ikincisi ise kalkınma yöntemi
olarak kapitalist – sosyalist paradigmalar olarak değerlendirilebilir. Boran’a göre gelişmiş
kapitalist ülkeler bir kez geliştikten ya da kapitalistleştikten sonra bunu sürdürebilmek
için sömürgecileşmek zorundadır. Bu nedenle kendilerini merkez ülke olarak kodlayıp
çevre ülkelerin kaynaklarını sömürerek gelişmişliklerini devam ettirirler. Bu emperyalist
tutumdan kurtulmak için sömürülen, azgelişmiş ülkelerin kalkınması gerekir. Ancak
bu azgelişmiş ülkelerin kalkınması kapitalizmle olması mümkün değildir. Çünkü kendilerinden önce kapitalistleşmiş olan ülkelerin kendi varlıklarını sürdürebilmeleri için
onların azgelişmişliklerinin devam etmesi gerekir. Öyleyse bir başka kalkınma paradigmasına ihtiyaç vardır: sosyalizm.
Boran’a göre azgelişmiş ülkelerin kalkınmasının yegâne yolu sosyalizmdir ve sosyalizm sadece bir kalkınma yolu değildir. Kalkınma kavramı, genellikle ağır sanayi hamleleri yaparak ülkenin yer altı ve yer üstü kaynaklarının etkin ve verimli bir biçimde kullanılmasını içerir. Bu sanayi hamlesi, aynı zamanda ticareti de etkileyecek ve böylelikle
ülkenin toplam pazar hacmi artacak, istihdam alanı genişleyecek, kişi başına düşen milli
gelir yükselecek ve ekonomik kalkınma gerçekleşmiş olacaktır.
Boran, sosyalist kalkınmadan söz ederken bir yandan emperyalist sömürüden kurtulmuş kendi öz kaynaklarıyla ekonomik kalkınmayı gerçekleştiren bir kalkınmayı hem de
kişilerin kendi yaratıcılıklarını ifade edebildikleri, dil, din, etnik ayrımcılığın olmadığı,
kültür ve sanat pratiklerinin gündelik yaşamın bir parçası haline geldiği ve bu pratiklere
herkesin kolaylıkla erişebildiği bir kalkınmadan söz eder. Bu yönüyle düşünüldüğünde
sosyalist kalkınma aynı zamanda sosyalizm aracılığıyla sağlanan toplumsal gelişmedir.
Çünkü Boran’a göre sosyalizm sadece bir ekonomik model değil aynı zamanda toplumsal bir model ve insanların kendi insani potansiyellerini hiçbir baskı mekanizmasıyla
karşılaşmadan ifade edebilecekleri bir toplumsal projedir.
14 Boran’a göre (1992: 141-142) aydınların misyonu burada başlar. Sınıfsal konumları ne olursa olsun
aydınların misyonu fikir, bilim, sanat alanlarında işçi sınıfını örgütleyecek ve onu bilinçlendirecek
eserler ortaya koymaktır. “Sosyalizmi işçi sınıfının ve öbür emekçi sınıfarın ideolojisi haline getirmek, yani bu görüşleri onlara benimsetmek, onlara uygun -atitüd-”leri oluşturmak ve davranışlara
yöneltmek, uzun, sistemli örgütleme, politik eylem içinde eğitme, bilinçlendirme” misyonunu üstlenen aydınlar aynı zamanda sosyalist teoriyi geliştirmeye devam etmek zorundadır.
124 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
Ancak sosyalizme geçiş hızlı ve kolay bir süreç olmayacaktır. Bunun için sınıf mücadelesinin sürdürülmesi ve bilimsel sosyalizmin evrensel ilkeleri altında bir sınıf partisinin
öncülüğünde hareket edilmesi gereklidir. Boran’a göre Türkiye’nin öncü sınıf partisi
Türkiye İşçi Partisi (TİP) işçi, köylü, emekçi kitlelerin haklı mücadelesini sürdürmektedir. Nihai amacı sosyalizm olan Partinin tarihsel misyonunu yerine getirebilmesi için
geniş halk kitlesinin her kesime kendini anlatabilmesi gereklidir.
Atılgan’ın ifadesiyle (2007a: 187-214) “Türkiye sosyalist hareketi, TİP’e gelinceye kadar genellikle yeraltında ve polis takibinde küçük aydın ve işçi” çevreleriyle sınırlıydı. Bu
yüzden TİP’in 1965 seçimlerinde on beş milletvekiliyle Meclise girmiş olması, Türkiye’deki sosyalist mücadele açısından önemli bir kazanımdı. 1968’de Avrupa’da başlayan
gençlik hareketleri, bunun Türkiye’ye yansımaları ve Türkiye sosyalist hareketi içerisindeki tartışmalar ile TİP’in kendi içerisinde yaşanan ayrışmalar, bir siyasal hareket olarak
TİP’in toplum ve sosyalist taban üzerindeki etkisini kaybetmesine neden oldu. 1969
seçimlerinde, 1965 seçimlerine göre daha düşük bir oy alarak sadece iki milletvekili
çıkartabildi. Bu dönemde TİP içerisinde üç ayrı grup oluştu. MDD’ciler fiili olarak
Parti yönetimini ele geçirmek için uğraşıyordu. Aybar iktidar olmayı sınıf mücadelesinin önüne geçirmişti. Boran ve Sadun Aren ise Emek Grubu olarak hareket ediyorlardı.
TİP’in misyonuna ilişkin Parti içerisindeki bölünmeler kopuşu zorunlu hale getirdi.
Boran’a göre TİP, kitlelere örgütleri aracılığıyla seslenen, emekçi sınıfların mücadelelerinde ve bu mücadeleler için gerekli araçların kullanılmasında öncü, örgütleyici olan; işçi ve emekçi kitlelerin önüne düşen, kendiliğinden mücadeleleri sosyalist
mücadeleye dönüştürmeye, onları eylem içinde sosyalist bilince kavuşturmaya çalışan,
bütün işleri çekip çevirebilmek için sosyalist militanlar yetiştiren bir parti olmalıydı
(Atılgan, 2007a: 201).
1969 Kasımında Aybar istifa etti. Bu dönemde Boran (1970/2010v: 790-794) bir
yandan MDD’cilerin Parti organlarını ele geçirmesinin önüne geçebilmek için küçük
burjuva etkenlerle mücadele etmek diğer yandan işçi, emekçi sınıf içerisinde örgütlenme
ve propaganda mücadelesine ağırlık verilmesi gerektiğini ifade etti. 1970 yılında toplanan IV. Büyük Kongrede Boran başkan seçildi ve böylelikle TİP içerisinde bir “arınma”
yaşandı. Partinin çizgisi Marksist-Leninist bir çizgi olarak netleştirildi. Fakat çok geçmeden 12 Mart 1971 yılında ordu bir muhtırayla Adalet Partisi iktidarını devirdi. Atılgan
(2007a: 206-207) bu sürecin Türkiye’deki sosyalist sol açısından bir turnusol kağıdı
işlevi gördüğünü ima ederek, birçok sosyalist sol hareketin muhtıraya destek verdiklerini
ifade eder.
Oysa Boran (1971/2010y: 888-893), 12 Mart muhtırasını destekleyen ve orduyu
sosyalist mücadelenin bir bileşeni olarak gören, orduyu “göreve” davet eden ve kendini
ordunun pratiklerinde gören solu eleştiriyor ve yeniden “işçi ve emekçi sınıfların ekonomik ve politik mücadelesini örgütlemek” misyonuna geri çağırıyordu. 12 Mart muhtırasının belirli bir ivme kazanan işçi sınıfı hareketinin “bir kesintiye veya engellemeye”
DTCF Çevresi 125
uğramasından endişe ediyor, 12 Mart muhtırasının şart koştuğu “reformlar”ın kapitalistleşmeye hizmet etmekten öte bir anlamının olmadığını ifade ediyordu. 20 Temmuz
1971’de Parti kapatıldı. Boran tutuklandı.
14 Temmuz 1974 tarihinde tahliye edilen Boran, TİP’i yeniden kurdu. Ancak geçen
süre içinde öngördüğü şekilde işçi sınıfı tabanında ciddi kaymalar olmuştu. 1977 ve
1979 yılındaki seçimlerden alınan oyların düşük olması sosyalist sol içerisinde bir süredir tartışılmakta olan “tek cephe” konusunu yeniden gündeme getirdi.
1979 seçimlerine “Sosyalizmin Bayrağını Meclis’e Dikeceğiz” sloganıyla giren TİP seçimden ciddi bir yenilgiyle çıktı. Seçimin ardından Boran “işçi sınıfının politik birliği
ve tekleşmesi sorunu”nu gündeme getirdi. Bu seçim yenilgisi partide bir özeleştiriye neden oldu ve bunun bir ürünü olarak Sorunlarımız, Görevlerimiz: Tek Parti, Tek Cephe
(1980) isimli bir kitapçık yayınlanarak sosyalist sol için bir birleşme stratejisi oluşturulmaya çalışıldı. Kitapçık TİP Merkez Yönetim Kurulu tarafından, ortak bir dille kaleme alındı. 1979 seçimlerden beklenmedik bir sonuç alan TİP’in, bir anlamda kendini
ortadan kaldırma girişimi olarak yorumlanabilecek bu sürecin devamı TİP’i TKP ile
birleşmeye götürdü. Her ne kadar adı birleşme olsa da aslında TKP’nin TİP’i kendi
içinde soğurmaya çalıştığını söylemek daha doğru olacaktır (Atılgan, 2007a: 240-256).
Kitapçıktaki önemli tespitlerden biri sosyalistlerin burjuvazinin ataklarına karşı gerekli
ve etkili manevraları geliştiremediğidir. Bu tespit, burjuvaziye karşı etkili bir güç oluşturabilmek için sosyalist solu birleşmeye çağırmaktadır. Birbirinden kopuk ve dağınık
haldeki sosyalist grupları tek çatı altında birleştirerek güçlerini arttırmayı planlayan bu
birlik çağrısının göz ardı ettiği şey, uzun zamandır devam eden ve taktik farkları aşan
kuramsal savrulmalardı.
TİP tarafından hazırlanan kitapçık Boran’ın altını kalın bir biçimde çizdiği kuramsal
yaklaşımdan pek uzaklaşmamaktadır15. Ancak Atılgan’ın (2007a: 251) yerinde tespitiyle, kitapçıkta Sosyalist Devrim tezini dışlamayan, sosyalist iktidarı birincil hedef olarak
tanıyan fakat buna ek olarak demokratik iktidar kartını da açan bir dil kullanılmaktaydı.
Bu yaklaşımın Sosyalist Devrim tezinin içini boşaltarak devre dışı bırakmasının önüne
geçebilecek kuramsal zemin “demokratik güçlerle ittifak” yapma zorunluluğunu dayatan
somut koşullar tarafından geri çekiliyordu. Şubat 1980’de basılan kitapçık şöyle bir
çağrıyla sona eriyordu (TİP, 1980: 148):
Başımı işçi sınıfının çektiği bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm mücadelesi yolunda demokratik güçlerin ortak iktidarı için mücadeleyi yükseltelim!
15 Kitapçıkta birçok defa ve çeşitli yerlerde sınıf siyasetine devam edileceği ve Sosyalist Devrim tezi
aşağıdaki biçimde ortaya konulur: “Türkiye’de de, ileri veya orta derecede gelişmiş kapitalist ülkelerde
olduğu gibi tek ve birleşik bir devrim süreci söz konusudur. Ve bu devrini sürecinin muhtevasını belirleyen,
orta derecede gelişmiş kapitalist sosyo-ekonomik yapı, bu yapıda içice geçen demokratik ve sosyalist görevler,
bu yapının temel çelişkisi olan emek-sermaye çelişkisi ve bu devrim sürecinde işçi sınıfının öncülüğüdür.
Bu bakımdan Programımızda da belirtildiği gibi ‘Sermaye-emek çelişkisi Parti politikasının belirleyici
faktörü’dür” (TİP, 1980: 51-52).
126 Türkiye’de Gelişme/Kalkınma Yazınından Bir Seçki
Parti yaşamımızda güçlü bir atılımı gerçekleştirelim!
MÜCADELE BAYRAĞI HER HAL VE KOŞULDA PARTİMİZİN ELİNDE
YÜKSELECEKTİR!
TEK CEPHE, TEK PARTİ İÇİN GÖREV BAŞINA
Ancak 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile neredeyse tüm sosyalist hareket dağıtıldı.
Boran Belçika’ya gitmek zorunda kaldı. 1987’ye kadar TİP ve TKP arasında birleşme
gerçekleşemedi. 1987 yılında Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adı altında birleştiler ancak kısa zaman sonra yeniden çözülmeler yaşandı. Böylece Boran’ın “tek cephe”
çabası beklenen sonucu vermedi.
6. SONUÇ
“Meseleleri toplum yapısı açısından görmek demek, onlara, üretim güçleri,
ilişkileri ve bu ilişkilerin meydana getirdiği sosyal sınıflar açısından bakmak
demektir” (Boran, 1992: 4).
Türkiye’deki sosyalist solun sıra dışı örneklerinden biri olan Behice Boran’ın politik yaşamı, küçük burjuva politikacılarının gündelik ve popülist politikacılıklarının
ilerisindeydi. Onun politik kaygılarının ve yaklaşımının çekirdeğini oluşturan kalkınma
meselesi aynı zamanda varoluşsal bir boyutu da içermekteydi. Boran’ın azgelişmişlik
çözümlemelerinin içerisinde bulunan antiemperyalist tutum, uzlaşma kabul etmeyecek
kadar açık ve net bir tutumdu. Bu nedenle kalkınma sorunu, sadece politik bir sorun
olarak değil aynı zamanda bağımsızlık, özgürlük, eşitlik gibi sosyalizmin içerisinde bulunan kavramlarla yakından ilişkili bir sorundu.
Sosyoloji ile başlayan toplumsal duyarlılık ve bilimsel sosyalizm ile devam eden toplumsal pratiğin içerisinde doğrudan yer alma Boran’ın yaşadığı dönem için oldukça
sıra dışı bir deneyimdir. Türkiye’nin toplumsal yapısının analizini gerçekçi ve derinlikli
bir biçimde çözümleyen Boran, feodalizmden kapitalizme geçmeye çalışan bir ülkenin
nabzını tutuyordu. Bir yandan yönetici/bürokrat elitlerin kapitalistleşebilmek için toplumsal alana yön vermeye çalışmaları diğer yandan gelişmiş kapitalist ülkeler tarafından
geri bırakılmaları arasındaki çelişkiyi göstermek için yapılan bir siyaset ve onun aktörü
olarak Boran’ın, ölümüne kadar süren mücadelesinin arkasında yatan motivasyonu anlamak bugün için daha fazla önemlidir.
Azgelişmişlik konusuna yaklaşımının özünü oluşturan emperyalizm kuramı Boran’ın
kalkınma stratejisinin omurgasını oluşturur. Tüm politik yaşamı boyunca gerek sol içe-
DTCF Çevresi 127
risindeki sapmalara gerek egemenliği elinde tutan sınıfların baskılarına ödün vermeden
işçi sınıfının politik rolünü ve Sosyalist Devrim tezini savunması bir inatçılıktan daha
çok tarih, toplum ve siyaset yorumundan kaynaklanmaktaydı. Marksist-Leninist bir paradigma ve onun aracılığıyla kavranan toplumun nesnel varoluşu Boran’ın toplumsal
analizinin merkezini oluşturur.
Sosyalist solun kitleselliğini kaybetmeye başladığı bir zamanda solda birlik çağrısı yaparak politik birlik amaçlamasına rağmen askeri darbeler nedeniyle herhangi bir sonuç
alamayan Boran, tüm olumsuzluklara rağmen işçi ve emekçi sınıfın örgütlenmesi konusundaki kuramsal gereklilikleri açıklamaya devam etti. Boran örgütsüz bir işçi ve emekçi
sınıfının burjuvazinin merhametine terk edileceğini farkındaydı. Özellikle günümüzde
neoliberal politikalarla daha da güçsüzleştirilen, emekten gelen gücünü kullanamayacak
hale getirilen işçi ve emekçi sınıfının kurtuluşu örgütlenmekten geçmektedir.
Boran “Kestirme Yol Yoktur” dediğinde işçi ve emekçi sınıfların mücadelesinin uzun
soluklu bir yürüyüş olduğunu açıkça ifade etmişti. Toplumdaki emekçi kitleleri, halkın
geniş kesimini ikna etmeden silahlı kuvvetler ya da “ilerici-millici burjuvazi” ile ittifak
yaparak sosyalist devrim yapmanın gerçekçi ve kalıcı olmadığını düşünen Boran işçi ve
emekçi sınıfların örgütlenmesini daha çok önemsemekteydi. Ona göre askeri darbelerin ardından yapılan ilk seçimlerde halkın darbecilerin işaret ettiği partiler yerine diğer
partilere oy vermesinin nedeni de buydu. Bu yüzden öncelikle işçi ve emekçi sınıfların
sosyalist amaçlar etrafında birleştirilmeleri, küçük burjuva milliyetçiliğinden arındırılmaları gerekmekteydi.
Bugün için Boran sadece sosyalist bir siyasetçi olarak değil aynı zamanda sosyolojik
çözümlemeleriyle, Türkiye toplumuna ilişkin analizleriyle de önemli bir figürdür. Her
biri ayrı bir ders niteliğindeki mahkeme savunmalarından Yurt ve Dünya Dergisi’ne yazdığı küçük bülten ve makalelere kadar tüm çalışmaları Türkiye’nin bugününü anlamak
için önemli ipuçları barındırmaktadır. Boran’ın tartıştığı konuların günümüz için en
önemli tarafı bir devrim ve kalkınma stratejisi olarak sosyalizmin ürettiği muhalefet
imkânını hatırlatmaya devam etmesidir.
Polat S. ALPMAN* - Hayriye ERBAŞ
KAYNAKÇA
Akpolat, Yıldız (2008). “Behice Sadık Boran”, der. M. Çağatay Özdemir, Türkiye’de Sosyoloji I, Ankara:
Boran, Behice (2010v). “Türkiye İşçi Partisi 9 Yaşında”, Behice Boran, Cilt: 2, İstanbul: TÜSTAV.
Boran, Behice (2010y). “Son Gelişmelerin Anlamı ve Partimizin Tutumu: 12 Mart Muhtırasından Yarına”,
Behice Boran, Cilt: 2, İstanbul: TÜSTAV.
Erbaş, Hayriye (2010). “Sosyolog Olarak Behice Boran”, Panel: Akademisyen ve Siyasetçi Olarak Behice
Boran (15 Mayıs 2010), Ankara.
Erbaş, Hayriye (2016). “Türkiye’de Bedeller Ödemiş Bir Sosyolojik Düşünce Ustası: Sosyolog Behice Boran”, Mülkiye Dergisi, Sayı. 39 (3), 5-58.
Karaömerlioğlu, M. Asım (2001-2002). “Bağımlılık Kuramı, Dünya Sistemi Teorisi ve Osmanlı/Türkiye
Çalışmaları”, Toplum ve Bilim Dergisi, Kış, 91: 81-99.
Karpat, Kemal H. (2003). Türkiye’de Toplumsal Dönüşüm. çev: Abdülkerim Sönmez, Ankara: İmge.
Kayalı, Kurtuluş (2001). Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri. İstanbul: İletişim.
Lenin, Vladimir İlyiç (1990). “Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme”, Marx-Engels-Marksizm içinde,
Ankara: Sol. Çev. Vahap Erdoğdu
Lenin, Vladimir İlyiç (1992). Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması., Ankara: Sol.
Mumcu, Uğur (1995). Bir Uzun Yürüyüş İstanbul: Tekin. Çev. Cemal Süreya.
Pınar, Ezgi (2008). “27 Mayıs’ın İzinde Türk Solu ve Milliyetçilik: Kemalizm ve Yön Hareketi, Milli Demokratik Devrim”, Mülkiye Dergisi, Cilt: 32, Sayı: 260, 193-206.
Şener, Mustafa (2007). “Türkiye İşçi Partisi”, ed.: Murat Gültekingil, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce
Ansiklopedisi: SOL, Cilt 8, İstanbul: İletişim.
TİP (1980). Sorunlarımız Görevlerimiz: Tek Parti Tek Cephe. İstanbul: TİP.
Tunçay, Mete (2000). Türkiye’de Sol Akımlar 1 (1908-1925). İstanbul: BDS.