Fazilet Partisinde bir senedir açık bir şekilde devam den ve AKP’ nin kurulmasıyla çözülen gerilimin baş aktörleri olan yenilikçiler üzerine yapılan tartışmalar genelde şu sorular etrafında şekillendi: Yenilikçiler ne kadar yeniydi? İslamiyet ve demokrasi konusundaki düşünceleri ne kadar güvenilir ve samimiydi? Yeni kurulan partinin geleneksel sağ partilerden farkı neredeydi? Sağdaki boşluğu doldurabilecek miydi?
Kanımca Yenilikçiler üzerine sağlıklı bir analiz yapılamamasının nedenleri tam da sorulan soruların yanlış formüle edilmesinden kaynaklanıyor.
Sorular yenilikçilerin görüşlerini, tutum ve davranışlarını test etmeye; halka sundukları vaatlerin altının ne kadar dolu olduğunu sorgulamaya ve de kendisine yakıştırılan rolü üstlenip üstlenemeyeceğine yönelikti. Yenilikçileri daha geniş bir toplumsal bağlama oturtarak tartışmaya açacak pek soru yoktu. Bu nedenle yenilikçilerin varlığını, amaçlarını ve kurdukları partiyi anlamlı kılabilmek için öncelikle bu tartışmaya hakim olan yöntemsel çerçeveyi kırıp alternatif bir çerçeve kurmak gerekiyor. Bu yazıda yapmaya çalıştığım da böylesi bir çerçeveyi kurma çabasıdır.
Önce eleştiri noktalarını vurgulamak; daha sonra da sorunu tarihselleştirerek 20 yıllık bir süreç içinde RP’den AKP’ ye evrilen çizginin arkasındaki değişen toplumsal dinamikleri araştırmak. Elbette böylesi bir çerçevenin geçerliliği açısından olgusal alanda eksik bilgiler veya ucu açık sorular kalacaktır; ama bu soruları ortaya atmak bile tartışmanın yönünün değişmesi için önemli ipuçları sağlayacaktır.
1. FP’deki gerilimin niteliği nasıl tartışıldı?
Fazilet Partisi’nde ki ayrışmanın dayandırıldığı temeller çoğunlukla liberal bir yöntemin ürünü oldular.(1) Menderes Çınar’ın Birikim’in 134-135 no’lu sayısındaki “Milli Görüş Hareketi Kurumsallaşabilecek mi?” yazısı bunu en güzel örneğidir. Çınar yazısında, güncel söyleme de hakim olan bu yöntemi sistematik bir şekilde kullanarak; gündelik tartışmalarda ve basında yenilikçi/gelenekçi farklılaşmasına konu olan kavramların bazılarına metodolojik bir temel sunmuş oluyordu. Çınar’ın analizinde partideki temel çelişki, MSP’den FP’ye uzanan Milli Görüş Hareketi’nin baskıcı, otoriter ve tabasına göz açtırmaya geleneksel tarzıyla, demokrasi, çoğulculuk ve katılım gibi taleplerle ortaya çıkan yenilikçi taban arasındaki bir gerilim olarak tarif edilir. Çınar bu çelişkiyi, metodolojisinin gereğince gelenekçiler ve yenilikçiler olarak adlandırılan tarafların söylem ve tutumlarına bakarak açıklamaya çalışır.
Tarafların konumu böyle belirlenince çatışma parti içi bir demokrasi mücadelesi etrafında şekilleniyor gözükür. Öyle ki, siyasal partinin kendisi toplumdan bağımsız bir varlık kazanır. Oysaki; Fazilet Partisi’ndeki değişim sancılarını salt parti içi bir mücadeleye indirgemek, partinin temsil ettiği ve organik bağı olduğu toplumsal sınıf ve grupları dışlamak anlamına gelir. Bir sonraki bölümde de gösterileceği gibi, FP’nin geleneksel çizgisi yeni bir takım toplumsal ihtiyaçlara cevap veremediği için kırılganlaşmış ve direnişe açık hale gelmiş; söz konusu ihtiyaçlar da yenilikçilerin talepleriyle örtüşerek somutluk kazanmıştır. Bu elbette Erbakan’a yönelik herhangi bir muhalefetin böylesine bir ihtiyaç olmadan asla gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez.
Ancak FP gibi partinin top yekun değişimini zorunlu kılacak kadar baskı yapılıyorsa, yenilikçilerin talepleri salt “demokrasi” üzerinden açıklanamayacak kadar güçlü maddi temellere dayanıyor olmalıdır. Ancak Çınar FP’deki gerilimin ardında yatan böylesi temellere bakmak yerine çatışan tarafların görünürdeki söz ve vaatlerinden yola çıkarak mantıksal çıkarsamalar yapar. Örneğin Çınar merkeze karşı çıkışın; ataerkil ve duygusal söylemle meşrulaştırılan ve Erbakan’ın şahsında kişiselleşen bir otoriteye yöneldiğini ileri sürer. Buradan da A. Gül ve arkadaşlarının tabandan gelen, katılımcı bir alternatif sunacağını çıkarsar. Fakat yenilikçilerin Erbakan’ı eleştiriyor olmaları böylesi bir alternatif oluşturacaklarına dair yeterli ipucu sağlamamaktadır.(2) Çınar, bu mantığı her iki tarafın parti içinde geliştirdiği tarzın doğrudan toplumla kurulan ilişkiye de taşınacağı varsayımında da yineler. Eğer geleneksel tarz statükocu ve itaati ön plana çıkarıyorsa, toplumdaki anti-demokratik uygulamaları hiçbir şekilde eleştirmiyorsa; yenilikçi tarz da tersine sadece islami kimlik için alan açmak yerine, mevcut siyasal yapıyı da demokratik bir biçimde dönüştürecektir.(3)
Zira “tabanla kurulacak ilişki toplumla girilecek ilişkinin küçük çaplısıdır.” (Çınar,2000) Burada, partinin kendisinin zaten toplumdan ayrıksı bir varlık olarak (topluma gidip ilişkiye girecek) görülmesi başlı başına bir sorundur. Ancak daha da önemlisi, burada yenilikçilerin neden toplumla demokratik bir ilişkiye girmesi gerektiği sorusuna cevap yoktur. Çınar’ın bu yaklaşımı, yenilikçileri olumlama kısmı dışarıda bırakılırsa, basında çıkan yazılarda da tekrarlanmıştır. Abdullah Gül demokrasi sorunuyla ilişkilendirilerek ve gelenek/yenilik ekseni üzerinde tartışılmıştır. Bu yüzden ortaya çıkan eksikliklerin ve yanlış değerlendirmelerin ötesine geçebilmek için FP’deki gerilimin altında yatan dinamiklere bakmak; bunu yapabilmek için de FP’yi içinde yer aldığı toplumsal koşullara, sınıf ilişkilerine bakarak değerlendirmek şarttır. Burada kritik olan söz konusu toplumsal koşulların ve ilişkilerin FP’yi anlarken seçilecek pek çok faktör arasından bir tanesi olarak değil, bir çıkış noktası olarak ele alınması gerektiğidir.
2.Tarihsel bağlam:
Sermaye içi çatışkılarda islami sermayenin yeri 1980’li yıllarda sermaye birikim sürecinin niteliği büyük burjuvazinin konsolidasyonuna olanak tanıdı.(4) önceki dönemde zenginleşen büyük sermayedarlar yeni dönemde her türlü teşvik ve krediyle ödüllendirilip neoliberal politikaların savunucusu bir çıkar grubu haline geldiler. Bu süreçte küçük ve orta ölçekli işletmelere sahip Anadolu sermayesi dışlanmış oldu. Devlet bu noktada hem sınıf içi (sermayeler arası); hem de sınıflar arası çatışkıların şekillendiği alan oldu.
Bölüşüm ilişkilerine müdahale eden devlet, sınıf ilişkilerini yeniden düzenleyici bir rol üstlendi. Burada önemli olan, büyük burjuvazinin, değişimi isteyecek kadar sınıfsal talepleri olgunlaşsa da yeni neoliberal politikaları içselleştirebilmeleri için devletin kişisel ilişkiler ağı kurulmasına ve belli sermaye gruplarının öne çıkarılmasına izin verişidir. Hayali ihracat gibi yolsuzluklar aslında büyük burjuvazinin konsolidasyonuna yönelik sermaye birikim sürecinin bir parçasıydı. Bu noktada böylesi olanaklardan yoksun kalan Anadolu sermayesi kendi olanaklarını yaratma arayışına girdi. Kaynak yaratmak için halka açık çok ortaklı holdingler kurdu. Bu holdinglerin yasal zemini olmasa da yüksek kar payı vermesi küçük sermayedarın yatırımları için cazip hale geldi. TÜSİAD’ın temsil ettiği büyük burjuvazinin her türlü rekabet koşuluna (teknoloji/iç pazar ağı) sahip oluşunu eleştiren Anadolu sermayesi 1990’ların başında MÜSİAD’ı kurdu.
MÜSİAD bu süreçte Anadolu sermayesini islami motifler etrafında örgütledi. İslami kimlik büyük burjuvazinin temsil ettiği değerlere alternatif bir değerler sistemi sundu; aslında “islami” sermaye liberal bir düzene dışsal değildi, tam tersine kapitalist gelişmenin bir parçası olarak ortaya çıkmıştı. Ancak islami değer ve inançlar TÜSİAD’ın sahip olduğu gücün karşısında dışlanan sermaye gruplarını birleştirici bir işlev gördü, zira uluslar arası sermayeyle de ilişkisi olan TÜSİAD’ın batılı değerlerini ve kar güdüsünü eleştiren MÜSİAD islami kültüre sahip çıkarak aynı kapitalist sisteme farklı yollarla entegre olmanın olanağını yaratmış oluyordu.(5)
İslami motifler, Adil Düzen sloganıyla birleşerek 80’lerdeki sınıflar arası farklılıkları keskinleştiren neoliberal politikaların olumsuz sonuçlarına maruz kalan yoksul kitleleri, Anadolu sermayesinin gücüyle yükselen ve önce ANAP daha sonra da DYP tarafından temsil edilen düzene alternatif olduğu iddiasıyla siyasi arenaya çıkan Refah Partisine yakınlaştırdı. Böylelikle neoliberal politikaların dışladığı sınıflarla söz konusu politikalarından TÜSİAD gibi pay alamayan Anadolu sermayesi aynı partinin etrafında örgütlenmiş oldu. (6)
Ancak 1990’larda islami sermayenin niteliksel dönüşümüyle sınıflar arası mücadelenin aldığı biçim ve sermaye içi çatışkılara yapılan müdahale hem MÜSİAD’ı hem de RP/FP’yi doğrudan etkileyecekti.
3. 90’larda MÜSİAD ve toplumsal dönüşümün belirleyenleri :
28 Şubat sürecinde ordu RP’nin karşısında tavır alırken aynı zamanda sermaye içi gerilimde büyük burjuvazinin de lehine bir tavır almış oluyordu. 28 Şubat sonrası İslamcı holdinglerin açıkça teşhiri, bazılarının varlıklarına el konulması ve hatta önceki dönemde islami sermayeye verilen bazı ihalelerin geri alınması bunun göstergesiydi. Artık RP’nin üstlendiği misyonu bu şartlar altında sürdürmesi iyice güçleşmişti; ancak buradan ordunun veya devletin tek başına islami sermayeyi “yola getirdiği” ve RP’nin evcilleştiği sonucu çıkmamalı. MÜSİAD, 90’ların ikinci yarısında artık niteliksel bir dönüşüm yaşamaya başlamıştı ve islami sermaye gruplarının hem sınıfsal hem de sınıflar arası gerilimlerde pozisyonu değişmeye başlamıştı.
Birincisi, ülke içinde yaratılan artığın gittikçe daha fazlasına el koyan islami sermayenin çıkarları neoliberal politikalarla daha fazla örtüşür hale geldi. Örneğin Erbakan’ın iktidardayken hazırladığı “Denk Bütçe”nin en büyük umudu özelleştirmelere islami holdingler talip olmaya başladı. 99 seçimlerine FP adıyla giren eski RP, Günışığı Beyannamesinde artık “Adil Düzen” yerine herhangi bir sağ partininkinden farklı olmayan bir programla seçmenin karşısına çıkıyordu. Seçimde FP, oylarının bir kısmını daha radikal bir alternatif sunun MHP’ye kaptıracaktı. İkincisi, 1999’da imzalanan istikrar programı da islami sermaye açısından önem taşıyordu. İstikrar programı Türkiye’de burjuvaziye bir kaynak aktarım mekanizması olarak işleyen ve sermaye birikim sürecinin parçası olan kamu iç borçlanmasını azaltmayı ve yolsuzlukları engellemeyi hedefliyordu; çünkü bu mekanizmalar sermaye birikim sürecini besleyen değil tıkayan bir nitelik kazanmaya başlamıştı.
Diğer yandan özelleştirmeler, tarım ve sosyal güvenlik reformu ile hem ulusal hem de uluslar arası sermayeye uygun karlı bir ortam yaratmanın adımları atılacaktı ve 80’den bu yana sınıflar arası çelişkiler yüzünden yerleşmeyen neoliberal politikalar iyice oturmuş olacaktı. MÜSİAD’ın Abdullah Gül’ün adaylığını ilan ettiği sırada açıkladığı yeni kararlarını da bu bağlamda düşünmek gerekir. MÜSİAD’ın faizsiz kazanç yoluyla para toplayan holdingleri denetleme kararı tam da böylesi kazanç mekanizmalarını ortadan kaldırmak isteyen istikrar programının zihniyetiyle çok uyuşuyordu. Açıkça belirtmese de zorunlu olarak MÜSİAD bu durumda çıkarları çalışan sınıflarla daha fazla çatışan; büyük burjuvaziye ise daha çok yakınlaşan bir pozisyona geldi. Yine kararlar arasında yer alan “Genelkurmay’ı ziyaret etme” maddesi 28 Şubat süreci sonrası gösterilen uzlaşmacı tavrı simgeliyordu. Bünyesindeki şirketlere islami logo yasağı getirmesi ise islami referansın değişen koşullar ve yeniden yapılanan Anadolu sermayesi açısından önceki toplumsal işlevini yitirdiğinin göstergesiydi. (7)
Önceden ihracat yapsa da uluslar arası sermayeyle ilişkisi sınırlı düzeyde olan bazı islami sermaye gruplarının yavaş yavaş dışa açılmasının da önemli sonuçları oldu.
MÜSİAD’ın kararları açıklanırken Kombassan’ın gazeteye verdiği ilan bu konuda çarpıcı bir örnekti. Kombassan reklamında Amerika’da satın aldığı Hit or Miss Mağazalar zincirinin direktörü Amerikalı Dona Moord’un ağzından Kombassan hakkındaki övgüleri iletiyordu. Reklamın alt kısmında ise Kombassan’ın Avrupa Birliği’ne taraf olan, yeni kavramlara inanan bir holding olduğu vurgulanıyordu. Anadolu sermayesinin ne kadarının bunu başaracağı ucu açık bir soru olsa da, AB üzerine görüşlerinden de anlaşılacağı gibi böylesine bir niteliksel dönüşümün islami sermayenin çehresini etkileyeceği açıktır. Tüm bu değişimler göz önüne alındığında MÜSİAD’ın neden toplantısında Recai Kutan’ı değil de Abdullah Gül’ü konuşturduğu; yenilikçi kanadın neden istikrar programının bir parçası olan “15 günde 15 yasa” çıkarılması konusunda hükümete muhalefet etmek yerine destek vereceğini açıklayışı (üstelik Recai Kutan’ı kızdırarak) anlam kazanabilir.
Yazının ilk bölümünde belirttiğin gibi, Fazilet Partisi burada sadece bir çerçeve oluşturmaya çalıştığım toplumsal değişimler karşısında kırılganlaşmış ve gerilimlere açık hale gelmiştir. Parti içindeki gerilim de aslında partinin değişmesi; daha doğrusu belli ihtiyaçlara cevap verebilecek bir yöne evrilmesi için yapılan bir iktidar mücadelesinden kaynaklanmıştır.(8)
4. FP’deki mücadeleden AK Partiye Tayip Erdoğan’ın yeni oluşumu üzerine yazılanların bir kısmı Erdoğan’ın ne kadar “yeni” olduğu, ne kadar değiştiğini sorguladı.(9) bir kısmı ise Erdoğan’ın sağdaki boşluktan faydalanarak Özalcı proje gibi farklı eğilimleri birleştireceğini öne sürdü. Ancak bu analizlerde yukarıda göstermeye çalıştığım ilişkiler bütünü gözardı edildi. Kuşkusuz Erdoğan, temsil ettiği yenilikçileri siyasi olarak örgütlerken siyasi partilerin yıpranmışlığı, istikrar programının olumsuz etkileri gibi konjonktürel nedenler sayesinde önümüzdeki bir seçimde fazla oy almasını sağlayacak tarihsel bir fırsatı yakalamış oldu.
Ne var ki bu kesinlikle Erdoğan’ın önceliğinin ve üzerinden siyaset yapacağı toplumsal sınıfların yoksul kitleler olduğu anlamına gelmemektedir. Sağ partilerin tabanları erirken Erdoğan’ın yoksullaşan kitleleri kendi projesine eklemleyebilme şansı olduğu açıktır. Üstelik Türkiye’deki büyük burjuvazinin ve devletin sürekli vurguladığı “toplumsal uzlaşma” ihtiyacına cevap verebildiği ölçüde Erdoğan’ın önünün herhangi bir kurum tarafından kesilmesi çok zor gözükmektedir. Ancak Erdoğan parti programında da açıkça görüldüğü gibi yoksulları merkezine almayacaktır.(10)
Yazıda anlatmaya çalıştığım nedenlerden dolayı böyle bir şey yapması zaten mümkün değildir. Tersine parti programında açık ve net bir şekilde belirtilen sağlık hizmetlerinin küçük şirketler aracılığıyla özelleştirilmesiyle, “küçük ama güçlü devlet” söylemiyle, yenilikçilerin partisi Adalet ve Kalkınma Partisi neoliberal politikaların savunucusu ve uygulayıcısı olmaya aday gözükmektedir. Üstelik vaktinde bunu yapmaya soyunan ama hem tabanı hem de toplumsal koşullar nedeniyle bunu beceremeyen DYP ile kıyaslandığında şansı daha bile yüksek olabilirdi. Tabanı, kurucuları ve hedefleri bunun en somut göstergesidir. Yine de önümüzdeki dönemde siyasetin gidişatını belirleyecek sorular henüz açık uçludur:
• MÜSİAD ve TÜSİAD arasındaki çelişkilerin/ilişkinin düzeyi ve niteliği önümüzdeki dönemde nasıl olacaktı? Farklı sermaye fraksiyonları hangi konjonktürde ittifak yapabilirler? Anadolu sermayesinin ne kadarı yukarıda bahsettiğim niteliksel dönüşümü gerçekleştirebilecek ve büyük burjuvaziyle zorunlu olarak aynı talepleri savunacak duruma gelecektir? TÜSİAD üyesi Cüneyt Zapsu’nun Ak Partinin kurucusu olması, TÜSİAD’dan Ak Partiye “onay” alma arayışı olarak mı yoksa ileriye yönelik daha zaruri bir ilişkinin başlangıcı olarak mı değerlendirilmelidir?
• Tayip Erdoğan ve arkadaşları, Özal dönemindeki koşulların artık olmadığı düşünüldüğünde, temelde neoliberal bir dönüşümü sağlamlaştıracak bir projeye daha alt sınıfları eklemleme başarısını gösterebilecekler midir? Bunu hem istikrar programını uygulayan hükümeti aşırı derecede eleştirmeden hem de gittikçe daha yoksullaşan kitlelerin taleplerini gözardı etmeden nasıl yapacaklardır? Sağ partilerin tabanları hızla erise de, hala istikrar programının sermaye ve işçi sınıfı/köylülük arasında yarattığı çelişkilerle kısmen de olsa en iyi başa çıkan ve bu yüzden hala da desteği olan MHP’ye karşı nasıl bir strateji izleyecektir?
• Saadet Partisi’nin oy tabanı ne olacaktır? Anadolu’daki MHP’li olmayan küçük esnaf ve muhafazakar kanadın oylarını mı korumaya devam edecektir? Eğer MÜSİAD’ın büyük sermayedarları yenilikçileri destekliyor ve Ak Partide yer alıyorsa Ak Partiye gitmeyebilecek küçük sermaye gruplarının mı desteğini alacaktır? (11)
Sonuç :
Bu sorulara cevap aramanın çok kritik bir tarafı var. Eğer politik projeniz sadece farklı kimliklere alan açacak çoğulcu bir projeden ibaret değilse, sermayenin emekçi sınıflara karşı sömürüsünü ortadan kaldırmayı hedefleyen alternatif bir sol projeyse; o zaman yenilikçilerin sınıfsal niteliğini açıkça ortaya koymak, bunu yalın terimlerle deşifre etmek neye taraf ve neye karşı olduğumuzu net bir biçimde göstermemiz açısından hayati önem taşıyor demektir. Zira islami duyarlılığı sosyal adalet söylemiyle harmanlayan RP’ye, gittikçe yabancılaşan kitleleri kendine çekmeyi başaran MHP’ye baktığımızda çıkaracağımız ders, emekçi sınıfların sol bir alternatif olmadığı sürece sağ partilere kayacağı gerçeğidir.
Bu yüzden sol siyaset soyut bir şekilde hükümet politikalarını eleştirmekle değil; potansiyel rakiplerinin siyasi stratejilerine karşı seçenek üreterek somutluk kazanabilir. Bu bağlamda Ak Partinin neyi temsil ettiği ve neye hizmet edeceğini göstermek önem kazanacaktır. Ak Partinin simgesi ampul hakkında Recai Kutan’ın “Ampulün kaç vatlık olacağını performansları belirleyecek” demesine karşılık “Kaç vatlık olacaklarını belirleyecek olan sadece performansları değil; ampulün enerjisini sağlayacak toplumsal sınıflardır” demek daha anlamlı gözükmüyor mu? (12)
Demet Dinler
1.Buradaki liberal yöntemden kastım, en genel anlamıyla bireyleri ve grupları toplumsal ilişkilerden soyutlayarak ele alan anlayıştır.
2.Aslında Çınar’ın en başından “yenilikçilerin cesurca bir eleştirel tavırla hareketin geleneksel tarzını sorunsallaştırmaları ve sorgulamaları, ürettiği sonuçlara bakmaksızın, kendi bayına önemlidir.” Diyerek ciddi ve tehlikeli politik sonuçları olabilecek bir akıl yürütmede bulunmuştur. Böylesi bir mantık izlersek, örneğin TÜSİAD’ın Demokratikleşme Raporunu da arkasında yatan nedenleri sorgulamadan doğrudan onaylamamız; ya da orduyu eleştirirken olumlu gözüken tavrını, yine sorgusuz sualsiz desteklememiz gerekirdi.
3. Zaten Çınar yazıda “kitlelere umut zerk edecek” siyasetin tek başına farklı kimliklere alan açacak, çoğulcu ve demokratik bir yapının savunulması olarak tarif ederek taraf olduğu politik projenin de öncüllerini belirtmektedir. Kuşkusuz izlediği yöntemle böylesi bir politik proje arasında sıkı bir bağ vardır. Benim yazıda önermeye çalışacağım ise daha farklı bir politik projeye açılım sağlamayı hedefliyor.
4. Burada yazının kapsamı açısından 1980’lerde değişen sermaye birikim süreçlerine değinilmeyecektir. Burada 80’lerin yazıyı ilgilendiren boyutu sermayeiçi çatışkıları anlamlı kılıyor olması. Ancak bu konuda daha ayrıntılı ve önemli bir analiz için bkz. Fuat Ercan, “1908’lerde Türkiye’de Sermayeiçi Bileşenler”, İktisat sayı 378
5.TÜSİAD ve MÜSİAD’ın karşılaştırmalı bir analizi için bkz. Ayşe Buğra, Class Culture ant the Stata: An Analysis of Interest Representation by Two Turkish Business Associations, Middle Eastern Studies.Vol30.; 1998. Buğra burada evrensel burjuva değerleri olamayacağını, burjuvazinin kültürel kalıplarının ve temsiliyet biçimlerinin içinde yer aldıkları toplumsal koşullar tarafından belirlendiğini öne sürer. Karşılaştırması çok yönlüdür ve yararlı ipuçları sunmaktadır; ancak devlet ve sermaye arası ilişkileri kavramsallaştırması devlete toplumsal gruplardan bağımsız bir rol biçtiği için, bu yazıdaki devlet/sınıf ilişkilerinin ele alınışından farklıdır. Ayrıca Buğra’nın çerçevesinden daha sonra değineceğim MÜSİAD’ın niye ve nasıl değiştiği sorusunu cevaplamak güçtür.
6. Aslında 1980’lerde Özal Anadolu sermayesinin kendi projesine eklemleyebilmek için daha muhafazakar sermaye kesimlerinin önünü açacak girişimlerde bulunmuştu. Ama bu girişim, 80’lerde sermaye birikim sürecinin büyük burjuvaziyi merkeze alan niteliğini değiştiremedi.
7. Burada islami sermaye grupları büyüdükçe, burjuvalaştıkça ya da dışa açılıp batılılaştıkça dinin önemini kaybettiği ve zorunlu olarak laikliği ön plana çıkardığını söylemek modernleşme teorisyenlerinin yaptığı gibi “Daha fazla modernlik, daha fazla sekülerleşme” diye özetlenebilecek lineer bir anlayışı savunmak olurdu. Benim burada, yanlış anlamayı önlemek için altını çizmek istediğim şey dini referansın cevap verdiği toplumsal ihtiyaçlar yerini başkalarına bıraktığı için önceki anlamını kaybettiği. Yoksa İslamiyet farklı bir referansla yenilikçi kimliğinin parçası olmaya devam edecektir. Nitekim ileride söz edeceğim Ak Partinin kurucuları arasında türbanlı bayanlar ve muhafazakar entelektüeller alması gayet doğaldır.
8. Aslında RP iktidardayken daha önceden de belirttiğim gibi özelleştirmeler gibi politikalarla alternatif bir Adil Düzeni hayata geçiremeyeceğini ve aslında kimin tarafında olduğunu göstermişti. Ancak buradan basitçe her partinin dış etkenlerle sisteme entegre olacağı sonucunu çıkarmak yanlış olur. Entegrasyonun biçimini ve nedenlerini tarihsel olarak iyi analiz etmek gerekir.
9. İlk bölümde eleştirdiğim Menderes Çınar Birikim’in Temmuz 2001 tarihli sayısındaki yazısında Erdoğan’ın projesine bu sefer daha temkinli yaklaşıyor ve önceki politik önerisine uygun bir şekilde yenilikçilerin ancak toplumsal farklılıkları kapsayıcı bir siyasal vizyon kazandığı takdirde başarılı olabileceğini söylüyordu.
10. 12 Ağustos 2001 tarihli Radikal İki’de “Tayyip’in Paradoksu” başlıklı yazısında Mesut Yeğen tersi bir iddia öne sürerek Erdoğan’ın yenilikçi karşıtı diye tarif ettiği kitlelere oynayabileceğini, bunun da Erdoğan’a istikrarı sağlayacak projenin uygulayıcısı rolünü biçen burjuvaziyi ve bürokratları endişelendirdiğini belirtiyordu. Oysa ki Erdoğan’a biçilen rol ona dışsal değil, içseldir ve neoliberal politikaları yenilikçiler pozisyonları gereği zaten savunmaktadırlar. Yenilikçi karşıtlarını eklemleyebilirler, temel alamazlar.
11. Cumhuriyet Gazetesi yenilikçileri destekleyen MÜSİAD üyesi sermaye gruplarını duyururken yöntemsel bir hata yapıyordu. MÜSİAD yenilikçileri dışarıdan desteklememiştir; MÜSİAD’ın talepleri ve ihtiyaçlarıyla yenilikçiler arasında içsel bir bağlantı vardır.
12. yıllar öncesinden Refah Partisini sermayeyle olan ilişkisi üzerinden düşünme konusunda bana ilk soruları sormam için yardımcı olan A.Hamdi Dinler’e; Kombassan’ın reklamına dikkatimi çeken Nebahat Dinler’e ve yazının bitişindeki soruyu formüle eden, ayrıca yazı boyunca geliştirdiğim argümanların netleşmesine sorularıyla katkıda buluna Zafer Yılmaz’a teşekkürler.