Türkçe



PDF indir

 

 



BÜYÜK DİRENİŞ (Ergün Erdem)

İzlenme 3373


10 yıl önce, 15-16 haziran’ı yaşayan öncü işçilerin bir kesiminin on yıl içinde yalnızca “anı anlatan” robotlar haline getiren siyasi tekeller bugün de ”İşçi sınıfı partisi” tekelciliği yapıyorsa, hepimiz düşünmeliyiz.”

SOSYALİST HAREKETİMİZ VE SENDİKALAR
Bilindiği gibi sendikalar, işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü üçlü mücadelesinin, ekonomik, politik, ideolojik mücadelenin önemli bir örgütüdür, aracıdır. Sendikalar, her türlü sömürünün ortadan kaldırılması mücadelesinde, sosyalist devrim’de-iktidarda ve sosyalist toplumun inşasında önemli görevleri, rolleri vardır.

İşte sendikaların sosyalizmin mücadelesinde böylesine önemli bir yer tutmaları nedeniyledir ki, bizzat sosyalistlerce, dünya genelinde ve Türkiye özelinde çok yönlü olarak incelenmeleri zorunlu bir görev olmaktadır. Bu yazı, sendikalar sorununa çok yönlü bir açıklık getirme amacında ve iddiasında değildir. Tersine, Türkiye sendikal hareketinin 1960 öncesini özetlemek, 1960’dan günümüze kadar olan dar bir zaman diliminde ise sendikal sorunun sadece siyasal gelişmeler ve siyasi partilerle ilişkili yönü, dönemin önemli olaylarının nedenlerini, iç mantığını anlama yönünde bazı düşünceleri tartışmaya açmak amacındadır.

Böyle tartışmalar başladığında, incelemeler yapıldığında, soyut olarak, işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin bir aracı olan sendikaların sarı Sendika, Reformist Sendika, Faşist Sendika vb. olarak nasıl bölündüğü, işçilerin, bizzat üyesi oldukları sendika yönetimince nasıl işten attırılabildiği, işçi sınıfının belli dönemlerde patlama noktasına gelen mücadele potansiyelinin nasıl yanlış yerlere kanalize edilebildiği, “Devrimci Sendikaların” çok ciddi hatalarının üzerine “Sosyalist Parti’lerce niçin gidilmediği, gidilemediği; aksine, yanlışlara nasıl çanak tutulduğu vs. gibi sorunlar ortaya çıkacaktır.

Bunlara cevap aranıp verildiğinde, belli açıklıklara varıldığında sadece, sosyalist Hareket’in sendikalar sorununa bakışı değişmekle kalmayacak; sendikal soruna yanlış bakışın nedenlerinden olan ilkesizlik, tayfacılık, kafa-kol ilişkileri, köksüz günlük kazanımlar peşinde olma anlayışının ve bunun sonucunda da sendikacıların önce sendikacı sonra sosyalist, yani sadece sendikacı olmalarına müsaade edilmesinin sadece sendikal alana ait eksiklikler olmayıp, sosyalist hareketin diğer konulardaki eksikliklerine bağlı olduğu, bunlardan kaynaklandığı görülecektir. Bütün bunlar ise sosyalist hareketin daha sağlam, daha hızlı olarak ilerlemesini beraberinde getirecektir. Ayrıca bugün, özel olarak sendika hareketine yönelik ciddi araştırma ve tartışmaları başlatmanın özel bir önemi, aciliyeti vardır. İşçi sınıfının, ekonomik bunalımının da zorlamasıyla, yakın gelecekte önemli bir hareketlilik içine girmesi beklenilmemelidir.

Bu durumda başlaması muhtemel hareketler (kısa zamanda önemli atılımlar yapılıp, kazanımlar elde edilmezse) kendiliğinden patlamalar şeklinde olacaktır. Ve böyle bir hareketlilik içinde inisiyatif, yerel olarak bugünden örnekleri görüldüğü gibi örgütsüz bireylere, devrimci demokratlara ve goşistlere ait olacaktır. Bu ise işçi sınıfındaki belli birikimlerin yine yanlış yerlere kanalize olmasını, öncü işçilerin tasfiyesini, yeniden aşılması gereken yeni sorunları ve yeni zaman kayıplarını da beraberinde getirecektir.

1946 Öncesi Sendikal Harekete Bir Bakış Osmanlı dönemine kadar uzanan işçi hareketleri, nicel ve nitel güçsüzlükten dolayı etkili bir hareket ve örgüt yaratamamıştır. Osmanlı döneminde, özellikle Balkanlarda başlayan sınıf esasına dayalı işçi hareketleri, İstanbul ve Anadolu’yu da etkilemiş ama, kalıcı sonuçlar verememiştir. Dönemin işçi hareketlerinin temel özelliği çok zor çalışma koşulları ve düşük ücretler nedeniyle kendiliğinden patlamalar ve birbirinden kopuk hareketler oluşudur. Ayrıca Osmanlı yönetiminin işçi hareketine yönelik baskıcı kanunları, politikası ve çeşitli engellemeleri, hareketin doğru çizgiye oturmasını ve kalıcı olmasını engelleyen faktörler olarak ortaya çıkmaktadır.

Dönemin büyük işyerlerinin, emperyalistlerin elinde olması ve işçi hareketlerinin siyasi yönlendiriciliğinin de eksikliğinden emperyalist işletmelere karşı hareket olarak gelişmesi, hareketin sosyalist hareket olarak boyatmasını engelliyor. Kurtuluş savaşı esnasındaki işçi hareketleri de aynı nitelikte hareketler olarak görülüyor. Kemalist hareketin başarıya ulaşmasından sonra, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Kemalist hükümet işçi hareketlerine, örgütlenmelerine, bir yandan baskıcı politika uygulanırken bir yandan da, işçi hareketlerini denetimi altına alacak girişimlerde bulunuyor. Bizzat hükümet “Sendikalar Birliği”ni kurduruyor.

Fakat kısa bir süre sonra sınıf bilincini saptırmak için kurulan bu örgüt bile, yine hükümet tarafından kapattırılıyor. 1924 yılında sosyalistlerin öncülüğüyle kurulan “İstanbul Sendikalar Birliği” yöneticileri, 1 Mayıs broşürleri dağıttıkları bahanesiyle tutuklanıp, hapse mahkum ediliyorlar. Daha sonra dernek, polis tarafından başka adla yeniden örgütleniyor. Fakat tabandan gelen baskılar sonucu Kemalist yöneticiler, örgütün başından atılıyorlar. Bunun üzerine dernek 1927 yılında, “kanun dışı” bir örgüt olduğu gerekçesiyle kapatılıyor ve yöneticileri ile önde gelen üyeleri tutuklanıyor.

1925 yılında Takrir-i Sükun kanunu ile Kemalist hükümet, bütün grevleri yasaklıyor. 11933 yılında grev yapanlara verilecek ceza ağırlaştırılıyor ve nihayet 11938 yılında sınıf esasına göre dernek kurmak yasaklanarak işçi sınıfının ekonomik mücadelesi bile engellenmiş oluyordu. Örgütlenme yasağı, 1940 yılında çıkarılan “Milli Koruma Kanunu”yla pekiştiriliyor. Bu kanuna göre, işçilerin bireysel olarak çalışmama hakları da kalmıyor, istemeseler bile işçiler, kanun zoruyla çalıştırılıyorlardı. 1946 Sonrası Sendikacılığı Haziran 1946’da Cemiyetler Kanunu’nda yapılan bir değişiklikle, sınıf esasına dayalı örgüt kurma yasağı kaldırılıyor ve böylece işçi sınıfına sendika ve parti kurma hakkı tanınmış oluyordu.

Bunun sonucunda birçok sendika ve sosyalist nitelikli parti kuruluyor; bunlardan Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi, kendilerine taban yaratmak için, kendi doğrultularında sendikalar kurma çalışmalarına girişiyorlardı. Aralık 1946’da sıkıyönetim”…komünistler tarafından, memleket içinde içtimai bir zümrenin diğerleri üzerindeki tahakkümünü tesis ve mevcut iktisadi ve içtimai nizamları bozmaya çalışan Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi ve bunlardan direktif alan sendikaların.. kapatılmasına” karar veriyordu. (1) Şubat 1947’de çıkartılan sendikalar kanununda grev ve toplu sözleşme hakkı tanınmıyor, sendikaların siyasetle uğraşması da yasaklanıyordu.

CHP bu tarihte kurduğu “İşçi Bürosu”yla işçi sınıfından kopuk sendika liderleri yetiştirmeyi ve çeşitli araç ve yöntemlerle kendisine bağlı bir sendikacılık hareketi oluşturmayı amaçlıyordu. Bu dönemde işçilerin grev hakkı istemesi bazı sendikacılar tarafından kınanıyor ve hükümete çekilen bağlılık telgraflarında, aslında Türk işçisinin böyle bir şey istemediği söyleniyordu. Mevcut hükümetin işçi isteklerine kayıtsız kalması ve tabandan gelen baskılar sonucu sendikalar, güçlenen ve iktidara yaklaşan Demokrat Parti’yi desteklemeye başladılar. DP 1949 yılında hazırladığı program hedeflerinde sendikalara grev hakkını vereceğini vaat ediyordu.

Fakat DP, iktidara geçtiğinde programdaki grev hakkı tasarısını, program meclise sunulmadan çıkarıyordu. DP icraatlarına, bununla da yetinmeyerek, çeşitli gerekçelerle kendi dümen suyunda gitmeyen sendikaları kapatarak, onlara çeşitli baskılar uygulayarak, kendi dümen suyundaki sendikacıları ise ödüllendirerek devam ediyordu. Bu dönemde birçok sendikacı, gerek CHP, gerekse DP listesinden milletvekili seçiliyordu. Sendikacıların kafalarında, işçi sınıfının belli ölçüde de olsa bağımsız sendikaları olması düşüncesi bile tamamen silinmişti. Sendikaların başlıca işlevi, mevcut iktidara bağlılık telgrafları çekmek olarak somutlanıyordu. İşçi sorunlarına, burjuva partilerinin listesinden seçilen milletvekilleri vasıtasıyla, burjuva partilerince çözüm getirilmesi düşüncesi hakimdi. Düşünceler en fazla, belli bir burjuva partisinden (iktidar partisinden) çok sayıda işçi-sendikacı milletvekili çıkarsa, işçi sorunlarına çözüm bulunacağı noktasına kadar gidiyordu. Bu dönemde sendikaların politikası, “Partiler üstü Sendikacılık”, yani burjuva partilerinin kuyrukçuluğu, şakşakçılığı politikası adını alıyordu.

Sendikacılar, sendikaları sadece iktidarın kuyruğuna takmakla yetinmiyor, aynı zamanda ABD’nin bizim gibi ülkelerde sendikal hareketi götürmek istediği yere, “ücret bilincine dayalı sendikacılık anlayışına” götürüyor ve bunun için ABD ve onun yörüngesindeki kuruluşlardan gerekli anlayışı ve maddi yardımı da görüyordu. Hatta öyle ki, Türk-İş’in 1960-1970 döneminde aldığı yardımların tutarı, aidat gelirleriyle hemen tamamen eşit oluyordu.(2) Bu dönemdeki sendika liderlerinin temel özelliği (ki birçoğu günümüzde de icra-i sanat eylemektedir ve “büyük işçi liderleri” olarak anılmaktadır) tabandan gelmemeleri, CHP ve DP’nin tayin edilmiş adamları olmaları ve bunlara uygun eylemleri ve kafa yapılarıdır.

Burjuva partilerinin muhalefetteyken vaadettiklerini, iktidara geçince unutmaları, hatta tersini yapmaları 1946-60 döneminde belirginleşmeye başlayan bir politika oluyordu. Sendika yöneticileri, tabandan ne kadar kopuk olurlarsa olsunlar, tabanın belli istemlerine, özellikle ekonomik düzeydeki istemlerine kulak vermek, onları gerçekleştirme mücadelesine de girmek zorundaydılar. Yoksa, orada, uzun müddet kalamazlardı. DP döneminde Türkiye kapitalizminin belli ölçüde gelişmesi, bir yandan sınıf çelişkilerini arttırırken, bir yandan da işçi sınıfının sayıca çoğalmasını getiriyor ve bu da düzenle bütünleşmiş sendika yöneticilerini ileriye doğru itici bir etken oluyordu. İşçilerin burjuva partilerinden milletvekili olmasıyla işçi sorunlarına çözüm bulunacağı düşüncesinin çıkmazı, CHP döneminde de, DP döneminde de görüldü. Hem yeterli ve kişisel beklentileri de doyuracak sayıda sendikacı milletvekili olamadı hem de önemli hiçbir işçi sorununa (grev, toplu sözleşme hakkı v.b.) çözüm getirilmedi.

DP’nin son yıllarda izlediği genel baskıcı politika, işçi istemlerine karşı tavrının iyice belirginleşmesi ve nihayet daha önce niteliği bilinen CHP yönetiminden fazla bir şey beklenilmemesi, “İşçilerin Partisi” düşüncesini de geliştirmeye başladı. Böylece 1960 yıllarına gelindi. 1960 Sonrası Sendikacılığı 27 Mayıs Anayasasının getirdiği, daha geniş demokratik haklar ortamında “İşçilerin Partisi” düşüncesi, düşünce olmaktan çıkarılıp uygulama aşamasına geçirildi. İşçi Partisi düşüncesini hayata geçirme girişimlerine, başlangıçta, önde gelen birçok sendika lideri katıldı. Fakat daha sonra bunlardan bazıları bu işten vazgeçti. Bazıları ise bu düşünceye daha sıkı sarıldılar ve sadece sendikacılarla, aralarında hiçbir aydını olmadan 13 Şubat 1961’de Türkiye İşçi Partisi’ni kurdular.

TİP’i kuran sendikacılar böylece, Türk-İş’teki diğer sendikacılarla aralarında ilk önemli ayrılığı da başlatmış oldular. TİP ilk kuruluşunda gerçek bir sınıf partisi hüviyetiyle kurulmadı. Tersine bundan kaçınıldı. Bu niteliğiyle TİP, dar anlamda bir işçi partisi, sendikal düşüncenin partileştiği ilerici, demokrat bir görünüm ve öz taşıyordu. TİP’in kurulmasında belirleyici etmenler olarak, burjuva partilerinin o güne kadar vaatlerini tutmamaları; sendikacıların, kurulacak bir İşçi Partisi’nin artan işçi sayısı ve o dönemde yaygınlaşmaya başlayan fikir hareketleri sebebiyle kolay ve hızlı bir başarı sağlayacağı inancı, böyle bir parti ile işçilerin sosyal ve ekonomik haklarının daha kolaylıkla alınabileceği ve nihayet Parti yönetimindeki sendikacıların da yükselme ve kişisel tatmin duygularının doyurulabileceği düşünceleri görülmekteydi. TİP’in örgütlenme çalışmalarının çeşitli boyutları (örgüt kurma prosedürü, yasal zorunluluklar gibi ) içermesi ve bunun yalnızca sendikacılar tarafından yapılamaması, onları zorunlu olarak aydınlarla ilişkiye götürdü. Aydınlarla ilişki kurma isteği, Parti’ye aydınlardan bir Genel Başkan aranmasıyla başladı. Genel Başkan olarak önerilen isimlerin gösterdiği, sadece bu işin aydınsız gitmeyeceği değildi. Önerilen isimler aynı zamanda TİP kurucusu sendikacıların, TİP’i yalnızca sendikanın partisi, sosyalizmle ilgisi olmayan bir parti olarak gördüklerinin de bir kanıtıydı.(*)

27 mayıs anayasasıyla işçilere tanınan grev ve toplu sözleşme hakkı, 1963 yılında, Bülent Ecevit Çalışma Bakanı iken bir yasayla düzenlendi. İşçiler arasında propaganda malzemesi olarak Ecevit ve CHP’lilerce çok kullanıldı. Oysa bilindiği gibi, anayasada herhangi bir kısıtlama yapılmazken, kanunla düzenleneceğine işaret edilen bu hak, 1963 yılında düzenlenen yasayla çok sınırlandı, birçok şarta bağlandı. Bazı durumlarda ise hiç kullanılamayacak hale getirildi. Fakat her türlü kısıtlamaya rağmen, işçiler bu hakla önemli kazanımlar sağladılar. Bu hak sonucunda işçiler, birçok ekonomik ve sosyal istemlerini burjuva iktidarlarından dilenerek değil, kendi güçlerine dayanarak almayı, kendilerine güvenmeyi öğrenmeye başladılar. 1965 yılındaki genel seçimler sonucunda TİP’in 15 milletvekili çıkarması, TİP kurucusu birkaç sendikacının da Milletvekili olması, bir yandan gelecek için kariyerist ümitleri artırırken, bir yandan da daha güvenli olarak Türk-İş içinde muhalefet etmenin dayanaklarını yaratıyordu. Gelişen birçok olay, Türk-İş’le öteden beri var olan anlayış farkları(eğitim konusu, iktidar partilerinden daha bağımsız hareket etme isteği, özellikle ABD’den alınan yabancı yardımlar vb.) ve TİP’in getirdiği “döneme göre”, ileri sloganlar, Türk-İş yönetimiyle ilişkileri kopma noktasına getiriyordu. *

TİP Genel Başkanlığına önerilen isimler şunlardı: Prof .Z.F.Fındıkoğlu, Ali Rıza Arı(CHP işçi milletvekillerinden idi.) Dr. Ekmel Zadil, Mehmet Ali Aybar, Orhan Arsal, Sabahattin Zaim, Sedat Erbil, Yaşar Kemal, Prof. Sabri Esat Siyavuşgil, Esat Tekeli, Nadir Nadi, Esat Çağa. 100 soruda Türkiye İşçi hareketleri, 3. baskı, Kemal Sülker, s. 164.
DİSK KURULUYOR
Maden-İş Genel Yönetim Kurulu, DİSK’in kuruluşundan 1 yıl önce kapalı bir toplantıda, yeni bir konfederasyon kurulması ve bu yönde çalışmalar yapılması için karar alıyordu. (3) Bu çalışmalar devam ederken başlayan Paşabahçe grevi ve bu greve karşı Türk-İş yönetiminin takındığı işçi düşmanı tavır, kopmayı hızlandırdı. Türk-İş yönetimine rağmen grevin bazı sendikalar tarafından desteklenmesi ve bundan sonraki grevlerde, Türk-İş’ten ayrı olarak, Sendikalar arası Dayanışma Komitesinin (SADA) kurulması, Türk-İş’ten kopuşa noktayı koyuyor ve 13 Şubat 1967 tarihinde DİSK kuruluyordu.

DİSK’in kuruluş gerekçeleri, kurucu sendikalar tarafından bir raporla kamuoyuna açıklandı. Bunların başlıcaları özetle şöyleydi; - Türk-İş, Anatüzük ilkeleri ve kongre kararlarını uygulama gücünü yitirmiştir. - İşkolu yönetmeliği, uluslar arası normlar bir kenara itilerek, sendikacıların politik görüşlerine göre hazırlanmış ve ana işkolları parçalanarak işçiler güçsüz bırakılmıştır. - Türk-İş yöneticileri, kişisel çıkarlarını ön plana alan bir yaşantı içine girmiş, sendikalar arası dayanışmayı unutmuşlar, haklı grevlere karşı çıkmışlar, işçilerin topluca işten atılmalarına bile ses çıkaramaz olmuşlardır. - Türk-İş, hangi parti iktidarda ise onun dümen suyuna girmiş ve hiçbir işçi sorununu çözmemiştir. - Türk-İş, milli bir kuruluş olmaktan çıkarak, ABD yardımlarına dayanan, ABD’nin sendikacılık politikasına uygun davranan bir kuruluş olmuştur. - Türk-İş, Maden-İş’in gelişmesini önlemek için, Maden-İş’e karşı sendikalar kurulmasına çalışmıştır.

Yayınlanan kuruluş bildirgesi ise şöyle sona ermekteydi: “İşte biz devrimciliği, bugünkü tutucu, gerici,ekonomik, sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesini ve yukarıdan beri özetlediğimiz ilkelerin hayata uygulanması anlamına alıyoruz… Devrimcilik, hepimizin mülk sahibi olmasını ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanma olanağını sağlayacağı için bizim sendikacılık çalışmalarımızın özünü kapsayacaktır.” (4) Partili sendikacı Parti İlişki DİSK’in kurulduğu günlerde de sorulan bir soruyu, bugün aradan geçen bunca yıldan sonra tekrar sormakta, bugün varılan açıklıkta, sıhhatli bir cevap vermek imkanı olduğundan fayda görüyoruz.

Soru şu: DİSK’in kurulmasına, işçi sınıfının genel çıkarları göz önüne alınarak, yani politik düşünceler sonucu mu karar verilmişti, yoksa sendikacıların bazı sendikal çıkarları için mi DİSK’i kurdular? Sorunun cevabı, TİP Genel Yönetiminde DİSK kurucusu ve üyesi birçok sendikacının da bulunması ve etkili olmaları dolayısıyla karmaşıklaşıyor. Bizce, TİP Genel Yönetim Kurulu’nda, sorun konuşulmuş ve DİSK’in kurulması için resmi olmayan bir karar alınmış bile olsa ve buna TİP’in gelişmek için, doğrudan kendi etkinliğinde yeni bir konfederasyon kurulmasını faydalı gördüğü düşüncesi eklense bile, asıl neden TİP Genel Yönetimindeki sendikacıların sendikal endişeleri ve sendikal hareketin içindeki sorunların bir neticesidir.

Soruya daha büyük bir açıklığı, şöyle bir soru-cevapla getirebiliriz; TİP Genel Yönetimi, politik tahliller sonucu DİSK’in kurulmasının, yanlış olduğu sonucuna varsaydı (TİP yönetiminin üye bileşimi, sendikacıların etkinliği ve sendikacılara karşı böyle bir karar alınmasının mümkün olup olmamasına rağmen soruyoruz?) DİSK kurulmaz mıydı? Biz, böyle bir karar olsa bile, DİSK’in TİP’e rağmen kurulacağını iddia ediyoruz. Bu soru, Sendika-parti, partili sendikacı-parti ilişkisinin, Türkiye sosyalist hareketinde nasıl kurulduğunu ve bugün de devam eden hastalığın temelini ortaya koyduğu için çok önemlidir. Gerekeni yapmak için de, açık yüreklilikle hastalığı doğru teşhis etmek ve üzerine kararlı bir şekilde gitmek şarttır.

Çünkü herhangi bir kapitalist ülkede, ciddi olarak iktidara yürüyen sosyalist hareketin, onun partisinin, sendikaları etkilemesi ve yönlendirmesi şarttır. Türkiye sosyalist hareketinde olan ise, tam tersine, sendikacıların partiyi etkilemesi; onu, sendikal ve kişisel amaçları için bir araç olarak kullanmasıdır. Bu iddialarımız, bu sorunlar üzerinde düşünmüş birçok okuyucumuz için ayrıca kanıt gerektirmeyecek kadar açıktır. Buna rağmen kanıt verilebilir: Birinci kanıt, bizzat TİP’in kuruluşunun içinde yatmaktadır. TİP, sendikacılar tarafından, sendikal hareketi güçlendireceği, ona siyasal destek olacağı için kurulmuştur. Buna gelişen TİP hareketinin, 1965 seçimlerindeki başarısının verdiği güçle, bu siyasi gücün ayrı bir konfederasyonu yaşatacağı düşüncesinin karşılık olarak DİSK’in kuruluşunda etkili olduğunu ekleyebiliriz.

İkinci olarak, DİSK yöneticilerinin, parti yöneticisi olarak değil de, DİSK yöneticisi olarak (1971 öncesinde) TİP örgütlerine, DİSK yayınlarını dağıtmak için emir vermelerine değinilebilir. Bu kanıt, DİSK yöneticilerinin politik anlayışlarını da çok güzel açıklamaktadır. Üçüncü kanıt olarak, 1969 seçimlerinin Milletvekili çıkarma ve oy olarak gelişme ümitlerini kıran sonuçlardan sonra başlayan partiye karşı tavır almaların, Tip’te kalınırsa, onun paralelinde gidilmeye devam edilirse, sendikal olarak da yok olunacağı düşüncesinden sonra, 12 Mart Muhtırasının alelacele desteklenmesinin sözü edilebilir. Bu noktada, Sorulması gerekli olan bir soru daha ortaya çıkmaktadır. Bu gelişmelere karşı, sendikacı olmayan partililerin, bilimsel sosyalist partililerin ve yöneticilerin tavrı ne oldu? Bu önemli soruna ilişkin, pratik tedbirleri ve teorik açıklamaları ne oldu bu kesimin? Bu konuya ilişkin olarak yapılan çok az sayıda teorik incelemenin, en önemlilerinden biri sayılabilecek bir çalışmayı ele alarak bu soruyu cevaplamak mümkün. Ele alacağımız çalışma TİP yönetimine ait. Bu nedenle önem kazanan çalışma, 1 Ekim 1976 tarihini ve “DİSK Eylem ve Ötesi” adını taşıyor. (5)

Çalışmanın tarihi ayrıca önemli; çünkü çalışma, TİP’in, DİSK içinde hemen hiçbir şansının kalmadığı iyice açığa çıktıktan sonra yapılıyor. Hem eyyamcılığı, hem de öngörüsüzlüğü gösteriyor. Çalışmada çok doğru tespitler de var. Bunların başlıcaları şöylece sıralanabilir: Türkiye’de Sosyal Demokrat Sendikacılığın yerleştirilmeleri çabaları, DİSK’in, Sosyal Demokrat bir sendika olması için yapılan manevralar ve DİSK yönetiminin buna uygun eylemleri, -DİSK liderlerinin hiçbir zaman sosyalist olmadığı, -(DİSK üst yönetimi, CHP ve Büyük Burjuvazi Üçgenine) nesnel olarak “sosyalizm Havarileri”nin katkısı. Bu doğru tespitleri ve belli açıklıklara rağmen yazı, sosyalist hareketin, sendikalar sorununa, sendikalarda doğru çalışmanın konusuna bir çözüm getirmekten uzak kalıyor. Uzak kalıyor; çünkü, TİP’in, sosyalist partilerin, sendikalara ilişkin çalışmasının bir eleştirisini taşımıyor. Ve muhtemelen eleştiri, sorun yeterince anlaşılmadığı için yapılmıyor.

Böyle olduğu, aynı yazıdaki başka bir yanlışla ve yazının genelinden çıkan şu sonuçla da kanıtlanabilir: “DİSK sorunu bu duruma, yöneticileri dolayısıyla geldi” gibi kişilere bağlı bir yorum konuyor ortaya. Bu temel yanlışı pekiştiren, onun değişik bir görünümü olan başka bir yanlış temel sorunun anlaşılmadığına ilişkin yargımızı doğruluyor. O da şu: DİSK hareketiyle, TİP hareketinin bir bütün olması ve DİSK yönetiminin bunu birbirinden ayırma girişimleri olduğu tespiti. İtirazımız, DİSK hareketiyle, TİP hareketinin bir bütün olduğu noktasına yöneliktir ve yargımız bütün olmadığı şeklindedir. Sorunu incelemeye birinci tespitimizin, TİP’in DİSK sorununa ilişkin olarak özeleştirisini yapmadığı noktasından başlayabiliriz.

Özeleştiri yapmak bizce, sorunu doğru tespit ettiğini göstermekten öte bütün partililerin, hatta diğer partilerin kadrolarının hatayı öğrenmelerinin ve bunu düzeltip başarıya dönüştürebilmenin bir zorunlu şartı ve ilk adımı olduğu için önemlidir. Başka türlüsü, kabahati hep başkalarında aramak demektir ki, bunun da yanlış bir yöntem olduğu herkesçe bilinmektedir. İkinci nokta, yani sorunun kişiselleştirilmesi ve TİP’ ile DİSK’in bir bütün olduğu tespiti ise asıl konudur ve sorunu böyle koymak bizi son derece yanlış yerlere götürür. Kısaca şunu söylemek istiyoruz: DİSK yöneticileri, DİSK’i bugünkü noktaya sadece kendileri “şöyle veya böyle” oldukları için girmediler. DİSK tabanında önemli bir sosyalist birikim olmadığı için DİSK bugünkü noktaya geldi, getirildi. Elbette DİSK yönetiminin DİSK’in bugünkü duruma gelmesinde hiçbir sorumluluğu yoktur demiyoruz; tersine çok sorumlulukları var. Ama, buna karşılık DİSK tabanın da bugüne kadar şişirildiği ölçüden çok daha az bir sosyalist birikim, sosyalist işçi olsa idi, DİSK yönetiminin ihanet politikasına rağmen bu konfederasyon sosyalist bir işçi sendikası olur ve öyle kalırdı. TİP’le DİSK bu anlamda hiçbir zaman bir bütün olmadı.

DİSK’li sendikacılar önce sendikacı sonra partili oldular, ta baştan beri sendikalarını kendilerine sakladılar, Parti’ye tabanlarından sosyalist işçi yetiştirmediler, şu veya bu şekilde yetişenleri de sendikal ve kişisel amaçları için kullandılar. Oysa, parti ile sendikanın bütün olması, ancak, partili işçilerin sendika tabanında ve dolayısıyla yönetimde söz ve karar sahibi olmalarıyla gerçekleşebilirdi. Sosyalistlerin ve sosyalist partinin sendikal konudaki büyük günahı, işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Bu günah, üstten yönetim, kafakol ilişkileri, özde değil görüntüde güçlü görünmek çabaları ve cuntacılık anlayışı olarak ortaya çıkıyor. Böyle olduğu içindir ki; TİP yönetiminin bu yazısından bir yıl sonra, 14 Ekim 1977 tarihinde, DİSK’in Sosyal Demokratlaştırılması operasyonu konusunda”… Dar grupçu çıkarlar, küçük burjuva kariyerizminden kaynaklanan paraşüt harekatı ve Sosyal Demokrat cıvıklık, her yolu mubah sayarak, tasfiyeciliği geliştirerek, DİSK’in bugünkü kargaşasının, işlemezliğin ta içine getirmiştir…

Ancak DİSK tabanında her şeye rağmen gelişen sosyalist hareket bu ‘oyun içinde oyun’lara dur diyecektir…”(6) demecini veren Keramik-İş Sendikası Genel Başkanı ve TİP Merkez Yürütme Kurulu üyesi Mustafa Aktulgalı, bu sözlerin üzerinden henüz bir ay geçmeden TİP’ten ayrılıyor ve DİSK’in 22 Aralık 1977 tarihinde yapılan Olağanüstü Kongresi’nde, Sosyal Demokratların listesinden, DİSK yürütme kuruluna seçiliyor. Fazla söze ne gerek var? DİSK’in Gelişimi DİSK kuruluşundan itibaren oldukça hızlı sayılabilecek bir gelişim gösterdi. O günlerin Türkiye’sinde adından çok bahsettiren kuruluş oldu. O güne kadar sendikal mücadelede pek görülmeyen biçimde, mücadeleci bir örgüt olarak tanındı, mücadeleciliğiyle “hak verilmez alınır” bilincinin yaygınlaştırılmasında katkıları oldu. Bunun görünür nedenlerini şöyle sıralamak mümkün: Birincisi, DİSK’in, Türk-İş’in tersine, devlet sektöründe değil, özel sektörde dayanıklı tüketim malları, madeni eşya Sanayii v.b. gibi dallarda örgütlü olması.

Bu işkollarındaki işçilerin, daha kalifiye, daha bilinçli olması bir avantaj. Özel sektör, bilindiği gibi, devlet sektörüne göre, hem daha az ücret veriyor, hem de daha disiplinli, verimli bir işçilik istiyor. Devlet sektöründe ise daha çok politik nedenlerle daha fazla ücret veriliyor. İkinci olarak, DİSK’in (nedeni ne olursa olsun) daha güçlü olan Türk-İş karşısında tutunabilmesi ve gelişebilmesi, Türk-İş’den daha fazla sosyal ve ekonomik hak almasına sıkı sıkıya bağlı oluyor. İlk bakışta biraz önce söylediklerimizle çelişir görünse bile, DİSK’in örgütlü olduğu işyerlerinin yapısı, bunların Türkiye ekonomisi içindeki yeri, o dönemde bu tür sanayilerin gelişme aşamasında bulunması ve özel olarak Türkiye kapitalizminin, genel olarak dünya emperyalist-kapitalist sisteminin bunalıma girmiş olması ve iç piyasada üretilen mallara talebin yaratılabilmesi için, gümrük duvarlarıyla korunan, iç piyasada fiyat sorunu olmayan, ücret artışlarını rahatlıkla ve misliyle fiyatlara yansıtabilen sanayiler olması, dönem için yüksek görülen ekonomik talepleri vermekte büyük sorun çıkarmıyordu. Emek-yoğun sanayilerde, işin tehlikesine ve zorluğuna rağmen (döküm, metal işleme Sanayii, vb.) sürdürülen düşük ücret politikası ise, mücadeleciliği artıran bir faktör olarak ortaya çıkıyordu.

DİSK’in o güne kadar yapılan toplu sözleşmelerden fazla ekonomik kazanımlar elde etmesi, haliyle Türk-İş’i de etkiliyordu. Bu kez tersine olarak Türk-İş, kendi üyelerini tutabilmek için, toplu sözleşmelerinde, DİSK kadar veya o dolaylarda ekonomik ve sosyal hak talep etmek zorunda kalıyordu. Ayrıca, döneme göre DİSK’in attığı ileri sloganlar, salt ekonomik özlü olmayıp ve işçileri bilinçlendirmeye yönelik çabaları da, işçi sınıfının sınıf bilincine, güdüsüne hitap ediyor ve bu da DİSK’in taban bulmasını, gelişmesini kolaylaştıran etkenlerden biri oluyordu. Gerçekten, tarih olarak atlamaya rağmen, konuyla ilişkisi bakımından şunu hemen ilave etmekte yarar görüyoruz: Türkiye kapitalizminin ve emperyalist-kapitalist sistemin bu rahatlık dönemi uzun sürmüyor ve 1970’lerden itibaren durgunluğa, giderek de bunalıma giriyor. Artık burjuvazi, eskisi gibi rahatça yüksek ücret politikası uygulamakta zorluk çekiyor. Yani, DİSK’in sosyal demokratlaştırılması operasyonu, hem siyasi, hem de ekonomik bir öz taşıyor.

Burjuvazi, ekonomik olarak da bunalıma girdiği ve DİSK’in talepleri, Türk-İş’i ve bir bütün olarak işçi sınıfını da etkilediği için, DİSK’in DİSK olarak varlığını sürdürmesi dayanılmaz oluyor. Bu açıklamadan sonra, tekrar başa dönebiliriz. Ekonomik Mücadelenin Mantığı Bilindiği gibi ekonomik mücadele, işçi sınıfının, burjuvaziye karşı yürüttüğü bir mücadele, sınıf mücadelesinin bir biçimi olmasına rağmen, özü itibariyle kapitalizme karşı değildir. Kapitalizmin çerçevesinde kalınarak, işçilerin, ekonomik ve sosyal durumlarını iyileştirme mücadelesidir. Böyle olmasına rağmen ekonomik mücadele, işçi sınıfının nihai kurtuluş mücadelesine tabi, onunla uyumlu olarak yürütülebilir, yürütülmelidir. Bu da büyük ölçüde sosyalistlerin, sendikalarda doğru çalışma biçimi olarak “kitle ve sınıf sendikacılığı” ilkelerini uygulamasıyla, sendika tabanında etkin olmasıyla başarılabilir. Fakat bu yönlendirme, sosyalist partilerin ve sendika yöneticilerinin öznel niyetlerinden (devrimci çizgide de olsalar) bağımsız, en azından bu tür niyetlerin değil, nesnel durumun belirleyici olduğu bir süreçtir.

Sendikal mücadele de adı üstünde, bir sınıf mücadelesidir ve her sınıf mücadelesinde olduğu gibi, mücadele eden taraflar, ellerindeki bütün olanakları bu mücadelede kullanırlar, kullanabilirler. Ve mücadeleden galip çıkan da eğer büyük hatalar yapmamışsa, tabi ki kuvvetli taraf olacaktır. İşçi sınıfıyla, burjuvazinin ekonomik mücadelesinde bu tespit özellikle geçerlidir. Bunun nedenlerini Türkiye somutunda şöyle sıralamak mümkün: Sigortalı olarak çalışan işçilerin bile önemli bir kısmı henüz sendikalı değildir. Sendikalaşma daha çok, devlet işletmelerinde, holdinglere bağlı büyük işletmelerde, uluslar arası tekellere bağlı onların uzantıları olan büyük iş yerlerinde, bankalar ve belediyeler işyerlerinde yoğunlaşmıştır.

Kısacası, sendikal işçi sayısı azdır. Mevcut sendikalar, rakip konumdadır; birbirini desteklemek bir yana, birbirini düşman sendikalar olarak bölünmüştür. Sendikalı işçilerin önemlice bir kısmı, henüz sınıf bilincine bile sahip değildir. Sendikaların mali olanakları zayıftır; aidatları kesen, isterse kesmeyen işverenlerdir. Genel grev hakkı yoktur ve dayanışma bilinci gelişmemiştir. Sendikalar Kanunu, grev ve toplu iş sözleşmeleri kanunları vb., siyasi iktidarlar ve devlet olanakları işverenlerin yararınadır. İşverenlerin mali olanakları çok fazla, dayanışma ve sınıf bilinçleri gelişmiştir ve toplumu yönlendirme araçlarına sahiptirler. Tekeller, holdingler, uluslar arası tekeller birçok işyerlerinde ve yarı alanlarda çalıştıklarından bir veya birkaç işyerinde grevler sonucu çalışmamak onları fazla etkilemeyebilmektedir. İthalat, stoklama, maliyet artışlarını fiyatlara yansıtma olanakları olduğundan, doğacak zararlarını kapatmak olanakları vardır.

Kısacası, zaten işverenler, burjuvazi karşı cepheden daha güçlü olduğu içindir ki kapitalizm hala devam etmektedir. Şimdi, bu noktada şöyle bir soru sorulabilir: işverenler bu kadar güçlü iseler, neden işçiler genellikle istedikleri hakları toplu sözleşmeler sonucu alabiliyorlar? Oysa durum, dışarıdan göründüğü gibi dümdüz bir çizgi izlemez. Birinci olarak, yukarıda bir miktar açtığımız nedenlerden dolayı, Türkiye ekonomisinin özel rahatlığı veya bunalımı, işkolları arasındaki farklılıklar (içe-dışı dönük olması, emek-sermaye yoğun işletmeler olması, vb.) ürüne piyasanın talebi gibi durumlar, işkollarında farklı ücretler ve farklı ücret politikalarını getirir. İkinci olarak, her toplu sözleşme, istenilenlerin hemen ve hepsinin alınmasıyla sonuçlanmaz. Tersine birçok sözleşmede anlaşmazlık çıkar, grev yapılır, vb.. Üçüncü olarak, Türkiye’de, toplu sözleşme görüşmeleri gizli olarak (istenen ekonomik hakların saklanması anlamında) yürütülür.

Bundan dolayı da, sözleşmenin başladığı andaki taleplerle, sonuç arasındaki fark konusunda genellikle yeterli bilgimiz olmaz. Dördüncü ve esas olarak, toplu sözleşme müessesesi, bir pazarlık ve uzlaşma müessesesidir. Ve genelde ülke ekonomisi, özel olarak da o işyeri, taviz verebilir durumda olduğu zaman (ki ekonomik bunalım anları hariç bu böyle olmaktadır) “çalışma barışı”, “verimin düşmemesi” vb. nedenlerinden dolaylı mesele, varolma ya da yok olma durumuna düşmedikçe taraflar, üç aşağı, beş yukarı anlaşabilmektedirler. Anlaşmaların, sendikalarca çokluk “zafer” olarak nitelemesi ve üzerinde çok gürültü yapılması, işverenlerin dize getirildiğinin söylenmesi, pazarlık ve uyuşma gerçeğini, kısacası sorunun özünü saklamaktadır.

Bunları söylemek, bir kere daha tekrarlayalım, sözleşme görüşmelerinde hiç uyuşmazlık olmadığı, toplu sözleşmelerin çok rahat sonuçlandığı anlamına gelmez. Elbette ki taraflardan biri en fazla almak isterken, diğeri genellikle en azı vermek isteyecektir. Her pazarlık böyledir ve sonunda uzlaşmaya varılır. Bunları söylemekteki amacımız, sorunun özünü vurgulamaktır. Fakat, bu mücadele, oyunun kuralları içinde oynandığı ve sürdürüldüğü sürece, yani kapitalizme karşı mücadele amacını taşımadığı sürece, bu nitelikte girişimlerde bulunulmadığı sürece, işverenlerden ve siyasi iktidarlardan gerekli anlayışı bulabilir. Oyun, kuralları içinde oynandığında, burjuvazinin yararınadır da. Çünkü tüm bunların sonucu olarak, “işçi-işverenin ayrılmazlığı” teması, düzenin “adaletli” görünmesi, işçinin hakkını alabildiği görüntüsü vb. türü ideolojik temalar, burjuva fikirler daha da pekişir; kapitalist düzen, hakkane bir düzen görünümü kazanır, burjuva ideolojisi sağlamlaşır.

Bu soyut tespitlerden sonra somuta, DİSK’e karşı burjuvazinin siyasal saldırısının başlamasını ve DİSK’in bunların sonucu olarak önce gerilemesini, sonra bugünkü yok olma konumuna sürüklenişini incelemeye başlayabiliriz. Sendikal Mücadelede Sosyalist Parti’nin Belirleyiciliği Yukarıda, oyunun (sendikal mücadelenin) kuralları içinde oynandığında, işverenlerden ve siyasi iktidarlardan gerekli anlayışı bulabileceğini belirttik. Tersi durumlarda ise işçi, hem işverenleri ve siyasi iktidarı, hem de genel olarak burjuvaziyi, onun ideolojisinden kopamamışları, giderek sınıf uzlaşmacısı, Türk-İş tipi sendikaları karşısında bulur. Bu noktada özel olarak o işveren, genel olarak da burjuvazi ve yandaşları, devrimci sendikayı çökertmek için tüm imkanları ve yolları denemeye başlar. Fazla problem çıkmadan imzalanabilecek olan sözleşmeler bile çıkmaza girer.

Tabii ki, mücadele sadece toplu iş sözleşmesi düzeyinde cereyan etmez. Bu tip mücadelelerde burjuvazi, bütün olanaklarını, basınını, radyosunu, televizyonunu, ideologlarını ve kendinden yana sendikacıları da cepheye sürer. Ve mücadele o şekilde gelişebilir ki, birçok işçi ve emeğiyle geçinen halk bile (ücretler yüzünden fiyatlar artıyor, hayat pahalanıyor, haksız isteklerde bulunuluyor vb. gibi demagojilerle) o sendikayı ve işçi isteklerini haksız bulabilirler. Böylece sendika tecrit edilmiş, dayanaksız bırakılmış olur. Ve burjuvazi, dayanışma içinde, gerekirse işyerlerini de kapatarak, nihayet başka araçları da kullanarak sendikayı çökertebilir.

İşte, tam bu noktada, işçi sınıfının siyasi Parti’sinin, bilimsel sosyalist Parti’sinin, devrimci sendikaları yaşatmadaki belirleyici önemi ortaya çıkar. İşçi sınıfının bilimsel sosyalist partisinin, sadece işçi sınıfına değil, sömürülen ve düzenden şu veya bu şekilde rahatsız olan tüm sınıf ve tabakalara hitap etmesinin anlamı, propaganda ve ajitasyon çalışmalarının onlara da yönelik olmasının önemi, bu konuda bir kere daha açığa çıkmaktadır. (*) (*)şurası açıktır ki: Sosyalist Partilerin ideolojik, propaganda ve ajitasyon çalışmalarını her kesimde yürütme gereği ayrı şeydir, siyasi planda belirli sınıf ve tabakalarla işbirliği ya da ittifak yapması ayrı şeydir. Bu kucaklama sonucundadır ki, deyim yerindeyse, işçi sınıfının etrafında, koruyucu bir tabaka oluşturulur, ona güç katılır. Bu politik ve ekonomik gerçekler anlatıldığı, geniş kitlelere ulaştırılabildiği zamanlardır ki, günümüzde Türkiye’de, burjuvazinin hedef saptırarak, memurların ve dar gelirlilerin kötüleyen yaşam koşullarından kaynaklanan tepkisini, ücretlilerin, işçilerin üzerine yöneltme oyunu geçersiz kılınır; tersine çevrilebilir.

Ve buradan Türkiye’de, sendika gazetelerine ve hatta “sosyalist” partilerin gazetelerine hakim olan ekonomizm anlayışının zararlı etkilerinin nerelere kadar uzandığı görebiliriz; ekonomizm anlayışının, ekonomik mücadeleyi bile başarıya ulaştıramadığı gerçeğine varabiliriz. Ve nihayet buradan (nitel ve nicel olarak) Sosyalist Siyasi Parti güçlenmeden devrimci sendikacılığın yaşama şansı olmadığı noktasına gelebiliriz. Evet, Türkiye’de bugüne kadar yapılanın ve umulanın tersine olarak, devrimci sendikacılığı yaşatacak olan güçlü sosyalist partidir; yoksa, Sosyalist Parti’yi yaşatacak, büyütecek olan devrimci sendikacılık değildir. Sosyalist Parti güçlenmeden, devrimci sendikacılık olur demek, boş bir hayalden, çabuk sönecek bir umuttan öte değildir.

Ancak, Sosyalist Parti belli ölçüde güçlenip, devrimci sendikacılığı yaşatabilir hale geldikten sonda, karşılıklı etkileşim içinde birbirlerini güçlendirirler. Bugüne dek olanlardan çıkan bir sonuç da budur. Bunları söyledikten sonra tekrar, bir önceki paragrafa dönüp konuya kaldığımız yere, devrimci sendikanın, ekonomik mücadelenin kurallarına uymadığından, çökertilebileceği noktasına dönebiliriz. İşverenlerin, burjuvazinin bu tutumunun karşısında, devrimci sendikanın diğer sendikalardan farkını göstermesi, ekonomik “zaferler” kazanması gerekir. Tabanda güçlü bir sosyalist siyasi bilinç olmadığında, bu ekonomik kazanımlar daha bir önem kazanır. Cepheleşme, kesin tavır alma durumu geliştiğinde ise buna da imkan yoktur. Burjuvazi ve işverenler, güçlerini tam olarak birleştirirseler (çeşitli nedenlerle çokluk bu kolay gerçekleşmez) sorunu kısa sürede çözerler, ama bu gerçekleşmez ve mücadele süreci uzar.

İşte bu noktada, sendika ve sendikacı güçlü bir siyasal destek arar. İşçi sınıfının sosyalist siyasi partisi, bu ihtiyaca cevap veremediği durumda, buna sendikacıların da sosyalist olma eksiklikleri ve çeşitli kişisel faktörler eklendiğinde, önce yalpalamalar başlar, sonra destek başka yerlerde, burjuva partilerinde, tabii “en yakın” burjuva partisinde aranır ve bulunur da. Birden dönüş olamayacağı için, birçok aşamalardan geçilir ve giderek, devrimci sendika, burjuva partisiyle beraber hareket etmeye başlar. İşte DİSK operasyonunun gerçekleştirilebilmesini sağlayan maddi temel ve DİSK’in dramı da buradadır. Bu sonuçların ışığında, tekrar başa dönüp, farklı gibi görünen başka bir olguya yeniden bakabiliriz. O da şudur: Bu arayış, daha devrimci sendika kurulmadan da ortaya çıkabilir. Farklı nedenlerle güçlenmek isteyen, sendikal konumlarını pekiştirmek isteyen sendikalar ve sendikacılar, bunun aracı olarak bir “Parti”, dar anlamda bir işçi partisi kurmayı düşünebilirler.

İşte, 1961’de sendikacılarca kurulan TİP, böyle bir parti olarak kurulmuştu. DİSK’in Yokoluşa Doğru Gidiş Süreci 1965 seçimlerinde TİP’in milletvekili başarısından umutlanan DİSK yönetimi, 1969 seçimlerinden sonra bunun devam etmeyeceğini görmüş ve kendilerine hem milletvekili koltuğu, hem de siyasi destek sağlayamayacak olan TİP’te fazla kalmanın bir yarar getirmeyeceği sonucuna varmış olmalarıydılar. DİSK’in kurulmasına ve gelişmesine denk düşen zaman diliminde, burjuvazi cephesinde de çeşitli gelişmeler oluyordu. Bir yandan kendisini tarihi olarak, “sola duvar çekme” misyonuyla yüklü sayan Kemalizm’in partisi CHP; Türkiye’nin, kırsal Türkiye olmaktan çıkmaya başlaması, buna gelişen TİP ve DİSK hareketlerinin de eklenmesiyle önce politikada “Ortanın Solu” ve sonra da sendikal harekette Sosyal Demokrat sendikacılığı geliştirirken, diğer yandan devrin iktidar partisi AP, DİSK’i örgüt olarak derhal yok etme amacına yönelik biçimde sendikalar kanununu değiştiriyordu.

Sosyal Demokrat Sendikacılık anlayışı ve bunun nedenleri ilk olarak “Dörtler Raporuyla” ortaya konuluyordu. Başlarını Abdullah Baştürk’ün çektiği “Dörtler”, 14 Ocak 1971 tarihini taşıyan raporlarında, Türk-İş yönetimine eleştirilerde bulunuyorlar ve gerçek sendikacılığın neden ve nasıl olması gerektiğini özetle şöyle belirtiyorlardı, raporun “Türkiye’nin Görünümü” bölümünde: “Kapitalist düzen, çalışanlar açısından elverişli bir düzen olarak, alkışlanacak bir düzen olmamakla beraber, kapitalizmin en kötü koşullar içinde uygulanmakta olması, insana hiçbir değer vermeyen ve çalışanları bunalıma itekleyen bir ortam yaratmıştır… bu düzenin 1960’tan sonra bilinçlenmeye ve üretimdeki önemli yerini kavramaya başlayan işçi kuruluşları ve özellikle ekmeğini çalışarak kazanan çoğunluk tarafından benimsenmesine pek olanak yoktur…” Raporun 22. bölümünde: “Bugün, ülkemizin koşulları ve sendikacılığımızın koşulları DİSK’in felsefesine karşı dinamik bir felsefe ile çıkabilmeyi gerektirmektedir.

Bu da ancak, Sosyal Demokrasi, Demokratik Sosyalizmin uygulanması ile mümkün olabilecektir..” Raporun, “Eğitimde Yozlaşma” bölümünden: Türk-İş eğitim çalışmalarında işçi ve yöneticilere kuru hukuk bilgisi vermekle yetinirken, DİSK, ruh ve inanç vermiş, onları bu ruh ve inancı işyerlerindeki diğer işçilere de aşılayacak şekilde yetiştirmiştir. Bu çalışmalar durmadan devam ettiği için de DİSK’in “bir avuç militan”ı hızla çoğalmakta, her yere yayılmaktadır.”(7) Raporun bir başka bölümünde ise “Her şeye rağmen itiraf edilmelidir ki, sloganları, çok açık politikası, işçi sorunlarına eğilişi, işçi sınıfını taban olarak benimsemesi ve güçlü seçmen topluluğu ile CHP, Türk-İş açısından etkilenmesi kolay olacak, birlikte çalışma ve eyleme geçebilecek en uygun ve tek parti olarak görünmektedir.” görüşü savunulmaktadır.(8) 11 Ağustos 1971 tarihli “12’ler raporunda” ise şöyle denilmektedir: Madde 9: “Komünist, faşist ve her türlü gerici akımların yıkıcı etkisinden özgür demokratik düzeni korumanın ilk şartı, tüm ulusumuzun ve çalışan sınıfların katılmasıyla demokrasi güçlenmektedir… Batılı demokrasilerin sağlamlığı ve devamlılığı, sosyal sınıf ve tabakaların dengeli bir biçimde siyasal güç haline dönüşebilmesi geleneğine çok şey borçludur…”(9)

Sosyal Demokrat Sendikacılık anlayışlarının resmi ifadeleri olan yukarıdaki alıntılardan sonra yorum eklemeksizin konuya devam edebiliriz. DİSK’i tasfiyeyi amaçlayan sendikalar konusundaki değişiklik tasarıları, TBMM’de, 4 Şubat 1970’de kurulan geçici komisyona havale ediliyor. Meclis komisyonunda CHP’li Abdullah Baştürk de bulunuyor. Ve geçici komisyonun karara bağlayarak Meclise sunduğu tasarı, esas olarak, Abdullah Baştürk ve arkadaşlarının önerdiği, Türk-İş’in de benimsediği tavır oluyor. Burhanettin Asutay “Adaleti, müsavatı, hürriyeti ve birliği sağlayacak bu kanuna CHP olarak müspet oy vereceklerini” (10) açıklıyor.

TİP’ten umudunu kesmiş ve uzaklaşmaya başlamış DİSK yönetimi, örgüt olarak da yok edilme tehdidine karşı, 15-16 Haziran çıkışına sürükleniyor. Böyle olunca da 15-16 Haziran olayları esas olarak, sendikal endişelerle yapılan, yaptırılan, sendikacıların konumlarını korumaya yönelik bir hareket olarak görülüyor. Elbette 15-16 Haziran olayları, aynı zamanda işçi sınıfı öncü mü “artçı” mı tartışmalarına somut bir cevap oluyor. İşçi sınıfının kazanılmış haklarını korumaya yönelik mücadele azminin kanıtlanması da oluyor. Ama esas olarak, 15-16 Haziran, Türk-İş üyesi işçilerin katılmalarının da gösterdiği gibi, işçi sınıfının on yıllar birikmiş olan potansiyelinin, siyasi kazanımlar için yönlendirilmesi mümkün ve gerekli olan potansiyelinin, kariyerist sendikal amaçlar için, dört bin’in üzerinde militan işçinin işten atılmasını da beraberinde getirerek heder ediliyor. Heder ediliyor, çünkü bu güçten, kararlılıktan kalkarak, ileri adımlar atılmak yerine, tersine olarak ürkülüp, geri çekiliniyor.

Daha sonra 12 Mart Muhtırası geliyor. DİSK Yürütme Kurulu, alelacele, 12 Mart 1971 tarihli bir bildiri ile 12 Mart’ı alkışlıyor. Devrimci sendikaların genel başkanı Kemal Türkler, kendi deyimi ile 12 Mart’ta komutanlar tarafından “yirmi altı günlük bir misafirlik, bir büyük misafirlik”le cezalandırılarak 12 Mart’ı geçiştiriyor. Ardından, 1973 seçimlerinde, birçok “devrimci”mizle birlikte DİSK, CHP’ye destekliyor. Bunu DİSK’in halk sektörü’nü desteklemesi ve sermaye katmayı taahhüt etmesi izliyor. Ardından, Maden-İş 9 ncu Bölge Temsilciliği Kongresi’nde, DİSK yönetimi Kemal Türkler’in ağzından kurulmuş sosyalist partilere şöyle sesleniyor; “1973 seçimlerinde CHP’nin desteklenmesi kararı doğrudur. Bugün Türkiye’de beş tane sosyalist parti kurulması bu doğruyu değiştirmez… Bugünkü ortamda sosyalist mücadele yapılamaz… Hiçbir güçleri olmayan, DİSK camiasının her kademesinde gelişmesini yok ettiğimiz bu partilerin peşine işçi sınıfı takılamaz… Bugün ille de ‘sosyalist mücadele yapılmalıdır’ diyenler, ayrıca, CHP’yi demokratik güç olarak kabul edip buna rağmen sosyalist parti kuranlar işçi sınıfına ihanet etmektedirler…” (11)

Dönemin DİSK Genel Başkan Vekili Mehmet Kılıç ise bu görüşü şöyle tamamlıyordu: “CHP solundaki bütün partilerin başkanı ajandır. Bilimsel sosyalizmin kurucuları, Marks ve Engels, modası geçmiş birer soytarıdır. İşçi sınıfının aydınlara ihtiyacı yoktur. İşçiler partilerini kendileri kurarlar. İşçi sınıfının önderleri biz, sendikacılardır…”(12) Eğilimler bir yana, hiç olmazsa yıllar önce başlayıp günümüzde de devam eden olayları olsun anlamaları beklenen “bilimsel sosyalist” partilerimiz, bir türlü uyanamıyor. Bölük pörçük gördüğü bir takım olayların bile gereğini yapacak kararlılığı gösteremiyor, DİSK’in tabanına yönelik sıkı çalışmayı, kafa kol ilişkilerinden dolayı bir türlü başlatamıyor ve bunların sonucunda doğal olarak, yukarıdaki sözleri söyleyen, böylesine “bilinçli devrimci”lerin üst yönetimini oluşturduğu DİSK’ten, yönetim düzeyinde hala çok şey bekliyordu. Nitekim DİSK yönetimi, kendisine bağlanan umutları boşa çıkarmadı. Uzun süren bir uykudan uyanan, bunun için de o güne kadar Türkiye’de ne olup bittiğini bilmemelerini normal karşıladığımız “ilerleme”ciler, “sosyalizm havarileri”, uzun süren uykunun verdiği dinlenmişlikle ve dinamizm ile, bu arada kaybettiklerinden de canları sıkılmış olarak, bu kaybı hemen telafiye girişiyor. Ve karşılarında kollarını açmış kendisini hasretle bekleyen, bazı “kendini bilmezlerin” arada, satılmış, hain diye laf atmalarından da bunalmış, kendileri gibi “ilerleme”den yana, “ilerici” üst yönetimini buluyor.

Artık icazet çıkmıştır. Ve arada da olsa, ihanetle suçlanan DİSK üst yönetimi, “bilimsel sosyalist” partilere bile tepeden bakabilir. Böylece, aklanan, temizlenen DİSK yönetimi ile beraber, genel temizliğe girişilebilir; iz olarak bile olsa bünyede kalmış bazı sosyalist unsurlar, işverenlerle de elele vererek tasfiye edilebilir. Ve tabi bütün bunlar “bilimsel sosyalizm” adına ve keskin “bilimsel sosyalist”lerce yapıldığından, kimse de ağzını açıp bir tek laf edemez… Eden olursa da, hemen aforoz edilir. Türkiye’de, “devrimci cephe”deki bu gelişmelere paralel olarak, burjuva cephesinde de bir takım gelişmeler oluyor. Ecevit’in kendi deyimiyle “akıllı burjuvazi”nin partisi CHP’nin eliyle, işçi sınıfına karşı bir takım manevralar geliştiriliyordu.

Bu manevralar, bugüne kadar yaygın biçimiyle söylendiği gibi, sadece DİSK’in ehlileştirilmesi, sosyal demokrat politikaya çekilmesi anlamında olmuyordu. Daha da önemlisi bu manevralar, “Sosyalist Siyasi Hareket”in burjuvazinin kuyruğuna takılmasını amaçlıyordu. Yem olarak, 141-142. maddelerin kaldırılması vaatlerinin kullanıldığı bu oyun, 141-142. maddelerin kaldırılmasını bazı büyük tekellerin, akıllı burjuvaların en önde gelenlerinin de istemiyle sürdürülüyordu. Bu manevra, akıllı burjuvazi (özellikle, büyük sanayi burjuvazisi) açısından, “rasyonel kapitalizmi” sağlamak için, belli ölçüde sosyal hareketliliği, düşünce üretme sürecini başlatmak için yıkılması gereken önemli “tabu”lardan biriydi. Bu manevra akıllı burjuvazi açısından, yapmak istediği politik ve ekonomik girişimlerine; tasfiye etmek, çıkarlarını bozmak istediği eski ortaklarına karşı işçi sınıfını, hem de onun “bilimsel, gerçek partisi”nin eliyle kendi peşine takmak, işçi sınıfının ve ilerici aydınların dinamizmini kendi yararına kullanmak istemesi olarak somutlanıyordu. “İlerleme”de bu yeme sarılmaya hazır olduğunu, “TKP’siz Demokrasi Olmaz” vb. sloganları atarak gösteriyordu.

Böylece TKP nesnel olarak burjuva demokrasisinin eksiğini kapatmak, onu da kusursuz göstermek için, demokrasi sahnesine çıkmaya hazır olduğunu gösteriyordu. Yani, 141-142. maddelerin kalkmasını burjuvazi, “devrimci”lerimizin kara kaşları, kara gözleri için değil kendisi için istiyordu. Ve ayrıca bu istem, akıllı burjuvazi açısından, haklı olarak, iğdiş edilmiş bir “İşçi Sınıfı Partisi”nin ciddi bir tehlikesi olamayacağı görüşüne dayanıyordu.(*) Böylece bir yandan, işçi sınıfının ekonomik örgütlenmesi ve mücadelesi alanında, “işçi sınıfının gerçek partisi” sosyalizme küfreden DİSK yönetimiyle elele vererek önce DGM direnişiyle DİSK’in tabanından binlerce militan işçiyi işten attırıyor, daha sonra, son derece yanlış uygulanan, hayalci hedefler peşine takılınan MESS greviyle işçilerde sendikalara karşı kuşkular geliştiriyordu.(**) Ve daha sonra, başlıca uğraşı DİSK’i tasfiye etmek olan Abdullah Baştürk, DİSK Genel Başkanlığına getiriliyordu. (*) Elbette ki biz bunları söylemekle, Türkiye’de “ilerleme” hareketinin belli ölçüde gelişmesi burjuvazinin istek ve izniyle oldu demek istemiyoruz.

Söylemek istediğimiz, farklı nedenlerden kaynaklanan iki cephedeki gelişmelerin çakışması ve “ilerleme”nin sosyalist ideolojiyi silikleştirmesi, tasfiyeciliği geliştirerek objektif olarak burjuvaziye hizmet etmesidir. (**) DGM direnişi ve MESS grevi, ayrı bir çalışma konusu olacak kadar kapsamlı olduğundan şimdilik, burada ayrıntıya girmedik. Siyasi cephede ise, işçi sınıfı partileri kendilerine başlıca görev olarak CHP eleştiriciliğini, CHP’ye yol göstericiliği seçerek, sosyalist görevlerini terk ediyor, meydanı burjuvaziye, CHP’ye bırakıyordu. Fakat somut gelişmeler sonucu, işçiler CHP’nin umut olmadığını görmeye başlayınca, ortada umut olarak görebileceği kararlılıkta bir sosyalist parti de göremeyince, bu kitlelerin geçici de olsa umutsuzluğa düşebileceğini kabul etmek gerekiyor ve bu noktada hep beraber, “ne yapmalı” sorusunu sorup, yapılması gerekeni yerine getirmek sosyalistler için görev oluyor.

Bağlarken Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik bunalımın yoğunlaştığı ve sendikacılara, hatta sendikalara karşı güvenin sarsıldığı bu dönemde, sosyalist partilerin ve sosyalistlerin tabanda sürdürdükleri, sürdürmeleri gerekli çalışmalarda ekonomizm anlayışını terk etmeleri gerekmektedir. Çünkü, yakın gelecekte, yukarıda saydığımız nedenlerden dolayı patlamalar şeklinde, kendiliğinden işçi hareketleri olması muhtemeldir, beklenilmelidir. Bu tip olaylarda hareket, ya gerçekten yönetimsiz, lidersiz olarak kendiliğinden gelişir ve devam eder; ya da, küçük burjuva devrimcileri, örgütsüz, maceracı unsurlar başı çeker. Bu da, işçi sınıfının birikmiş potansiyelinin, yanlış, çıkışsız yerlere gitmesini, yeni zaman kayıplarını ve onarılması gereken yeni hataları beraberinde getirir. Ekonomizmle, kendiliğinden hareketlerle, maceracı-terörist hareketlerin iç bağı, yakın ilişkisi unutulmayarak, ekonomizm anlayışının, patlamalarda en büyük sorumluluğu taşıdığı unutulmayarak, yönlendiriciliği ele almak ve sendikalarda kalıcı kazanımlar elde etmek için, işçi tabanında sosyalist siyasi bilincin geliştirilmesi mücadelesine hız vermek ertelenemez bir görev olarak karşımıza çıkmaktadır.

Büyük sanayi burjuvazisinin yönelişleri açısından (henüz yeterince olgunlaşmamış ve ekonomik bunalım şartlarında verebileceği çok şey olmamasına rağmen) hem işçi sınıfını ve sendikaları üstten denetlemenin, yönlendirmenin imkanlarını daraltmak, hem de sanayi burjuvazisinin somut beklentileri açısından, daha üretken, daha yapıcı, daha geliştirici olan işçilere ihtiyacı artmaktadır. Fakat burjuvazi siyasi olarak da kendisine bağlı bir işçi sınıfı hareketi geliştirmek isteyecektir, istiyor. Bunun için de, sosyal demokrat sendikacılık hareketini,yönetime katılma vb. temaları işleyerek, geliştirmek istemektedir. Bu da, işçi sınıfına yönelik olarak sosyalistlerin, sosyalist ideolojiyi güçlendirme mücadelesini, her zamankinden fazla gündeme getirmektedir.

AET ile bütünleşmenin, dünya emperyalist-kapitalist sistemiyle yeni işbölümü içinde kaynaşmanın ekonominin uluslar arasılaşmasının hızlandığı bu aşamada, sendikal mücadelenin de daha fazla bilgi ve bilinç gerektirdiği, siyasi yönlendiriciliğin daha bir önem kazandığı bu dönemde; genel grev, dayanışma grevi, siyasi grev haklarının elde edilmesi mücadelesine daha fazla önem vermek, uluslar arası işçi sınıfı hareketini izlemek, ilişki ve dayanışma içinde olmak önem kazanmaktadır. Ekonomik bunalım şartlarının, işçi sınıfına, yüksek ücret artışlarının çözüm olmadığını anlatmak için, günlük mücadelenin yetmezliğini anlatmak için, devrimci çözüm yollarını benimsetmek için uygun şartları ve olanakları yarattığını bilmek ve buna uygun bir çalışma içine girmek gerekmektedir. Türkiye’de giderek artan sayıda, okumuş-yazmış insanın, üniversite okuma şanslarının hemen hiç olmaması ve bunların işçiliğe kayması, işçi sınıfının bilinç ve talep seviyesini artıracak, bu da sosyalist propagandayla duyarlı işçilerin sayısını çoğaltacaktır.

Bu propagandanın hayli etkin sonuçlarını bilerek çalışma görevi, sosyalistlerin omuzlarına yüklenmektedir. Sendikaların, özellikle büyük işyerleriyle sınırlı olma durumlarını aşmaları, küçük işyerlerinde ve tarım işkolunda da örgütlenme çalışmalarının artırılmaları gerekmektedir. Kolay mücadele alışkanlığından, sendikacılığı ekmek kapısı, geçim kaynağı görmekten, kötü profesyonellik anlayışından kaynaklanan, güç alan bu yolun terk edilmesi gerekmektedir. Bu bağlamda işçi sendikalarının, memur hakları için de mücadele etmeleri, onlarla olan dayanışmalarını da artırmaları gerekmektedir. Böylece hem sendikal mücadelenin gücü, nicelik ve nitelik olarak artacak, hem de işçi sınıfının etrafında, onunla beraber hareket eden bir halka meydana gelecektir.

Sosyalist partilerin, sosyalistlerin, kafa kol ilişkilerini, yüzeysel olarak güçlü görünmek için, tepeden beraberlik politikaları, son derece kapsamlı yan zararlar da veren tasfiyecilik girişimlerini ve anlayışını terk etmeleri zorunlu bir ilk adımdır. Sosyalistlerin, 1946 kuşağı olarak da adlandırılan, işçi aristokrasisi haline gelmiş, tamamen dejenere olmuş, sendikacılığı meslek haline getirmiş ve işçi sınıfını yanlış yerlere götüren, ücret bilincine dayalı sendikacılığı yerleştiren ve yaşatan sendikacıları, yüzlerine hangi maskeyi geçirmiş olurlarsa olsunlar tasfiye etmek, sendikal mücadeleden tamamen silmek zorunluluğunu, onlardan hiçbir şartta ve zeminde hiçbir şey beklenemeyeceği düşüncesine varmak gerektiğini anlamaları lazımdır. Gerçekte bunun zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir. Bu kararlı atılımlar yapıldığında (ki bunlar aynı zamanda sosyalist hareketin diğer alanlardaki davranışlarıyla da yakından ilgilidir) sosyalistler, sendikal mücadelede çok şey kazanacaktır.

(sosyalist İktidar dergisi Haziran 1980 sayı (9) sayfa 13)
Ergün Erdem
NOTLAR :

1. Kemal SÜLKER; 100 Soruda Türkiye’de İşçi Hareketleri,(3.Baskı, İstanbul, Gerçek Yayınevi, 1976) s.63-63
2. TİB; Türkiye İşçi Sınıfı ve Mücadeleleri Tarihi, (1. Baskı, Ankara, TİB Yayınları, 1976) s.106
3. Kemal SÜLKER; A.G.E, S.139
4. Anıl ÇEÇEN; Türkiye’de Sendikacılık, (1. Baskı, Ankara Özgür İnsan Yayınları, 1973) s.119
5. “DİSK Eylemi ve Ötesi”; Çark Başak, Sayı 16, (1 Ekim 1979) s.1-5
6. Görev Gazetesi, sayı 14, (14 Ekim 1977)
7. Kemal SÜLKER; Sendikacılar ve Politika, (1. Baskı, İstanbul, May Yayınları, 1975) s. 281, 284, 298
8. Alpaslan IŞIKLI; Sendikacılık ve Siyaset, (2. Baskı, Ankara, Odak Yayınları, 1974) s.520
9. Anıl ÇEÇEN; a.g.e. s.199-200
10. Alpaslan IŞIKLI; a.g.e. s.479
11. İşçi Davası Gazetesi, sayı 25 (11.6.1975)
12. İşçi Davası Gazetesi, sayı 32 (5.11.1975)
Sosyalist İktidar Dergisi’nde yayınlanan Ergün Erdem’in bu yazısı, A.Hamdi Dinler’in “TİP Tarihinden Kesitler 1961-71” isimli kitabından alınmıştır. 

Bookmark and Share