Türkçe



PDF indir

 

 



Türkiye'de Sınıf Mücadeleleri Tarihi

İzlenme 3302


Konumuz Türkiye ise, kısa da olsa öncesindeki Osmanlı'ya değinmemek olmaz. Konumuzun odağında sınıf mücadelesi olduğuna göre, ekonomik yapı içerisinde toplumsal sınıfların konuşlanmalarına bakmamız kaçınılmaz oluyor. Devamında, dar anlamda da olsa mücadelenin örgütlü yanını eşelememiz gerekiyor. Yani sınıf mücadelesinden söz edebilmek için önce ülkenin toplumsal yapısını, bu yapının üzerinde oluşturulmaya çalışılan ekonomi siyasetini ve nihayet zaman akışı içerisinde oluşan değişimlerle toplumsal olayları görmek gerekir.

Osmanlı dedik. Çok gerilerine gitmeden şöyle 1900'lerin başından itibaren gözlemlemek konumuz açısından yeterli olur. Zira kapitalist üretim biçiminin egemenliğini sürdürdüğü coğrafyada işçi sınıfının izini sürmek durumundayız. Ek bilgi olarak imparatorlukta gelişmiş-nitelikti, üretici-iş güçleri, 1900'lü yılların başından itibaren ve ilerleyen yıllarda giderek artan yoğunlukla toplu katliama uğradılar ya da Anadolu dışına sürüldüler. Sonuncusu 1924 yılında mübadele uygulamasıyla yaşandı.

Türkiye'de sınıf mücadelesinden bahsedeceksek, ilk işçi hareketlerinde önemli bir yere sahip olan Tersane Grevi'ni, sendikal mücadele konusunda da 1908 İstanbul grevlerini ele alarak söze başlamak lazım. Ardından Ta'til-i Eşgaal kanunundan söz edilebilir. Nihayetinde İstanbul'da Mütareke yıllarındaki farklı işçi dire nişleri de meydana gelmişti. Bütün bunlarla beraber Osmanlı ülkesinde gerek sanayi gerekse ticari anlamda en gelişkin kentlerden birisi Selanik'ti. Bu açıdan Selanik'te ortaya çıkan sınıf örgütlenmelerine ayrıca değinmekte fayda vardır.

Selanik, Osmanlı payitahtına birkaç günlük piyade yürüyüşü mesafesinde liman kentidir. Nitekim İstanbul'da 31 Mart Vakası diye bilinen gerici ayaklanma (1909) başlayınca Selanik'teki askeri birlik Hareket Ordusu adıyla bir koşu payitahta yürümüş, asileri bastırmış ve "Ulu Hakan" Abdülhamit'i Selanik'e getirmiştir.

1800'lü yıllardan itibaren bu yöredeki ekonomik ve toplumsal gelişmelere bakarak başlamakta fayda var. Bir kaynakta "Selanik'te, 1880-1914 yılları arasında, kendisini Osmanlı İmparatorluğu'nun en sanayileşmiş kenti haline getiren göz kamaştırıcı bir sanayi kalkınmaya tanık" olduğu kayıtlı.

Selanik, sanayi işçilerinin aşırı yoğunluğu ile sivrilirken, yirminci yüzyılın başında imalat kesiminde 20 bin, taşımacılıkta 5 bin işçinin çalıştığı tahmin ediliyor ki, bu miktar kadın erkek, çoluk çocuk toplam kent nüfusunun yüzde 17'si kadar, iplik ve dokuma, çuha, bira, tütün, ahşap (kerevet ve sandalye) ve toprak sanayi (tuğla-kiremit) ile gıda (un, zeytinyağı ve sabun fabrikaları) önde gelen sanayi kollarıydı. Sanayi işçileri Yunanlı, Bulgar, Arnavut ve Yahudilerdi. Fabrikalarda yönetici ve teknik eleman olarak İtalyan ve İngilizlerin varlığı biliniyor.

Daha 1880'lerde Batılı sermayedarlar tarafından liman kesiminin gelişimini hızlandırıp modernleştirme girişimlerinin karşısına Selanikli hamallar loncası çıkmış. Büyük çoğunluğu Yahudi olan bu kol işçileri, yükleri gemilerden vagonlara, vagonlardan gemilere taşıyarak geçimlerini sağlıyorlar. Modernleştirmelere karşı dikiliveriyortlar. Ne var ki yıllar sonra, 1909'da, Selanik Rıhtım Şirketi, Doğu Demiryolları Şirketi ve Selanik- İstanbul bağlantı hattı Demiryolu Şirketi, trenlerin rıhtıma kadar girmelerini ve yüklerin araçlarına doğrudan boşaltmasını sağlayan anlaşmayı gerçekleştiriyor. Ne de olsa artık bu yıllara gelinceye kadar sanayi işçilerinin örgütlü gücü, toplumsal sınıf çerçevesinde çalışma şartlarını ve ücretleri artırmayı hedef haline getirmiş durum­da.

 

Selanik, Makedonya'nın başkenti gibidir. Selanik'te kapsamlı toplumsal mücadele havası 1908 yılının Ağustos ayının ilk haftasında ısınıyor. Atölye ve fabrikalarda çalışma sürelerinin azaltılması ve ücret artışı taleplerinin yanı sıra dernek-sendika kurma hakkı için de sesler yükseliyor. Yönetim ise özellikle "kışkırtıcılardan" söz ediyor. "Kışkırtıcılar", Bulgar Sosyalizmi ekolü anlayışıyla eğitilmiş militanlardan başkası değil.

Bulgar Sosyal Demokrat İşçi Partisi (komünist) militanları sendika kurma girişiminde bulunuyorlar. Ardından halka açık konferans programlan başlatıyorlar. Bu arada ortaya çıkan siyasi fraksiyonlar arasında Ortodoks Marksizm'in renklerini taşıyan (dar) sosyalizm yanlıları ile Anarko-Liberal (geniş) grup anlaşarak Birleşik Grup kuruyorlar. Aynı zamanda sosyalist Sefarad grubu da çalışmalara katılıyor.

Farklı fraksiyonların varlığı bazı alanlarda çatışmayı da içermesine karşın 1 Mayıs 1909 günü Selanikliler, kentin tarihindeki ilk büyük kitlesel gösteriye şaşkınlık içinde ta­nıklık ederler. Ayrılıklara karşın bütün militanların katılımları sağlanmıştır. Bulgarlar, Yunanlılar, Türkler, Arnavutlar ve özellikle çok sayıda Yahudi gösteriye katılmıştır.

Takip eden zamanda, 19 Haziran 1909 günü Selanik İşçiler Birliği kurulur. Osmanlı Meclisi Meb'usanı ise iki ay kadar sonra (5 Ağustos 1909) Ta'til-i Eşgaal kanununu kabul edecek, Ağustos ayının takip eden günlerinde Selanik'te grev, dalga dalga yayılacaktır: Sigara kâğıdı fabrikası işçileri, sabuncular, mağaza çalışanları, komiler, berber çırak ve kalfaları, dizgiciler, marangozlar, kunduracılar, tütün işletme işçileri, hamallar (liman), havagazı, demiryolu ve tramvay çalışanları, terziler! Velhasıl, ne­redeyse tüm emekçiler grevde. Başarı, merkezi Brüksel'de bulunan II. Enternasyonal Bürosu'na yazılı olarak bildirilir. Sosyalist İşçi Federasyonu kurulur. Beş Çınar bahçe­sinde düzenlenen "Uluslararası Büyük işçi Kermesi" için 6 bin bilet satılır. Dört dilde (İspanyol Yahudicesi, Yunanca, Türkçe ve Bulgarca) yayın yapan işçi Gazetesi çıkarılır. Sosyalizmin ilkelerine bağlı olduklarını belirten sendikalar kurulur.

Nihayetinde Osmanlı hükümeti, bölgede örgütlülüğünü sürdüren ittihat Terakkicilerin yardımı ile olaylara müdahale etse de sosyalistlerin hareketliliği 1912 yılına kadar devam etti. 1912 yılı 1 Mayıs'ı, 7 bini aşkın emekçinin katılımıyla kutlandı. Ya sonrası? Balkan Savaşı ardından Birinci Dünya Savaşı'nı hatırlamak yeterli olur sanırız.

Makedonya bölgesinin başkenti konumundaki Osmanlı ülkesi Selanik'te gelişen sana­yinin ortaya çıkardığı sanayi işçilerinin sınıf mücadelesi ve mücadeleye sınıfsal rengi veren Bulgar Sosyalist ekolünün etkisi ortadadır. Böylesi bir gelişmenin, SINIF müca­delesinin kıvamı bakımından önemli bir örnek teşkil ettiği kabul edilmelidir.

 

1920'ler

 

"1927 nüfus sayımına göre, Türkiye'nin nüfusu 13,5 milyon ve bunun sadece 3 milyo­na şehirlerde yaşamaktadır. Yani cumhuriyet bir tarım ülkesidir. Şehir nüfusunun üçte biri İstanbul'da oturuyor. Nüfus yoğunluğunun çok olduğu ikinci il İzmir ve nüfusu 150 bin. Ankara ve Adana 70 binlerde seyrediyor. Bu dört ilin dışında, 40 binin üstünde dört il daha var, o kadar. Tek başına bu gösterge, ülkenin tarım ülkesi olduğunu gös­termeye yeterli."(işçi Sendika Tarih, ilhan Akalın, Öteki Yayınları 1995, s.63)

Kırsal alandaki 10 milyon insan 40 bin köyde yaşıyor. Nüfusu 400'ün üzerindeki köy sayısı yüzler mertebesinde. Tarım, dededen kalma usullerle ve insan gücüne eklenen çift hayvanlarıyla yapılıyor. Üretim aynı zamanda pazar için değil genellikle kendi tüketimi içindir. İhtiyacından kısarak artırdığı bir parça ürününü kasaba pazarında satarak üretemediği tuz, gaz, bez benzeri ihtiyaçlarını karşılar.

Ancak, özellikle Ege Bölgesi ve Çukurova, tarım açısından ayrıcalıklıdır. Ayrıcalıklı oluşları doğa şartlarıyla birlikte, daha Osmanlı döneminde tarıma kapitalist ilişkilerin girmiş olmasıdır. Hemen İzmir-Aydın demiryolunu hatırlamalıyız. (Bu bölgedeki top­lumsal gelişmeyi de etkileyen ve emperyalizmin bölgeye girişinin geniş ayrıntıları için Orhan Kurmuş'un Emperyalizmin Türkiye'ye Girişi kitabına bakılabilir.) Tarımda maki­nelerin yanı sıra nitelikli tohum, gübre ve sulama üretimde önemli yer tutuyor. Aynı zamanda tarım ürünlerine dayalı un değirmeni, zeytinyağı ve sabun ile çırçır ve doku­ma fabrikaları kuruluyor. Cumhuriyet döneminin pamuk-üzüm ve incir gibi geleneksel temel ihraç ürünlerinin de bu bölgede üretildiğini hatırlayalım. Ve İzmir'in nüfus açısından ikinci sırada yer almasının nedeni de anlaşılır olmaktadır. Daha Cumhuriyet ilan edilmeden aylar öncesinde İzmir'de İktisat Kongresi toplandığını hatırlayalım.

İzmir'den söz açılmışken sınıf mücadelesi kayıtlarına geçmemiş bir grevden söz ede­lim. 1930 yılında Ali Fethi Okyar'a Serbest Fırka (parti) kurdurulmuştu. CHP karşı­sında muhalefette yer alacak partiye ilgi çok büyük oldu. Ali Fethi Bey, teşkilatını kurmak için İzmir'e ulaşır. Gördüğü muazzam kalabalık karşısında önce kendisine karşı tertip (tuzak) kurulduğunu zannedip korkuya kapılır. Kalabalık "kurtar bizi" sözleriyle ortalığı inletince yeniden korkuya kapılır. Birinci korku canı içinse ikincisi Cumhuriyet'in geleceği içindir. Nitekim birkaç ay sora partisini kapattığını ilan eder. işte İzmir'deki bu karşılama siyasi tarih sayfalarına yazılırken İzmir Liman işçilerinin grev yaparak mitinge katıldığı satırlar arasında "muzır faaliyet" tanımıyla yer alıyor. Muhtemeldir ki pek çok işyerinde çalışan işçiler de iş bırakıp kervana katılmışlardır da ne yazık ki kayıtlara geçirilmemişlerdir.

Konumuzu İzmir iktisat Kongresi'ni hatırlatarak sürdürebiliriz. Kongrenin birden çok yönü var. Birincisi savaş bitiminde toplanan ve anlaşma sağlanamayarak ara verilen Lozan Barış anlaşmasıyla ilgisi. Önemi kongre kararlarında kayıtlı bulunuyor. Kararda yeni devletin ekonomide serbest rekabet sistemini benimsediğini ve yabancı serma­yeye karşı olmadığı yer alıyor. Başka bir söylemle devlet, kapitalist emperyalist siste­min parçası olacağını ilan ediyor. Lozan Antlaşması, kongre sonrasında gerçekleşiyor, ikincisi, mütareke ve Anadolu Savaşı günlerinde, genellikle istilacı güçler ve Osmanlı hükümetlerine yakın duran sermaye sınıfına karşı tavırlı olan Ankara yönetiminin, uzlaşmaz olmadığı da İstanbul delegelerinin davetiyle gösterilmiş oluyor. Üçüncüsü ise işçi sınıfı ile ilgili durum. Kongrede, çiftçi, tüccar ve sanayici delegelerinin yanı sıra amele delegeleri de çağrılı. Emekçilere henüz İŞÇİ denilmiyor. Bu delegeler de İstanbul'dan geliyor. Amele delegesi Aka Gündüz. Asıl adı Enis Avni. Kayıtlarda yazar olarak geçiyor. Halkevleri için kahramanlık piyesleri yazdığı biliniyor. Amele delege­liğine ise İstanbul tüccarları tarafından seçildiği anlaşılıyor.

1930'lar
Serbest Fırka örneğiyle 1930'lara başladık; ama bir iki yıl öncesine dönüp Cumhuri­yet yönetiminin kamulaştırma hamlesini özetleyelim. 1929 yılında ülkede faaliyet gösteren 125 yabancı şirket bulunuyor: İngiliz, Fransız, Alman ve İtalyan şirketleri çoğunlukta. Azınlıkta olanlar arasında 6 ABD, 2 Sovyet, birer Hollanda, Polonya, Bul­garistan ve Belçika şirketleri var. Kamulaştırma 125 şirketten sadece 22'sini kapsıyor ve hepsi de amme (kamu) hizmeti alanında faaliyette. Ulaştırma sektörü (demiryolu) de kamu alanında görülüyor.

1929 Dünya Ekonomik Krizi'ni takip eden yıl, Lozan Anlaşması'nda yer alan devle­tin yabancı sermaye korumasının sona erdiği zamandır. Cumhuriyet hükümeti 1931 yılında kamulaştırma atağına geçiyor. Kamu alanında İstanbul'da su, rıhtım, dok, antrepo, telefon, elektrik, gaz, tramvay, İzmir ve Ankara'da elektrik ve havagazı işletmelerini kamulaştırıyor. Ulaşım alanında ise demiryolları var. Aynca bir bütünlük halinde (Ereğli Limanı, Zonguldak-Çatalağzı demiryolu hattı, tüm maden işletmeleri ve ilgili hat ve tesisler) Ereğli Şirketi de kamulaştırılıyor.

Kamulaştırılan sözü edilen işyerlerinde çalışan binlerce işçi kamunun yani devletin personeli konumunda olmakla birlikte statüleri hakkında henüz bir düzenleme bulun­muyor. Ama yeni çalışanlarını bürokratları ve memurlarından ayrı tutmak arzusun­dalar. Gelecek yıllarda statü konusu zorunlu olarak gündeme getiriliyor. Bu noktada konumuzun gündemi de belirlenmiş oluyor. Sırada devlet kuruluşları, bir başka söy­lemle devlet işletmeleri, sonraki tanımlamayla iktisadi devlet teşekkülleri kuruluyor, ismet Paşa, başbakan sıfatıyla Moskova'yı ziyaret ediyor. Ardından Türkiye'ye davet edilen teknik heyet "5 Yıllık Kalkınma Planı" hazırlıyor. Böylece ülkemiz "planlı kalkınma" ile tanışmış oluyor. 1960'ların başında bir yeni planlı dönemin başlatıla­cağını şimdiden haber vermiş olalım. ( 1965'ten sonraki yıllarda, planlı kalkınmadan hoşlanmayanların "plan değil, PİLAV isteriz" hezeyanları ilginç bir anekdot olarak hatırlanmalıdır.)

Yukarıda sözünü ettiğim sanayi kuruluşları plan çerçevesinde gerçekleşiyor. Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı'nın ardından ikincisi hazır ama kapıdaki dünya savaşı koşul­lan buna izin vermiyor. 1933 yılında uygulamaya başlanılan plan çerçevesinde 30'lu yılların ortalarına gelindiğinde devletin istihdam ettiği işçilerin sayısı on binlerle ifa­de ediliyor ve statülerinin belirlenmesi kaçınılmaz hale geliyor, iş Kanunu çalışmaları gündeme alınıyor ama gündemi uzun boylu işgal ettiği söylenemez. Nasıl mı?

Evet; 3008 sayılı iş Kanunu, CHP Genel Sekreteri Recep Peker'in söylemiyle "iki buçuk birleşimde (oturumda)", 1936 yılının 3-5 ve 8 Haziran günlerinde görüşülerek kabul edilmiştir. Önce bu kanunun "REJİM" kanunu olduğunu söyleyip, ardından yasanın oylamaya sunulmasından önce Recep Peker'in bir cümleden ibaret uzun söylemine bakıldığında ne demek istediği konusunda fazla söze gerek yok:

"Biz, bu iş Kanunu ile, yurttaşların sınıflaşarak parçalara ayrılmasına karşı bir kale duvarı örüyorsak buna benzer başka kanunlarla tarifelere hâkim olmak, kredileri tan­zim etmek ve fiyatların kontrolü kanunları gibi tedbirlerle de her gün mütekamil saf­halarda (gelişen aşamalarda) yürüyerek Türkiye'de müstehlik (tüketici) ve müstahsil (üretici) unsurlar mücadelesinin ruhunu da ortadan kaldırmış bulunuyoruz." (Sendikaların Mahzun Öyküsü, İlhan Akalın, Gelenek Sınıf Kitaplığı 2000, s.61)

Görülüyor ve anlaşılıyor. Nitekim anlaşıldığı gibi de uygulanacak, iktidardaki devlet partisi her alanda düzenleme yapacak ve demir yumrukla yönetimini sürdürecektir. Savaş günleri gelip çattığında demir yumruk daha da ağırlaşacak. Ne var ki, piyasa ekonomisinin cazibesi ve her türlü düzenlemeyi kendi çarkının döndürülmesinin yolu­na çevirebilen sermaye sınıfı, dört-beş yıllık savaş yıllarında yükünü iyice tutmuştur. Bir taraftan ihaleler yoluyla devlet bütçesini tırtıklarken diğer yandan ülkenin her bucağında karaborsa uygulamasıyla sermaye birikimini yükseltmiştir. Bu birikimin bir bölümü 40'lı yıllarda çıkarılan Varlık Vergisi uygulamasında varlıkların el değiştirme­sinde kullanılacaktır. El değiştiren varlıklar arasında gayrimenkuller, değerli ve antika ev eşyaları, ticarethaneler ve fabrikalar sayılabilir.

İş Kanunu'nun muhatabı durumundaki işçilere gelince söyleneceklerin başında kanun hükümlerinin kamu işçilerini ilgilendirdiği gelmektedir. Bu ilgilenmeyi rejim kanunu tanımıyla birleştirdiğimizde çalışma alanı olarak "devletin sanayi alanı" ortaya çıkıyor. Bu kanun içeriği ile "resmi işçi" yaratılmış oluyor. Resmi işçiler, rejimin istediği rotada ahenk ve anlayışla çalışacaklardır. Ulusal devlet anlayışındaki "birlik ve beraberlik ruhu", iş kanununun uygulamasında benimsettirilmiştir. 3008 sayılı İş Kanun ile işçi olarak tanımlananlardan kamu işyerlerinde çalışanlar, hiçbir dönemde kendilerini işçi olarak görmemişlerdir. Günümüzde de böyle olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.

Araya Varlık Vergisi konusunu sıkıştırarak sanki 1940'lı yıllara geçmek ihtiyacı doğdu. Geride bıraktığımız yıllar için "sınıf mücadelesi" alanında sanki "yaprak kıpırdamadı” benzetmesi yerindedir. Takip eden 40'lı yıllar için "sınıf mücadelesi" alanında peşinen söylenecek bir şey var mı diye soracak olursanız şu benzetmeyi yapmak sanırız abartı sayılmamalıdır: Yağmasa bile gürlemiştir!

1940'lar
40'lı yılların şartlarını dünya savaşı ve daha önemlisi savaşın sonucu belirlemiştir. Savaşa katılmayan Türkiye, oluşturulacak Birleşmiş Milletler topluluğuna dâhil olabilmek için teslim olan Almanya ve Japonya'ya savaş ilan etmiştir. Savaş tazminatı olarak da Avusturya'nın gönderdiği çakmakları kabul etmiş ve muhtarlara armağan etmiştir. (Bu çakmaklar hâlâ muhtar çakmağı olarak anılmaktadır.)

Cumhuriyet, oluşan iki kutuplu dünyada "HÜR" cephede yer almakla üstlendiği bir takım yükümlükleri yerine getirme düzenlemelerine başlamıştır. Çok partili rejime geçişle birlikte sınıf esasına dayalı dernek kurma yasağının kaldırılması belli başlı düzenlemeler arasında sayılabilir. Konumuz açısından ikincisi önemlidir ve böylece işçi sendikaları kurmanın yolu açılmıştır. Ne var ki, işçilerin sendika kurmak gibi yerleşik bir kültürleri bulunmamaktadır.

Komünistler,(yağmasa bile gürleyerek) 1946 yılının mayıs ve haziran aylarında art arda iki sosyalist parti kurdular. Partilerin yanı sıra değişik işkollarında sendikalar ve sendika birlikleri kurdular. Kurulan sendikalar "46 sendikacığı" olarak anılırlar ki nitelik onlara "sınıf sendikacılığı" onurunu verir. Ne yazık ki özellikle sendikaların içinin gereği gibi doldurulamadığı gerçeği, işçi sınıfının niteliğinden kaynaklı olsa da komünistlerin onurudur. Sosyalist partilerle birlikte sendika ve birliklerin aynı yılın aralık ayında İstanbul sıkıyönetim komutanlığınca kapatılıp elebaşlarının (!) tutukla­narak mahkûm olduklarını ekleyerek konumuzu sürdürelim.

1946 yılında Çalışma Bakanlığı kuruldu. İş Kanununda vaat edilen sosyal güvenlik sisteminin temeli atılarak iş kazası ve meslek hastalığı ile analık sigortasını hastalık sigortası izledi. İhtiyarlık (emeklilik) sigortası ise 1950 yılında gerçekleşti. Hemen, İş Kanunu hükümleri münhasıran kamu işçilerine uygulanmışsa, sosyal güvenlikten de onların yararlandığını eklemek gerekiyor. Sosyal güvenlik şemsiyesinin işyerlerinde uygulanması 1965 yılında çıkarılan 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kurumu kanunuyla ger­çekleşir gibi görünse de tüm kentleri kapsaması beş yıl sürmüş, en çok işçinin çalıştığı İstanbul, ancak 1970 yılında kapsama alınmıştır.

1947 yılında çıkarılan Sendikalar Kanunu'ndan da söz ederek 40'lı yılları terk edebiliriz. Aslında kanun hiç de söz etmeye değer değil. Eğer edilecek söz varsa CHP'nin oluşturduğu İşçi Bürosu ve büroda görevlendirilen partililerin kamu işletmelerinde sen­dika kurucuları aramalarıdır. Arayan bulur derler ya bulunup sendika kurdurulanlardan birisi de Seyfi Demirsoy'dur . Demirsoy, 1960 yılında 27 Mayıs sonrasında, Demokrat Parti döneminde Menderes'e övgüler düzen Türk-iş başkanı Nuri Beşer'in yerine kon­federasyon başkanlığına gelecek ve ölene (1974) kadar bu görevi sürdürecektir. 1940 ve 50'li yılların sendika kuruluş ve hareketliliğini inceleyen Kemal Sülker, özel­likle 50'li yıllardan itibaren sendikacılığın meslek halini aldığını kaydeder. Artık sah­nede SENDİKA yani işçilerin mücadele için üye olarak bulunduğu bir kuruluş değil, SENDİKACI vardır.

Bu bölümü, sendikalar kanununun ünlü beşinci maddesini yorumsuz vererek tamam­layalım: "Madde 5: İşçi ve işveren sendikaları, sendika olarak, siyasi propaganda ve siyasi yayın faaliyetiyle iştigal edemezler ve herhangi bir siyasi teşekkülün faaliyet­lerine vasıta olamazlar."

Evet; siyaset yasağı: Kimin için? "sendika olarak", yani sendika için; daha açıkçası işçiler için. Ya sendikacılar? Sendikacılar, daha kuruluş aşamasından itibaren iktidar veya muhalefet partilerinin adeta militanı durumundadırlar.

1950'ler
1940'lı yılların ikinci yansının devamı niteliğinde olduğunu söyleyebiliriz. İktidar el değiştirmiştir. Meclis çoğunlukla kasaba avukatı ve hekimi ile eşraftan oluşmuş bir yapıdır. Ülke genelinde bir alt-üst oluş yaşanmaktadır. Kırlardan büyük kentlere akın hızlanmıştır. Tarıma kapitalist ilişkiler hızla girmiş, ekilebilir alanların neredeyse tamamında on binlerce traktör kullanılmaya başlanmıştır. Ülke yöneticileri "Küçük Amerika" olma sevdasındadır ve ağa babalarının emri ile "ileri tarım ülkesi" olma yolundadır. Sulama ve enerji amaçlı barajlar kurulmaya başlanılır. Bununla birlik­te ulaşım ve enerji gibi alanlardaki kuruluşlar ABD eliyle uygulamaya geçmektedir. ABD'li uzmanlar ABD Karayolu sistemini kurmaya koyulurlar. Karayolları Genel Mü­dürlüğü ve bölge müdürlükleri kurulur. Memurlarla işçiler birlikte istihdam edilir. Ve her bölge müdürlüğünde Yol-iş sendikalan kurulur. Sonra mahalli sendikalar Yol-İş Federasyonunu oluşturur. Bunun gibi Demiryol-iş, Metal-iş ve benzeri federasyonlar kurulur. Bölgelerde iktidar muhalefet çekişmesi yaşandığından mahalli sendikaların sahipleri yani sendikacılar bir DP'den, bir CHP'den olur. Federasyonda ise güç den­geleri değişkendir.

Aslında sendika alanında yeni iktidar, 1947'de CHP'nin uygulamasını taklit etmek­tedir. 1950'den itibaren özellikle İstanbul'da sendika kuruluştan hızlanmıştır. Sen­dikacılığa soyunanlar işçi birlikleri de kuruyorlar ama ortalık yerde işçiler değil iki partinin yandaşları bulunuyor. Nitekim gelecek yıllarda, 60'lar ve 70'lerde sendika başkanlan her iki partiden de milletvekili olup parlamentoda boy göstereceklerdir.

1950'lerde "Küçük Amerika" olmaya soyunan DP iktidarı sendika alanında da Ame­rikan olanını kabul etmek zorunda kalıyor. ABD'li sendika uzmanı Irving Brawn, AFL-ClO'nun Avrupa temsilcisi olup ülkemiz de görev alanı içinde bulunuyor. Sendika uz­manı ülkemizdeki sendikal yapılanmayı Amerikan sendikacılığı eğilimi doğrultusunda yönlendirmekle görevlidir. Türk-iş'in kuruluşuna etkisini bilmemekle birlikte 1951 yılında Koreli ve Türk sendikacılarıyla birlikte, İstanbul'da bir hastanede yatan Kore gazisini ziyaret ettiğini biliyoruz. (Amerikan Sendikacılığı ve Türkiye, Dr. Kenan Öztürk, Tüstav, s.50) Kaynakta aktarıldığına göre sendika uzmanı sendikaları komü­nizme karşı kalkan olarak tanımlanmalıdır, işte bu noktada Amerikan Sendikacılığı konusunu gündeme getirmenin sırasıdır.

Daha 1886'da ABD'de iki önemli sendikal kuruluş var. Amerikan işçi Federasyonu (AFL) ve Sanayi Örgütleri Kongresi (CIO). Birincisi hizmet işkollarında örgütlü; ikincisi isminden de anlaşılacağı üzere sanayi işkolları örgütü. Bilinen şu ki, iki kuruluş da bir diğerini tanımıyor. Ancak 1949 yılında kısa bir süre de olsa, gerçekten devlet gücüyle bir araya geliyorlar. Hatırlamakta yarar var: 1949 yılında ABD öncülüğünde Uluslara­rası Hür işçi Sendikaları Konfederasyonu (ICFTU) oluşumu devlet politikasıydı ve iki büyük ABD sendikal birliği birlikte çalışmanın içinde oldu.

Amerikan Sendikacılığı denilince akla birincisi yani Amerikan işçi Federasyonu (AFL) gelmeli. Bu sendika anlayışının ilk kuralı, bireyci dünya görüşüyle işyeri esasına göre örgütlenmek ve ücret ve meslek bilincini öne çıkarmaktır. Ülke siyaseti sıradışıdır ve siyaset siyasetçilerin işidir. Komünizme karşı olmaları, beyaz ve mavi yakalı işçileri ayrı tutmaları, diğer yandan beyaz-zenci ayırımı da gözetmeleri nitelikleri arasında sayılabilir.

Bizde Türk-İş denilince neden hemen Amerikan Sendikacılığı çağrışım yapar. Bu durum, Irving Brown'u günah keçisi yapmayacaksa, Menderes iktidarının Amerikan Sevdası'na bağlamak gerekir. Bundan sonra Türk-İş'in kurulmasının ardından Amerika'ya gönde­rilen sendikacılar ortaya çıkıyor. 60'lı yıllarda Amerika seyahatlerinin maliyetini dü­şürmek için Ankara'da Türk-İş bünyesinde Sendika Koleji kuruluyor.

İsterseniz, biraz daha şu Dünya Hür işçi Sendikaları Konfederasyonu'na dönelim.

Konfederasyon ABD öncülüğünde ve sendikacılığın doğduğu coğrafyada yani Avrupa'da kuruluyor. 1951 yılında yapılan genel kurulda, AFL başkanı tarafından sunulan rapor­da, konfederasyonun anti-komünist mücadelenin başını çekmesi isteniyor. Hani ABD sendikası "siyaset siyasetçilerin işidir" diyordu? ABD'de öyle, Avrupa'da böyle mi? Bakınız sözünü ettiğimiz kongre "komünizm ile mücadele için özellikle az gelişmiş ülkelerdeki sendikal hareketi geliştirme kararı" alıyor. Ve bu yolda harcanmak üzere 700 bin dolarlık fon ayırıyor. Bu fondan Türkiye için ne kadar harcandığını bilmiyo­ruz. Ancak azgelişmiş ülkelerdeki işçi hareketliliği ve sendika yönlendirme çabaları için ayrılan kaynağın bu kadarla sınırlı olmadığı biliniyor. Bu kaynaklardan beslenen Avrupalı ve Amerikalı uzmanlar, doğrudan ve yerinde müdahalede bulunurken aynı zamanda hem devletler katında hem de sendika yönetimlerinin içinde yer alıyorlar. Ayrıca tespit edilen güvenilir insanları eğitmek üzere ABD'ye taşıyorlar. Kaynakla­rın araştırılmasından elde edilen bilgilerden, işçi ve sendika arasındaki bağı kurmak mümkün olmuyor. Sendikalara üye yapmaktan öte işlevleri var mı? Örnek olsun, do­kuma sanayinde çok hareketlilik gösteren sendika kuruluşları, birlik kurma ve birleş­melerde işçilerin payı nedir? Bilinmiyor. Bilinen, kurulan sendikaların ya da kurucu yöneticilerinin CHP veya DP'li oluşu.

ABD'nin, sendikal hareketin anayurdu Avrupa'da sınıf sendikacılığını (komünist) önle­mek için yürüttüğü çaba bu kadarla sınırlı değil. ABD yönetimi, dünya coğrafyasında azgelişmiş ülkeleri belirleyerek bu bölgelerde ICFTU benzeri sendikal birlikler ger­çekleştiriyor: Güney Amerika için AIFLD, Afrika için AALC ve Asya için AAFLI (Asya-Amerika Hür Çalışma Enstitüsü).

1950'li yılları geride bırakırken akılda kalabilecek sınıf mücadelesi ne yazık ki kayıt­lara pek geçmiyor.
 

Türkiye Komünist Partisi
İşçi Okulu Eğitim Kitabı
Ocak 2012

Bookmark and Share