Doğumunun 100. yılını kutladığımız Rıfat Ilgaz, kimliğini üç dizeyle eksiksiz anlatmayı başarmıştır "son şiir"inde:
"Elim birine değsin / Isıtayım üşüdüyse / Boşa gitmesin son sıcaklığım."
Sınıfın ozanıdır mimli, Hababam Sınıfı'nın yazarıdır ünlü. Sorgucular kayıtlara geçsin diye meslek sorarlar. Rıfat Ilgaz "yaz" diye yanıtlamıştır 12 Eylül'dekileri, "sosyalistim".
İnek Şaban, Kel Mahmut, Melih Kibar'ın müziği, sinemada "Hababam Sınıfı"nın yazarını da, yapıtının asıl niteliğini de unutturan bir ün kazanmıştı. "Onlar, Hababam Sınıfı'nın özüne saygı gösterilerek çevrilmiş filmler değildi, içeriği bakımından, tezi bakımından aykırı. Ben eğitimi eleştiririm. Kopyacılığı, ezberciliği..." Bu nedenledir ki, romanı önce tefrika edilirken de, kitap olarak yayınlandığında da, tiyatro sahnesine uyarlandığında da, ilk sinemaya aktarıldığında da denetime takılmış, rahatsız etmişti. Sonra, yazarına rağmen izin verilebilir bir hale sokulmuş, asıl yaygınlığına da böyle ulaşmıştı. Ama geriye, sadece bir yapıtın adı kalmıştı.
Bu, bir farklılıktır evet. Böyle bir "ünlü"lüğe karşı, "mimli"liğini korumaktır, anlatmaktır Rıfat Ilgaz'ın yaptığı.
Aziz Nesin ve Sabahattin Ali ile, önce Gerçek gazetesini, sonra malum Marko Paşa'yı çıkaran kadroda yer almıştır. Mimlenmesi, bundan öncesine dayanır, Ocak 1944'te "Sınıf" adlı şiir kitabı yayınlanınca tescillenir. "Bir fakir talebenin perişan halini tasvir ederek, 'ne var bunda sıkılacak, utanmak bize düşer' demek suretiyle cemiyete dil uzatmak"tan altı ay yatar Ilgaz. Çok sonraları, 70 yaşındayken 80 mavi bereli tarafından kuşatılmış evinden, gözü bağlı, zincire vurulmuş halde götürülürken de, hakkındaki isnat daha dişe dokunur olmayacaktır ileride.
Artık mimliliği belgelidir, işsiz kalmak, yokluk çekmek, takma isimlerle yazmak, baskı, tutuklama vesaire... Bunlar nedeniyle eşinden ayrılmak zorunda kalmış, böylelikle, eşini ve çocuklarını beladan uzak tutmak istemiştir. Verem hastalığına yakalanmıştır.
Kurduğu yayınevine de "Sınıf" adını vermişti. "Mektep sınıfıyla "işçi sınıfı", aynı bütünün parçalarıydı bu öğretmen için. "Öğrencilerini" yoklama defterinden değil, sokaktan tanımıştı. Gazete, limon, nane şekeri, çay satarken, küfeli hamalken görmüştü sınıfın haylazını, tembelini, devamsızını, dalgınını... Görevi, "topluma yeni biçimler vermekte olan işçi sınıfının değiştirici bir bireyi" olarak yazmak, anlatmaktı. Buruk bir vedaydı onunki gene de. "Son sözümü henüz söylemeden / işte geldim gidiyorum." buydu içini yakan...