İşçi sınıfımız demokrasinin savunucu ve mücadeleci öncü gücü olduğunu bir kez daha gösterdi. İşçilerimiz DİSK üst yönetiminin aldığı “genel yas” kararının bir ifade biçimi olarak işyerlerinde Devlet Güvenlik Mahkemelerini ve MC iktidarını protesto direnişlerine geçerken, antidemokratik baskıların, faşizan uygulamaların tırmandırıldığı bu günkü ortamda başlarına ne belalar sardırabileceğini elbet biliyorlardı. Bunu göze alarak harekete geçtiler. Dünyanın her yerinde ve her zaman demokrasi; politik hak ve özgürlükler, acı mücadele ve büyük özverilerle elde edilebilmiş, korunabilmiş, geliştirilebilmiştir Uğrunda mücadele vermeye değmeyen hayat yaşamaya değer bir hayat olabilir mi?
Bunu böylece belirttikten sonra şimdi olup bitenlerin hikayesine, inceleme ve değerlendirmesine geçelim:
İşçilerin direnişi, DİSK’in üst yönetiminin 16 Eylül Perşembe günü Basın’a açıkladığı kararla başladı. (Belirtmekte yarar var; basın bülteninde üst yönetim yerine “DİSK Genel Yönetim Kurulu ve Başkanlar Konseyi’nin ortak karırı” olarak geçmekteyse de, DİSK’e üye sendikaların başkanlarından oluşan Başkanlar Konseyi tamamen istişari bir kuruldur, herhangi bir konuda herhangi bir karar alamaz.) Devlet Güvenlik Mahkemelerinin yeniden kurulmak istenmesini görüşen DİSK üst yönetiminin aldığı kararı açıklamak üzere basın toplantısı düzenleyen DİSK Genel Başkanı Türkler, toplantıdaki konuşmasında, MC yönetiminin ülkeyi içine düşürdüğü bunalımı ve halkımızın MC’ye hayır dediğini belirttikten sonra DGM’lerin MC tarafından niçin istendiğini anlatıyor ve alınan kararı açıklıyordu.
“İki gündür toplantı halinde bulunan DİSK Genel Yönetim Kurulu ile Başkanlar Konseyinin müşterek toplantısında,
· Bu iktidarın Anayasal ve demokratik yoldan düşürülmesine ve halktan yana bir iktidarın kurulmasına kadar tüm ilkede Genel Yas ilanı,
· Anayasal ve demokratik haklarını, DİSK’in “tabanın söz ve karar sahibi olma” temel ilkesi içinde kullanabilmesi açısından işçi üyelerimizin serbest bırakılması,
· Örgütümüzün bulunduğu merkezlerde her gün genellikle öğleden sonraları DİSK tarafından sessiz matem yürüyüşleri ve mitinglerin düzenlenmesi,
· Bunun dışında DİSK tarafından düzenlenmeyen hiçbir yürüyüş, miting gibi gösteriye üyelerimizin katılmaması ve bozguncu unsurların içeriden veya dışarıdan gelecek tahriklerine olanak verilmemesi için üyelerimizin çok dikkatli ve titiz davranmaları, kararlaştırılmıştır.”
Bülten, “tüm işçileri, ilerici ve demokratik kuruluşları DİSK’in bu tarihi kararını desteklemeye” çağrısı ile son buluyordu. (DİSK Ajansı 16.9.1976, Sayı: 976/202’den)
Aynı gün kısmen ve ertesi gün daha yaygın olarak DİSK’e bağlı sendikalara üye işçiler işyerlerinde protesto direnişine başladılar.
Türkiye İşçi Partisi Başkanlık Kurulu, DİSK kararının açıklanmasından hemen sonra olağanüstü olarak toplandı. Durumla ilgili bütün ayrıntılar ve olasılıklar değerlendirildi; başlatılan hareketin bu karar doğrultusunda yürütüldüğünde karşılaşabileceği sorunlar irdelendi ve sonuçta, hareketin doğru konum ve yürütümü için gerekli şartları açıklayan uyarı bildirisi oy birliğiyle onaylanarak ertesi sabah kamu oyuna açıklandı:
“Devlet Güvenlik Mahkemeleri Kanununun Meclis’ten çıkarılması girişimine karşı işçi sınıfımızın, ilerici demokratik güçlerin, kamu oyunun gösterdiği duyarlılık ve tepki doğal ve yerindedir; çünkü, İçişleri Bakanı her ne kadar tevil yoluna sapıp “DGM kanunu işçi haklarına ilişkin değildir” dese de söz konusu kanun ve getirmek istediği olağanüstü mahkemeler işçi sınıfının ve tüm kol ve kafa emekçisi kitlelerin demokratik hak ve özgürlüklerini hedef almakta, bunlara karşı bir baskı aracı olarak öngörülmektedir.
Parlamento içi mücadelenin parlamento dışı demokratik kitle eylemleriyle desteklenmesi, demokratik mücadelenin doğru ve etkin bir kuralıdır. Bu eylemlerin başarılı olabilmesi için hedef ve biçiminin somut şartlar ışığında gerçekçi ve geçerli nitelikte olması ve doğru örgütlenmesi şarttır. İnce hesapların yapılıp tezgahlanmak istendiği, oyun içinde oyun oynanması ihtimalinin kuvvetli olduğu günümüz şartlarında bu husus asla gözden kaçırılmaması gereken bir önem kazanmaktadır.
Başta işçi sınıfımız olmak üzere bütün ilerici ve demokratik güçler bu durumun bilincinde olarak demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini sürdürecektir.
Zafer er geç demokrasiden yana güçlerin olacaktır.”
Gerçekten, bildiride işaret edildiği üzere, toplumsal mücadelede girişilen eylemlerin başarılı olabilmesi için hedef ve biçiminin somut şartlar ışığında gerçekçi ve geçerli nitelikte olması ve doğru örgütlenmesi şart bulunmaktadır. Oysa DİSK’in “genel yas” ilanına , koyduğu hedefe, önerdiği eylem biçimine ve örgütlenme düzenine bu açıdan bakıldığı zaman bu girişimlerin bu ölçütlere uymadığı görülmekteydi. Ve neler olabileceği de ta başından aşağı yukarı belli gibiydi.
Bir kez, gösterilen hedefle bu hedefe ulaşmak için benimsenen yöntem uyumlu değildi; yanı araç amaca uygun değildi. Gösterilen hedef MC’nin düşürülmesi ve yerini halktan yana, demokratik, ilerici bir iktidarın almasıydı. Bu amaca yönelik, ama bir zaman süresiyle sınırlı belirli ve yoğun eylemler türü önerilebilecekken bu yapılmamıştı; tersine, MC iktidardan düşürülünceye kadar, onun yerini belirtilen nitelikte bir iktidar alıncaya kadar sürecek kesintisiz bir hareket ön görülmekteydi. Hedef bu biçim konularak, eylemin hedefe ulaşması olanağı daha baştan yok edilmiş bulunuyordu. Ne “genel yas”ın, ne her gün yapılması ön görülen yürüyüş ve mitinglerin, ne de serbest bırakılan işçilerin demokratik hak ve özgürlüklerini kullanarak girişecekleri eylemlerin “anayasal ve demokratik yoldan” MC iktidarı düşürülünceye ve “halktan yana, ilerici, demokratik” bir iktidar onun yerini alıncaya kadar sürdürülmesine olanak yoktu. Meğer ki, zaten sallantıda olan MC iktidarının düşmesinin bir fiskeye bağlı olduğu, DİSK’in başlatacağı hareketin bunu sağlayacağı; arkadan, başta sosyal demokrat sendikalar olmak üzere bütün Türk-İş üyelerinin de kendilerine katılacağı; diğer yandan böyle bir hareketi burjuvazinin hiç değilse önemli bir kesiminin, MC’den giderek umudunu kesip CHP’yi bir iktidar almaşığı olarak daha fazla benimseyen kesiminin hoş görü ile karşılayacağı; bu ihtimallerden bir kısmı veya hepsi düşünülmüş, buna inanılmış veya durum böyle değerlendirilmiş olsun. Böyle bir olasılık dışında, hareket, daha başından hedefe ulaşmamaya mahkum edilmiş bulunuyordu. Üstelik böylesine önemli ve gerçekleşmesi zaman alacak, güçlüklerle karşılaşacak bir hedefe ulaşılabilmesi için önerilen araç, yöntem neydi? “Genel Yas” ilanı. Oysa yas, bir mücadele, bir eylem biçimi değildir. Yas tutmakla bir şey elde edilmez. Yas, bir üzüntü, bir kederlenme ve yakınma ifadesidir. İşçi sınıfı, demokrasi mücadelesi veren ilerici güçler ve kişiler ise, mücadele sırasında durumun en ümitsiz göründüğü zamanlarda bile yas ilan etmezler ve yas tutmazlar. Daha büyük bir kararlılıkla hak ve özgürlükler mücadelesini sürdürürler. Sürdürmeleri görevleridir. Bunun için “genel yas” değil, DGM tasarısına ve kuruluşlarına karşı ve genel olarak MC’ye karşı protesto hareketi ilan edilebilirdi, ve bir zaman süresi ile sınırlı yoğun ve etkin protesto eylemleri önerilip düzenlenebilirdi. Nitekim DİSK’in kararında önerilen iki eylem biçimi de bir protesto hareketine uygun düşüyordu, yürüyüşler ve mitingler. Ama pankartlar, flamalar, çarpıcı sloganlarla yapılan gerçek yürüyüşler; protestonun anlamının açıklandığı, halkın demokratik mücadeleye katılmaya ve desteklemeye çağrıldığı, kamu oyunun dikkatini çeken, uyaran gerçek mitingler gerekliydi, göstermelik değil.
Önceden karar verilmişti. Cuma günü DİSK ajansının bülteni ile açıklandı. Cumartesi günü Beşiktaş’tan Taksim’e yürünecekti. Bu arada yürüyüşün iptal edildiği söylentileri çıktı, daha sonra yapılması kesinlik kazandı. Ama bu yürüyüş, herkesçe bilinen “gösteri yürüyüşü” olmayacaktı. Yürüyüş biçim değiştirmişti. İşçiler değil, işçilerin bindiği otobüsler yürüyecekti. Gerçekten öyle oldu. Tam “genel yas” ilanına yaraşır biçimde, Beşiktaş’tan Taksim’e otobüsler yürütüldü. DİSK üst yönetiminin bizzat yöneterek sorumluluğunu üstlendiği tek eylem de bu oldu.
Bu, üst yönetimde kendini gösteren ikircikliğin beklide ilk dışa vuran biçimi olmuştu. Kararların alındığı Perşembe ile yürüyüşlerin yapıldığı Cumartesi arasındaki kısa sürede acaba ne olmuştu, ne değişmişti, hangi dağlara karlar yağmış, hangi umutlar yitirilmiş, hangi güvenceler ortadan yok olmuştu; yoksa ilk gün alınan ve yukarıda açıklanan kararlar doğrultusunda yapılacak olan şey gerçekten bu kadar mıydı, bilmiyoruz. Ama alınan kararlara göre bir tek gün değil “her gün” ve bir tek İstanbul’da değil DİSK örgütünün “bulunduğu merkezlerde” yapılması gereken “sessiz matem yürüyüşleri ve mitingler” yerine, DİSK üst yönetiminin bütün direniş boyunca tek yaptığı eylem bundan ibaret kaldı. Dağ fare doğurmuştu. Bırakınız eski günleri, daha birkaç ay öncesinde 1 Mayıs Mitingini gerçekleştirmiş olan işçi sınıfına, hem de direnişin en sıcak günlerinde üst yönetimce uygun görülen eylem türü işte bu matem yürüyüşüydü.
DİSK üst yönetimi toplanmış, bir “genel yas” ilanı kararı almış ve bu yas tutmanın eylem biçimlerini saptamış; yürüyüş ve mitingler, (daha başka eylemler de ön görülebilirdi; yoğun bildiri dağıtma, afişleme, kapalı spor toplantıları gibi). Bu kararlar kitleyi bağlayıcı kararlardır, “serbest bırakmama” kararlarıdır. Ve alınan kararlar “demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılması”na ilişkindir. Durum böyle olunca “serbest bırakma” bir tutarsızlık, bir çelişki olmaktadır. Ama bir takım gerçeklerden dolayı böyle bir formülasyona gidildiği bir an için kabul edilirse, o zaman denecek şudur: Tabanın, kitlenin “söz ve karar sahibi olması”, onun başı boş, yalnız, örgütsüz bırakılması anlamına gelmez. Kitle, örgütlenerek, örgüt içinde ve örgüt aracılığıyla söz ve karar sahibi olur, olduğunu gösterir. Kitlenin söz ve karar sahibi olmasını sağlamak örgütün temel görevidir. Örgüt hiçbir zaman kitlesini dışlayamaz, başı boş, yalnız bırakamaz. O zaman örgüt, örgüt olmaktan çıkar, varlık nedenini yitirir. Her hal ve şartta örgüt, kitlesinin eylemini düzenlemek, disiplin altında yönlendirmek zorundadır.
Hele örgüt üst yöneticilerinin, “işçilerin giriştiği eylemlerin sorumluluğu kendilerine aittir, örgüt sorumlu değildir” yollu demeçler vermeleri, sorumluluğu üzerlerinden atarken girişilen direnişleri de kırıcı nitelikte bir tutum içinde olmaları en hafif deyimle olacak iş değildi. Ama oldu: o kadar ki, Genel-İş Başkanı ve CHP milletvekili Baştürk, en çarpıcı örneği vererek sorumluluğu, bu konuda akla hiç gelmeyecek isim olan Tunç’a yüklemekten bile çekinmedi.
Demecinde işçilerin eyleminden habersiz olduğunu ileri süren Baştürk, “belki de bütün bunlar Halil Tunç’un basın toplantısından sonra olmuştur. Biliyorsunuz, Tunç DGM yasalaştığı taktirde ortak eyleme gideceklerini söylemişti. Beklide işçi bu sözlerden sonra ayaklandı. Bu eylemlerden DİSK yöneticileri sorumlu tutulamaz. Sorumlular, eylemi yapan yüz binlerce işçidir.” Demiştir. ( 17 Eylül tarihli Hüriyet’ten)
Üst yönetimlerinin bu tutumlarına karşılık “demokratik hak ve özgürlüklerini kullanmada serbest bırakılan” işçiler politik bilinçliliklerini gösteren bir davranışla işyerlerinde protesto direnişlerine geçtiler. Bu, genellikle kabul edilmiş ve uygulanan ve bizde de geçmişte uygulanmış olan demokratik bir eylem biçimidir. Ne var ki, verili durum ve şartlarda, “Anayasal ve demokratik yoldan MC iktidardan düşünceye ve yerini halktan yana, demokratik, ilerici bir iktidar alıncaya kadar” sürdürülebilmesi olanaksızdı. İşçiler başka bir eyleme de girişselerdi, sürenin belirsiz uzunluğu dolayısıyla aynı olanaksızlık, söz konusu olacaktı. Ama bunun sorumlusu elbette işçiler değildi; sorumluluk bu çeşit kararlar alıp bu biçim uygulamalara yol açan örgüt üst yönetimindeydi. Saptanan “hedef ve eylem biçimi gerçekçi ve geçerli” değildi ve eylemler “doğru örgütlenme” mişti.
İşçiler politik bilinç ve olgunluklarının her gün yeni örneklerini vere vere direnişlerini sürdürmeye çalışıyorlardı. Bu sırada görüldü ki, işçiler yalnız “serbest” bırakılmış değil aynı zamanda başıboş ve yalnız da bırakılmışlardı. Yöneticilerden yapılmış yukarıdaki alıntılar, bir dereceye kadar mazur sayılabilecek biçimde yalnızca örgütü anti-demokratik yasa tuzaklarından korumak endişesinin ürünü değil, üst yönetim için gerçek bir tutumun da ifadesi olmaktadır. Bir çok yerde daha ilk günde gözaltına almalar başlamış, fabrika ve bölge temsilcileri bu durumda ne yapacakları, ne yapmaları gerektiği sorusuna cevap verecek yetkili bir merci, bir yönetici dahi bulamamışlardı. Bu serbest bırakma, dolayısıyla direniş ne kadar sürecekti. İşten atılmalar karşısında ne yapılacaktı, kimse bir şey bilmiyordu. Devamlı “toplantıda” oldukları söylenen yöneticileri ne telefonla, ne bizzat bulmak bir türlü mümkün olamıyordu. Kafalarında kıvrılan türlü soru işaretlerine rağmen işçiler ve temsilcileri, bir yetkili bulamayınca bir birlerine, komşu işyerlerindeki arkadaşlarına danışarak, tartışarak el yordamıyla, ama bilinç ve olgunluk içinde direnişlerini sürdürdüler; ta üst yönetimin, tutumların yeniden gözden geçirilmesini istediği 21 Eylül gününe kadar.
20 Eylül Pazartesi günü, MGK’nın bu konuyu da görüşmek üzere toplandığı saatlerde DİSK Ajansı’nın 976/204 sayılı bülteninde, bültenin ifadesiyle “DİSK’in genel yas ilanının MC ve basının bir bölümü tarafından kasıtlı olarak tahrif edilmesi ya da yanlış yorumlanması üzerine DİSK Genel Başkan’ı Kemal Türkler’in yazılı basın demeci” yayınlandı. Demecin kararlarla ilgili bölümünde Türkler aynen şöyle diyordu: “16 Eylül tarihli DİSK Genel Yönetim Kurulu ve Başkanlar Konseyi’nin aldığı kararlardan şu ikisi bilerek ya da bilmeyerek bir birine karıştırılıyor. Birinci karar şöyledir: Bu iktidarın Anayasal ve demokratik yoldan düşürülmesine ve halktan yana bir iktidarın kurulmasına kadar tüm ülkede GENEL YAS ilanı kararlaştırılmıştır. Genel yas’ın hangi eylem biçimleriyle yürütüleceği de şu şekilde açıkça belirlenmiştir: Sessiz matem yürüyüşleri veya mitingler. DİSK bu kararını ilk kez 18 Eylül Cumartesi günü İstanbul’daki yürüyüşle uygulamaya koymuştur.
İkinci karar Genel Yas ilan eden birinci kararla karıştırılamaz ve kesinlikle karıştırılmamalıdır: Anayasal ve demokratik haklarını, DİSK’in tabanın söz ve karar sahibi olma temel ilkesi içinde kullanabilmesi açısından işçi üyelerimizin serbest bırakılması kararlaştırılmıştır. Açıkça görüldüğü gibi DİSK, bu kararın ne kadar süreceğini belirtmemiştir.
Bazı gazete yorumları, bu kararın uygulama süresini genel yasın uygulama süresiyle karıştırmış ve kamuoyunu ters yönde etkilemiştir. Bundan kaçınılması gerekir. “
Mazur görülsün; Türkçe okuyup yazma bilen herkes gibi bizler de “yanlış” yorumlayanlar arasındaydık, işçiler de öyle. Yukarıda aynen yapılan alıntıda görüldüğü üzere sonradan diğerlerinden ayrılması gerektiği ileri sürülen karar, ilk kararın iki bölümünün arasına yazılmış bulunuyordu, ve hep birlikte bir bütün oluşturmaktaydı. Diğer yandan “serbest” kalmayan işçilerin “her gün” miting veya yürüyüşlere katılmasına da fiilen olanak yoktu.
Kararları bölen bu açıklama genellikle görünüşün kurtarılması isteği olarak değerlendirildi, ve artık herkes bu bültende yer alan ikinci kararın “süresi”nin şu veya bu biçimde “sona erdiği”nin ilanını bekliyordu. Ertesi gün bu da geldi. Zaten bazı işyerlerinde açıklama daha o günden böyle yorumlanmış ve uygulanmaya koyulmuştu. Diğer yandan bazı CHP’li sendika yöneticisi ve yöneticileri (Genel-İş ve Bursa Siemens’te görüldüğü gibi) kendi parti lideri veya yöneticileri ile temas ettikten sonra “serbest” kalmaktan vazgeçmiş bulunuyorlardı bile.
DİSK’in ilk kararının açıklanmasından itibaren herkes, her kuruluş, kendi politik konum ve eğilimine ve olayı ne derece yakından ve derinlemesine veya yüzeysel incelediğine göre değişen bir tavır ve tutum takındı. Bunlar bilinmekte; yinelemeyeceğiz. Ancak bu konuda özellikle CHP’nin tutumu üzerinde biraz daha dikkatlice durmakta yarar var. CHP, DİSK’in kararına ve işçilerin protesto direnişlerine açıkça karşı çıkmadı, açıkça desteklemedi de. Ama karşı çıkmamakla dolayısıyla destekler görünümünde oldu. “DİSK kendi başına başarıya ulaşamaz” deyip Türk-İş ile işbirliğine çağırmasından, eylemin başarıya ulaşmasını istediği sonucunu çıkaranlar oldu. Bu sonucu çıkaranlardan C. Arcayürek Hürriyet gazetesinde Ecevit’i bu konuda “açıklığa” davet etti, bir hayli de çıkışarak. Protesto hareketinin sona erişinin ertesi günü gazetelerde çıkan demecinde Ecevit istenilen açıklığı getirdi. Ecevit bu açıklamasında Arcayürek’in istediğine uymuyor, DİSK’e ve işçi eylemlerine karşı çıkmıyordu; ama anlamlı ve önemli olan şu ki, karşı çıkmayışını, bunun burjuvazinin amaçlarına uygun olduğu gerekçesine dayandırıyordu. Yürüttüğü muhakeme üç noktada toplanabilir:
Türkiye belli bir sanayileşme aşamasına ulaşmıştır. “Hem sayıca, hem örgütlenme bakımından oldukça güçlü bir işçi topluluğuna” sahiptir.
Böyle bir ülkede “işçi hareketlerine karşı anlayışlı davranılmaması son derece büyük sosyal ve siyasal sorunları ortaya çıkarır. Toplumsal ve psikolojik koşulları göz önünde tutmaksızın bazı yetkileri gerekli gereksiz, yerli yersiz kullanmak yarardan çok zarar getirir.”
Bu zararlar şunlardır: “Devlet otoritesini güçlendirmez, zayıflatır, çalışma barışını büsbütün çökertir. Bugün Türkiye böyle bir tehlikenin eşiğine gelmiştir.” Böylece dikkatler burjuvazinin istediği anlamda çalışma barışının üzerine çekilmektedir.
Ya, CHP’nin ikinci en yüksek yetkilisinin, Genel Sekreter Eyüboğlu’nun söyledikleri: “İşçiler, Demirel’in niyetini sezerek eylemlerini tam zamanında durdurmuşlardır” yani MC’nin oyununu bozmuşlardır. Ancak, bu oyun ne zaman oynanmaya başladı, ilk andan itibaren mi vardı, yani ilk kararlardan beri bir MC oyunu mu var ortada, yoksa sonradan oyun içinde oyun mu oynanmak istendi, Eyüboğlu’nun demecinde bunlar belirtilmiyor.
Daha direnişin ilk gününden itibaren burjuvazinin yer yer başlamış olan karşı saldırısı “gözden geçirme” kararından sonra birden yoğunluk kazandı. Aliağa rafinerisinde toptan, diğerlerinde de işçi sınıfının işyerlerindeki temsilci, yönetici gibi seçilmiş, diri elamanları, sosyalist işçiler 17. madde ile kendilerini kapının dışında buldular. İşçi kıyımı binleri geçti. Bu nitelikte işçilerden kurtuldukları için işverenler gayet memnundular. Bir işveren sendikasının bir işyeri yöneticisine telefonla söylediği gibi “bu fırsat bir daha ele geçmez”di. Öte yandan burjuvazi, kendinden gayet emin olarak “fevri” davranışlardan kaçınılmasını da istemekten geri durmamıştır. Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası (MESS)’in hazırlayıp bağlı işyerleri yöneticilerine gönderdiği savcılığa başvurma dilekçe formülerinde, yukarı bölümde direnişe katılan bütün işçilerin adlarının yazılması istenmişken aşağıdaki ilginç notta “şimdilik yalnız temsilciler” denmektedir.
Burjuvazi için bu kısa süreli eylemde birinci planda üç işyeri bulunmaktaydı. Ekonomi için stratejik önemi olan petrol ve demir türevlerinin üretildiği Aliağa ve İpraş gibi iki rafineri ile Ereğli Demir-Çelik. Ereğli’de bir kıyım görülmedi, ama zaten orda işçiler de, kuşkusuz sendika üst yönetiminin bilgi ve isteği ile, pek te öyle “serbest” bırakılmış değillerdi. Bir gün süren direniş ertesi gün sona ermişti. İpraş’ta ise yetki uyuşmazlığının da körüklendiği kısmi bir davranış oldu ve buna karşılık da kısmi bir kıyım. Aliağa’da ise sendikanın egemen yöneticileri her ne kadar “itimada şayan” sayılsalar da, yöneticilik ömürlerinin ilk genel kongreye kadar ancak sürebileceği bilindiğinden, üstelik orda hareket aşağıdan yukarıya doğru ve tam bir birlik içinde oluştuğundan en acımasız, en sert ve büyük kıyım Aliağa’da görüldü. Bine yakın işçi bir anda işten atıldı. Diğer işyerlerinde ise, belirtildiği üzere, sosyalistler, bilinçli, mücadeleci, çevrelerinde etkin işçiler baş sırayı almaktadır. Burjuvazi, kendisi için neyin ne derece önem taşıdığını gayet iyi bilmekte ve değerlendirmektedir, ve bu olay dolayısıyla arayıp da bulamadığı fırsatı pek güzel eline geçirmiştir.
Gene bu olay gösterdi ki, DİSK üst yönetimi, kulaklara neler fısıldanmış veya durum nasıl değerlendirilmiş olursa olsun, örgütü koruma güzel bahanesinin de yardımıyla, bizzat kendileri için “ricat” la ilgili araç ve yolları, olaya konan isimden beyanların nokta ve virgülüne kadar en ince ayrıntılarıyla hesaplanmış ve açık tutmuştur. Ama, ateş hattına sürülmekte “serbest” bırakılan işçiler için durum hiç de böyle değildir; önceden düşünülmüş hiçbir tedbir yoktur. Şimdi her şey olup bittikten sonra DİSK ve bağlı sendikaların üst yönetimleri, bu işçiler için ne yapacaklardır? “Tutuklanan veya işinden atılan tüm DİSK üyesi işçi ve temsilcilerin maddi ve manevi sorumluluğu DİSK’in güvencesi altındadır” demek hiçbir şeyi değiştirmez. Süregelmekte olan grevleri kaldırıp onlardan aktarılacak fonlarla işten atılan işçilere üç beş yüz lira yardımda bulunmak da bir “güvence” sayılamaz. Yoksa, DİSK’in kuruluş ilkeleri doğrultusunda hareketini sağlamak için bugünkü yöneticilerin karşısında vaziyet alanların, sosyalist sendikaların tüzel kişilik olarak yaptıkları örgüt içi çalışmayı birer birey olarak kendi sendikalarında yürütenlerin ve eninde sonunda onlarla birlik olacakların çoğunlukta olduğu bu işçilerden, böyle bir yolla da olsa, kurtulduğu için, işveren kesimi ile birlikte DİSK üst yönetimi de içten içe memnun mudur acaba? Eğer böyle ise, bu sonuç, onlar için bir “başarı” sayılmalıdır, bütün bu hareketin kendileri için tek başarısı, ama kuşkusuz geçici bir başarı. Darbeyi yiyenler olaydan yeni dersler de çıkarmış olarak bundan sonra daha bilinçli, daha kararlı olacaklardır; bu işçileri ve temsilcilerini yetiştirmiş olan Türkiye koşulları ve sosyalist hareketi ise, işten atılanların yerine yenilerini yetiştirecek, en kısa sürede yerlerini doldurmasını bilecektir.
Şimdi konu ile uzaktan yakından ilgili herkesin dikkatle yanıtını beklediği soru budur: bir sendika olarak birinci görev olan, üstelik kendi serbest bırakma kararları sonucu işlerinden çıkarılanların, geri alınmaları konusunda DİSK üst yönetimi, İşveren Sendikaları, Konfederasyonu ve MESS’e karşı örgütün bütün ağırlığını koyacak, sonuç almaya gerçekten çalışacak mıdır? Bu sorunun kesin yanıtını alabilmemiz için henüz vakit erken; yalnız, son toplantılarda söylendiği üzere, 16 Haziran olaylarında –harekete katılan yalnız DİSK üyeleri imişcesine- o zamanki üye sayılı ile bugünkü sayısını ve o zaman işten atılanlarla bugün atılanların sayısını karşılaştırıp neticede nispi olarak daha az işçi çıkartıldığının ileri sürülerek eşi görülmemiş bu kıyımı küçümseme gayretlerinin gösterilmesi, sorunun yanıtının ne olabileceği hakkında ilk ipuçlarını vermektedir.
Direniş 21 Eylül günü son buldu; burjuvazinin karşı saldırısı bütün ağırlığıyla kendini göstermeye başladı; 22 Eylül Çarşamba günü Genel Başkanımız Behice Boran konu ile ilgili Parti görüşlerini açıklayan aşağıdaki demeci verdi:
“İşçilerin, öncelikle kendilerine yönelik DGM yasa tasarısına karşı birkaç günlük protesto hareketini bahane ederek, MC iktidarı, sermaye sınıfının, işverenlerin istekleri doğrultusunda işçi sınıfımıza karşı yeni bir taarruza geçmiş bulunuyor. Protestocu işçilerin ve sendika yöneticilerinin gözaltına alınmaları, tutuklanmaları, DİSK merkezinin aranması, buna paralel olarak kitlesel işten atmalar bu taarruzun ifadesidir; anti-demokratik baskıların yoğunlaştırılmış ve hukuka aykırı yeni bir uygulamasıdır. Ülkenin en yetkili hukuk kurumları ve otoriteleri DGM yasa tasarısını ve şimdiye kadarki uygulamaları hukuka aykırı olmakla mahkum etmiş, buna karşı direnmeyi yurtseverlik görevi kabul etmiştir. Gerçekten, hukuka aykırı girişimlerle karşı direnmek hem evrensel, hem Anayasal hukuk gereğidir. “
“MC iktidarının bu saldırıları, işçi sınıfının sindirilmesinin, kazandığı demokratik mevzilerden geri püskürtülmesinin de ötesinde tüm demokratik güçleri, hak ve özgürlükleri hedef almaktadır. Faşizm, demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaya, ilerici güçlere vurmaya her zaman, toplumun temel ve öncü gücü olan işçi sınıfından başlar. İşçi sınıfımız ve demokratik, ilerici, sosyalist güçler bunun bilincindedirler. İşçi sınıfı ve yandaşları, demokratik hak ve özgürlüklerini kullanarak, gerek işçi sınıfı üzerinde oynanmak istenen ince hesaplı oyunları, gerek tam boy faşizmi getirmeye yönelik tüm anti-demokratik girişim ve uygulamaları boşa çıkarmasını bilecektir.”
Boran’ın demecinde işaret edildiği üzere Çarşamba günü DİSK Genel Merkezi sabahın erken saatlerinde görevli yüzlerce polisin etrafı sarmasıyla ve büyük alayiş içinde aranmış, daha sonra DİSK Yürütme Kurulu üyeleri hakkında “gıyabi tutuklama” kararı çıkarılmıştı. Arandıklarını öğrenince ertesi gün yöneticiler teslim oldular; tutuklama kararına itiraz edildi, hukuki formaliteler yerine getirildi ve Sağmalcılar’ da bir günlük “misafirlikten “ sonra hepsi salıverildi. Daha sonra ANKA ajansına verdiği demeçte DİSK Genel Başkanı Türkler, bu bir günlük tutuklama ile ilgili olarak aynen şöyle demiştir: “Demirel öyle düşünmemiştir ama, son tutuklanışım kamuoyunda Demirel’in bana bir ikramı olmuştur.” (29 Eylül tarihli gazeteler) Demirel’in ne düşünüp ne düşünmediğini bilemeyiz, ama tabloyu tamamlayan bu tutuklama, DİSK üst yönetimi için gerçekten MC’nin bir ikramı olmuştur ve kamuoyunda da öyle değerlendirilmiştir.
Hareketin ortaya koyduğu ilk husus, gittikçe daha sağa kayan, sosyal demokratlaşan ve CHP üst yönetimine karşılık tabandaki işçilerin bilinç düzeyinde gittikçe artan gelişme ve sınıf mücadelesindeki kararlı tutumlarıdır. Bu olayda bunun iki örneği çok aççık olarak görüldü: Birincisi , kendi sorumlulukları söz konusu olunca DİSK üst yönetiminin bir matem yürüyüşünden daha ileri gidememesine karşılık , tabandaki işçilerin “serbest bırakılma “ile birlikte yalnız da bırakılmalarına rağmen , bilinç ve kararlılık içinde direnişlerini sürdürebilmiş olmalarıdır.Bir diğeri ise , bir tarafın yukarda belirtildiği üzere, daha baştan bütün ricat yol ve araçlarını düşünüp, elinin altında tutmasına karşılık tabanın başına neler gelebileceğinin de bilincinde olarak bir ricat olanağı aramaksızın ve bunu düşünmeksizin demokratik sınıf mücadelesinin gereklerini yerine getirmesidir.
Şu sıralarda içeriği boşaltılmış bir deyim olarak bol bol kullanılmakta olan “tabanın söz ve karar sahibi olması” ilkesi ister istemez işleyecek , ardaki uçurum tabanın lehine er geç doldurulacaktır. DİSK üst yönetimi ilk kararını “tarihi “olarak nitelemişti. Gerçekten bugünkü üst yönetim zihniyeti için sonun başlangıcını teşkil etmesi bakımından bu karar , tarihi bir karar sayılabilir.
Son olarak söylenecek şudur: İşçi sınıfı son protesto direnişiyle mutlaka hesaba katılması gereken ağırlığını bir kez daha göstermiş, demokrasi mücadelesinin öncü gücü olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.Yalnız bu gösterilen hedefle uyarlı ölçü ve düzeyde gerçekleşmemiştir; üstelik de ne kayıplar pahasına…Ama bu iki noktada da sorumlu olanlar işçiler değildir.
Beş günlük eylem yukarıda kısaca özetlenmeye çalışıldı. Şimdi hem bu olayın daha iyi anlaşılıp değerlendirilmesinin yapılabilmesi açısından, hem de doğrudan ilişkili olmamakla birlikte , örneğin bir 1 Mayıs mitingi , bir Şili dayanışma günü tertiplemiş olan DİSK üst yönetiminin , bu olayda yine yalnız bir matem yürüyüşü ile yetinebildiğini daha iyi anlayabilmemiz açısından , olayın gerisi ve öncesi , buna bağlı olarak da muhtelif kesimlerin tutumları üzerinde biraz daha derinlemesine durabiliriz:
Bir süre önce Çark Başak’ın 16 Nisan günlü 5. sayısında Genel Başkan Behice Boran imzasıyla ve “Burjuvazinin hesapları ve TİP” başlığı altında bir yazı yayınlanmıştı. Bu yazıda büyük burjuvazinin CHP’nin, DİSK üst yönetiminin ve TİP’e karşı “DİSK çizgisi”ni savunup CHP’yi destekleyenlerin nasıl üst üste aynı çizgi üzerine düştükleri açıklanmış bulunuyordu; okuyucularımız hatırlayacaklar. Aynı doğrultuda tahlil ve değerlendirmeler Parti adına resmi konuşma ve yazılarda , partili yazarların makalelerinde de yapılmıştı ve yapılmaktadır.Ana çizgileriyle şöyle bir tablo oluşmakta:
Büyük burjuvazide MC’den umut kesen , CHP’yi iktidar almaşığı ( alternatif ) olarak görmeye başlayan bir eğilim oluşup gelişmektedir. Bir kesimin şimdiden bu çizgiye gelmiş olduğu görülmektedir. Büyük burjuvazinin , MC’ yi tutan ve tutmayan diye kabaca ikiye ayırt edebilecek bu iki kesimi ekonomik konumları itibariyle birbirinden ayrılmaktadır. Tutanlar , tekstil, gıda sanayileri gibi ihracata dönük iş kollarındaki büyük sanayicilerdir; tutmayanlar ise dış rekabetten gümrük duvarlarıyla korunan , iç pazara yönelik taşıt araçları , oto lastiği , makine sanayi gibi iş kollarındaki büyük sermaye grubudur. (Özel sektörün bu iki kesimindeki ekonomik durum Y.Küçük , H. Mertoğlu ve C. Baysan’ın “ Türkiye Kapitalizminin Ücret ,Fiyat ve Kar Tablosu “ adlı incelemelerinde açıklanmıştır. Yürüyüş, Sayı : 60 )
İşçi sınıfı ve diğer demokratik güçlere cepheden saldırı , baskı ve şiddet yöntemleri burjuvazinin ve MC iktidarının istediği sonuçları vermemekte , bu güçler sindirilip geriletilememektedir. Daha ince hesaplı politika güdülerek , işçi ve emekçi kitleler ve küçük burjuva aydınlar kesimi yanıltılmalı , aldatıcı “ çıkış yolları “ na yönlendirilmelidir. Kısacası, toplumun demokratikleştirilmesi doğrudan bastırılıp durdurulamıyorsa, dolaylı yoldan kontrol altına alınmalı, “güdümlü” hale getirilmelidir. Demokratik özgürlüklerden, emekçi haklarından yana çıkıp da, kapitalizmin dışına çıkmayı ön görmeyen, kendisini komünizme karşı en etkin engel olarak ileri süren, işçi ve emekçi kitlelerin bir ölçüde desteğine sahip ve onlara şimdilik bir “umut kapısı” gibi görünen, CHP, burjuvazinin bu isteğine cevap verebilir, burjuvaziye zorluklar çıkarmayan, “çalışma barışı”nı sağlayan bir “özgürlükçü çoğulcu demokratik rejim”i gerçekleştirebilir. Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi bizde de burjuvazi, kendi öz partisi bildiği tutucu, gerici parti işleri yürütemeyince, sosyal demokrasiyi ikinci tercihi olarak kabul etmektedir.
CHP ise, büyük burjuvaziye ve ABD’ne teminat verme çabası içindedir. Bu konu da defalarca belirtildi. Ecevit’in Amerika gezisi dönüşünde CHP sözcüsü Özgür İnsan dergisinde ayağının tozuyla söylediklerine bakınız:
“Bülent Ecevit’in izlenimleri arasında ilginç bulduğumuz bazı gözlem ve değerlendirmelerini okurlarımıza aktarıyoruz.
“OLUR DA OLMAZ DA”
Kalkınma :
“Çünkü genellikle (az gelişmiş) ülkeler halkı, kapitalist yöntemle kalkınabilme ve bağımsızlıklarını sağlam ekonomik güvencelere kavuşturabilme bakımından zamanın ve koşulların elverişli olmadığı kanısındadırlar. Böyle düşünmekte haklı da haksız da bulunabilirler.”
İsrail Sorunu :
“Bir hükümet, İsrail’in Birleşmiş Milletler’den çıkarılmasını isteyebilir de, istemeyebilir de… Her ikisi de iyi kötü savunulabilir, tutarlı bir politika olarak görülebilir.”
Türkiye – ABD ilişkileri :
“Amerika Birleşik Devletleri’nin müttefiki olmaktan veya olmamaktan söz etmiyorum. NATO’da kalmaktan veya kalmamaktan söz etmiyorum. Türkiye’deki Amerikan üslerini kapamaktan veya kapatmamaktan söz etmiyorum.”
“Türkiye daha bir süre Amerika ile ilişkilerinde – müttefik kalsa da kalmasa da, ambargo kalksa da kalkmasa da, üsler açılsa da kapansa da_ bazı güçlerle, bazı darboğazlarla karşı karşıya bulunacaktır.”
Bu çok başka denge ve ilişkiler insanlık için daha mı iyi, daha mı kötü olur, o başka bir sorun.”
Ecevit’in ABD izlenimleri olarak Özgür İnsan’a aktardığı görüşlerinden alının bazı bölümler bunlar.
CHP liderinin çeşitli konulardaki görüşlerini “açık” olarak yansıttığı söylenebilir.”
“Ecevit ne ölçüde açık?” (Özgür İnsan Dergisinin Eylül sayısından alıntıları yapan Yürüyüş, 7 Eylül 1976, sayı 74)
Birkaç ay önce CHP Merkez Yönetim organında yer alan değişiklikten burjuvazinin duyduğu memnunluğu hemen ertesi gün İşveren Sendikaları Konfederasyonu başkanı dile getirmişti. Şimdi de örgüt yapısında “sol” muhalefet, gazetelerde haberleri sütun sütun çıkan yöntemlerle temizlenmektedir. Gençlik Kolları raporlarında yapılan ihbarcılık artık kongrelerde yüksek yetkililerin ağzından tekrarlanmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, kongreler döneminden CHP, kolu kanadı budanıp biçime sokulmuş, arınıp paklanmış olarak çıkacak, iç ve dış etkin çevrelere verilen teminat daha da perçinlenecektir.
Bu “teminat verme” açısından konumuza ilişkin çok ilginç bir husus, CHP’nin DİSK’in yas ilanı ve işçilerin giriştikleri protesto direnişleri karşısında aldığı tavırda kendini gösterdi. Yukarıda olayın hikayesi yapılırken CHP’nin tutumu incelenmiş ve Ecevit’in açıklaması üzerinde kurulmuştur. Bu açıklama hem dikine gitmek isteyen burjuvazi kesimine ve MC iktidarına bir uyarıdır, hem de CHP’nin tutumunun devlet otoritesini “çalışma barışı”nı gerçekleştirmeyi amaçladığını vurgulayarak burjuvaziye “teminat verme”dir.
Ecevit’in sık sık ve ısrarla tekrarladığı “iki büyük konfederasyon”un işbirliği yapmaları çağırısı da aynı doğrultuda, burjuvazinin düşündükleri ve istedikleri doğrultusunda girişimlerdir. Bu çağrı gerçekleşseydi, veya ilerde gerçekleşirse DİSK yola getirilmiş, CHP işçi sınıfı üzerindeki etkinliğini onu yönlendirme yeteneğini kanıtlamış olacaktır. İşçi sınıfı üzerinde öylesine etkin ve yetenekli bir partiyi, sosyal demokrasiyi bir iktidar almaşığı olarak düşünmeye ve benimsemeye başlayan burjuvazi, işçi sınıfı hareketini ve demokratik gelişmeyi kontrol altına almakta, DİSK’i “ehlileştirme” de ona daha güçlü bir ölçüde güvenirdi.
Bu çağrı gerçekleşmedi, gerçekleşmesi için henüz vakit erkendi. Halil Tunç, CHP’nin Türk-İş’e en yakın parti olduğunu söylemişti, ama aynı anda bir takım çekimserlik kayıtları da olduğunu belirtmiş ve İcra Kurulu’ndan ne CHP, ne de DİSK ile yakınlaşma doğrultusunda herhangi bir karar çıkmamıştı. Türk-İş üst yöneticilerinin büyük kısmı MC&den yanaydı, Tunç’un kendisi de burjuvazinin tercihleri kesin açıklık kazanmadıkça ve iktidar değişikliğine yol açacak görünmedikçe konumunu değiştirmezdi. Türk-İş içindeki sosyal demokrat sendikalar da ikircikliydiler ve sorunu AP’lilerle MHP’lilerin egemen olduğu İcra Kurulu’na havale etmeyi yeğlediler.
DİSK üst yönetimi de “ihtiyatı elden bırakmama”da dikkatli olmak zorundaydı. Çoktan beri işaret edegeldiğimiz, DİSK’in CHP’lileştirme, sosyal demokrat çizgiye tam oturtma politikasının sezdirmeden, teskin sosyalistlik sis perdesi altında yürütülmesi zorunluluğu vardı. Bu işin işçi kitlesinde yerleşiş, geleneksel nitelik kazanmış olan on yıl’lık DİSK imajını yıkmadan başarılması gerekiyordu. M. Çulhaoğlu’nun çok güzel belirttiği üzere ( Yürüyüş sayı:76) , hep sağa kayıp solda görülme taktiğiydi bu. Oysa, DİSK yapısı içindeki sosyalistler ve uyanık, bilinçli işçiler üst yönetimin “el çabukluğu marifet” uyarınca kotarmak istediği işin çoktan farkındaydılar ve DİSK’i kendi kuruluş ilkeleri çizgisinde tutabilmenin mücadelesini veriyorlardı. DİSK’in tabanı bu mücadeleyi ve sosyalistlerin DİSK’in dışına atılmaları konusunda üst yönetimin hak hukuk tanımayan girişimlerini görüyor ve tabanda yönetime karşı bir yabancılaşma, bir güvensizlik oluşuyordu. Son protesto hareketlerinde işçilerin 15-16 Haziran hareketindeki gibi bir coşkuyu göstermemiş olmasında bu güvensizliğin bir rolü oldu.
Artık işçilerimiz iyi biliyorlar veya öğreniyorlar ki, bugünkü DİSK eski DİSK değildir. Bugünkü DİSK söz konusu olduğunda, üst yönetimle örgüt kitlesinin durumu arasındaki ayrımı gözeterek tahlil ve değerlendirmeler yapmak gerekir.
DİSK liderliği hiçbir zaman sosyalist olmamıştır ama DİSK hareketinin zamanın TİP hareketiyle bütünleşmiş olması, liderliğin gönlündeki sosyal demokrat aslanın ortaya çıkmasını o sırada önlemiştir. 1970 öncesi TİP’ teki sosyalistlerin, sosyalizmden sapmalara karşı verdiği mücadelede DİSK üst yöneticileri karşı saflarda ve sağda yer almışlardır. 1970 Ekim sonlarında toplanan 4. Büyük Kongre’ye ayrı bir liste çıkarıp seçimlere katılma kararıyla gelen Türkler, kendi kontrolü altında sandığı partili işçilerin ve sendika temsilcilerinin itirazı ve direnişiyle karşılaşınca bu girişiminden vazgeçmek ve kongrede yaptığı konuşmasında “DİSK ile TİP etle tırnak gibidir, birbirinden ayrılmaz” demek zorunda kalmıştır.
1971’ de 12 Mart muhtırasının verilişinden sonra DİSK üst yönetimi muhtırayı ve yeni rejimi tutan bir bildiriye DİSK adına katıldı, TİP ise karşısındaydı. DİSK yönetimi’nin DİSK hareketini TİP’ten ayırmak, koparmak girişimi ilk olarak bununla açıkça ortaya çıktı. DİSK üst yönetimi 12 Mart döneminden kısa süreli tutukluluk dışında bir sıkıntıya düşmeden kurtuldu. Oysa başlarında süre giden bir davada vardı üstelik, 16 Haziran olayları davası, sıkıyönetim kalkınca sivil mahkemeye devredilmiş olan dava. 12 Mart’tan sonra yeniden sıkıyönetim ilan edilince ağır ceza mahkemesi de dosyayı yeniden sıkıyönetim savcılığına iade etti. Sıkıyönetim mahkemesi de görevsizlik kararı verdi. Sivil mahkeme ise bir kez verdiği karardan dönmedi. Uyuşmazlık mahkemesi de henüz kurulmamış olduğundan, dosya daha af yasası çıkmadan arşiv raflarının tozları arasına gömülmüş bulunuyordu. 12 Mart döneminde 26 gün de tutuklu kalan Türkler, tutukluluk dönemini şimdi şöyle anlatıyor:
“26 günlük bir tutuklama devremiz geçmiştir. Buna bir tutuklama mı demek, bir yerde misafirlik, tatil yapmak mı demek gerekiyor, bilmiyorum. Çünkü bu tutuklama ile ilgili olarak ifade alma, sorgu gibi bir işlem yapılmamıştır. Ve bunun ötesinde, çok sevdiğimiz silahlı kuvvetlerimiz ve onun kumandanları, bize tutukluluğumuzu hatırlatmayacak, en ince teferruatına kadar ellerinden geleni yapmaya çalışmışlar, bizi bir misafir, hem de bir büyük misafir şeklinde ağırlama politikası izlemişlerdir.” (29 Eylül 1976 Cumhuriyet Gazetesi )
DİSK üst yönetimi, 12 Mart rejimini, DİSK hareketini avaraya alarak geçiştirmeye çalıştı. TİP ise kapatıldı.
1973 genel seçimlerinde CHP en çok oy alan, milletvekili çıkaran parti oldu. “Umudumuz Ecevit” sloganı dört bir yanı sardı. Sol kanat da seçimlerde CHP’yi desteklemişti. DİSK üst yönetimine göre artık meydan boş sayılırdı, politikasını istediği gibi yürütebilirdi. Sosyalistlik adına DİSK’i CHP’lileştirmeye koyulabilir, “halk sektörü”nü açıkça savunabilirdi, öyle de oldu.
TİP’in 1 Mayıs 1975’te kurulması hesapları bozdu. Daha kuruluş evresinde Türkler karşı tavrını belli etti, ama pek de önemsemiyordu. DİSK’in gücü CHP’nin etkinliğiyle TİP hareketini ezer geçerdi. TİP hareketinin ezilip geçilemeyeceğini bilmek için sosyolojik bir anlayışa sahip olmak gerekliydi.
TİP daha baştan DİSK’in içinde etkin, kimisi DİSK’in kuruluşundan beri hareketin içinde yer almış, mücadele vermiş sendikaların üst yöneticilerini de kapsamına alarak kuruldu. TİP’in kuruluşundan hemen sonra yapılan DİSK Genel Kongresi’nde sosyalistlerin önemli bir güç oldukları görüldü. Bunun üzerine DİSK üst yönetimi sosyalistler ve sosyalist sendikalara savaş açtı. Bu savaş şimdi amansız biçimde, her türlü “yöntem” caiz görülüp kullanılarak yürütülüyor. Sosyal-İş, Petrol Kimya-İş, Turizm-İş sendikalarına ve yöneticilerine yapılanlar ortada, biliniyor. DİSK üst yönetimin bu savaşı, sözü geçen sendikalara zararlar verdiyse de bir yanıyla, DİSK üst yönetiminin iradesi dışındaki yanıyla, olumlu etkiler de doğuruyor. Olup bitenleri gören işçi tabanının gözü açılıyor, daha bilinçleniyor, sosyalistlerin safında yer alıyor. TİP’in gelişip güçlenmesiyle bu süreç de güçlenmekte, daha da güçlenecek. İşçi sınıfının sosyalist hareketini sendikal hareketinden ayrı ve uzak tutmaya kimsenin gücü yetmez. Büyük burjuvazi, CHP ve DİSK üst yönetimi birbirine paralel olarak (belki de birbirleriyle el ele vererek?) Türkiye’de solu politik düzeyde CHP’de, ekonomik-sendikal düzeyde de sosyal demokratlaştıran DİSK’te tutmak çabasındadırlar. DİSK’e bu işleri gördürebilmek için kitlelerdeki yerleşmiş DİSK imajını ve buna bağlı olarak DİSK’in sosyalist görüntüsünü korumak, koruyabilmek içinde bu görünüşü abartmak gerekiyor. Bu noktada kendilerini sosyalizmin yeddi emini bilip CHP’nin solunda yasal bir partiye, TİP’e gerek görmeyenler, görmemekten öte karşı çıkanlar devreye giriyorlar. DİSK üst yönetimi artık sosyalistlik adına rahatça TİP’e karşı olabilir, TİP’lileri ve TİP’e yakın olanları DİSK’in dışına atmaya girişebilir, ruhsat verilmiştir. Böylece, büyük burjuvazi-CHP-DİSK üst yönetimi üçlemesine bir de sosyalizm havarileri ekleniyor. Nesnel olarak durum budur. Bu nesnel çerçeve içinde, her özgün olayda görüldüğü ve yukarıdan beri açıklamaya çalışıldığı üzere DİSK’in son eylemine ilişkin olarak da taraflardan her biri ve MC iktidarı kendi öznel hesaplarına uygun bir tavır ve davranış içinde olmuşlardır.
Gerçeklik (realite) olayların görünümünde değil, özündedir; görünümün altındaki içeriktedir. Bilim, gerçekliği yakalamaya, kavramaya, açığa çıkarmaya yöneliktir, buna çalışır. Bilimi kılavuz ve yöntem olarak benimseyen sosyalistler de bu çabayı yapmak, olayların karmaşık, bulanık, değişken görüntülerli içinden gerçeği bulup çıkarmak durumundadırlar. Gerçekler ortaya serilip olup bitenlerin tam bir izahı yapılmadıkça sorunların çözümlenmesi yönünde doğru hareket edilemez.
Ele aldığımız konuya ilişkin olayların altındaki öze baktığımız zaman ortaya çıkan tablo, yukarıdan beri çizmeye çalıştığımız tablodur. Büyük burjuvazinin ve yandaşlarının ilerici sendikal hareketi tasfiye ederek işçi sınıfını güdümlü ve gerici bir sendikacılık anlayışı çerçevesinde hapsetme veya en fazladan sosyal demokrat çizgide tutmak girişimleri ve bu yoldaki yanıltma ve aldatma oyunları sökmeyecektir. İşçi sınıfımız gerek politik, gerek ekonomik hareketinde doğru çizgide ilerleyecek, tüm tasfiye, yanıltma, aldatma girişimlerini boşa çıkaracaktır. Ama bu, toplumsal gelişmenin doğal sonucu olarak kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Bilinçli, tutarlı, disiplinli bir mücadeleyi gerektirecektir. Bu mücadele verilmektedir ve verilmeye devam edecektir. Sosyalist işçiler sendikalarda, Partimiz işçi sınıfının politik hareketinde görev başındadır.
(Bu yazı Çark-Başak Dergisi'nden alınmıştır)