Türkçe



PDF indir

 

 



68, Herhangi Bir Tarih Değildir…(Esra Açıkgöz)

İzlenme 4335


68 kuşağı çok konuşuldu, yazıldı, çizildi. kimi eleştirdi,kimi yüceltti, kimi üzerinden 40 yıl geçmişken bu kadar konuşulmasının anlamını sorguladı... Aslında 68'in etkileri bitmedi. Bunu en iyi o dönemi yaşayanların çocukları biliyor. Ayşe-Ragıp Zarakolu’nun oğlu Deniz, Eşber Yağmurdereli’nin oğlu Uğur, Mahmut Alınak’ın kızı Belga, Aykut
Ülkütekin’in oğlu Deniz, İsmail Özkan’ın kızı Gökçe Soycan, Sönmez Targan’ın kızı Emek...
Kimi anne ve babasının suskunluğunun nedenini yıllarca anlayamadı, kimi anılarla, dönemin marşlarıyla büyüdü. Şimdi onlar, 68’li anne ve babaya sahip olmanın kişilikleri üzerindeki etkisinin
farkındalar ve kendilerini anlatıyorlar...
Cumhuriyet Dergi 25 Mayıs 2008 Esra Açıkgöz
Sorular
- 68’le ilgili ilk bilgilerinizi nasıl edindiniz?
-Anne ya da babanız 68’i nerede karşılaşmışlar, neler yapmışlar? Siz
onların faaliyetlerinden nasıl ve ne zaman haberdar oldunuz? Bu
konuları sizinle paylaşıyorlar mıydı?
-Anne-babanızın siyasi faaliyetlerinden dolayı yaşadığı baskıların,
olumsuzlukların sizin hayatınızdaki etkilerini ilk ne zaman yaşadınız?
-Sizce, anne-babanızın politik bir insan olması aranızdaki
ilişkiyi nasıl etkiledi?
-68 hareketi sizin dünya görüşünüzü etkiledi mi, nasıl?

BELGA ALINAK (28 yaşında)
68’in devrimci kuşağını yıllar sonra gazetelerden, dergilerden ve babamın yaşadıklarından öğrendim. Babam 68 olayları döneminde Ankara Hukuk Fakültesi öğrencisiymiş. Daha çok DDKO (Devrimci Doğu Kültür Ocakları)  çevresinde faaliyet göstermiş. Siyasi çalışmalarını evde anlattığını pek hatırlamıyorum. Yaşım nedeniyle milletvekilliğinden sonraki siyasi faaliyetlerini hatırlayabiliyorum. O dönemin hem tanığı hem de mağduru olarak birçok  şeyi birlikte yaşadık. Dokunulmazlıkların kaldırılacağı söyleniyordu, ama ihtimal vermiyorduk. Okuldan döndüğümüzde kapıyı her zaman açan annem yoktu… Bize haber vermeye fırsatı olmadan abimle birlikte apar topar Meclis’e gitmiş… İkiz kardeşlerim ise o dönemde ilkokuldaydılar. Televizyonda babam… spikerin sesi… idamla yargılanan 6 DEP’li ve bir bağımsız milletvekilinin dokunulmazlıklarının kaldırılması görüşmesi sırasında
yaşanan gerginlik… idam lafını duyan küçük kardeşlerimin çığlıkları… çocuk yüreğimizde babalarını, babamızı kaybetme korkusu… 12 Eylül darbesi, sisli bulut arkasında kalan gerçeklik… o gerçeklikten kalan babamın ağır işkence sonucu omurga kemiğinin kırılmasıyla ömrünün sonuna kadar yaşayacağı şiddetli ağrılar ve bizlere miras kalan korkular… Apolitize olmuş bir toplumda yasaklar bahçesinde mutluluk oyunu oynamamızı isteyen güçler her  an darbe yapabileceklerini 2 Mart 1994’te de gösterdiler. Tarihe 2 Mart darbesi olarak geçen bu süreç 12 Eylül’ü yaşamayan gençlere sallanan otoriter bir parmaktı. Babam ve babam gibi aydınlar ortak kaygıyı taşıyorlardı: Çocuklarına “korku ülkesi” bırakmamak. Darbelerin mirası korku, babalarımızdan kalan miras ise halkların bir arada yaşabileceklerine duyduğumuz inanç. Bu nedenle babam siyasetle uğraşmamdan tedirginlik duymadı. Hatta hep teşvik etti. O hep bir üretim kaygısı içindeydi. Yani kafası hep meşguldü. Bir ömür boyu süren uzun mu uzun bir yolda hiç ara vermeden koşan bir koşucu gibiydi. O koşuya ömrünün yetmeyeceğini bilirdi, ama yine de koltuğunun altında hep bir proje ile koşar dururdu. Hedefe kilitlenen gözleri biz dahil, kimseyi görmezdi. Öyle ki, ben daha doğmamışken,
Digor’da yapacakları mitingin hazırlık çalışmalarından zaman bulup ağır hasta olan on bir aylık ablamı doktora götürmemiş. Zavallı küçüğümüz ölünce de, kendisini suçlayıp aylarca matem tutmuş. Babam duyduğu suçluluk yüzünden, X harfi o zaman da yasak olduğu için Hazel olarak yazdırdığı Xezal’i nüfus kayıtlarından hâlâ sildirmemiş, Xezal bugün bile sağ görülüyor. Siyaseti ve iddialarını böyle yoğun yaşadığı için doğal olarak hep meşgul ve gergin bir insandır babam. Bu gerginlik zaman zaman ilişkilerimize de yansırdı. Yüreği tüm insanlık için atan bir yürektir babam. Yoksulluktan hastaneye gidemeyen, yakacak alamayan, parasızlıktan okuyamayan insanların gerçekliğiyle, bizim evimiz dışında da bir yaşam olduğu, o yaşamın günlük güneşlik olmadığı duyarlılığıyla büyütüldük. Bizi hayattan koparmayan babam yaşamımın her alanında, attığım her adımımda etkisi büyüktür. Babam, düşüncelerimin ilk filizidir.

GÖKCE SOYCAN (29 yaşında)
68 kuşağı ile ilgili ilk bilgilerimi ailemden ve onlar sayesinde katıldığım sosyal çevrelerden öğrendim. Babam 68 olayları döneminde Paşabahçe Şişecam Fabrikası’nda işçi olarak çalışıyormuş ve siyasi olarak da Yıldız grubu (*) ile ilişki içerisindeymiş, sonrasında siyasi yaşamına TİP (**)çatısı altında devam etmiş. Bunları lisedeyken öğrendim, çünkü babam ideolojisini ve siyasi yaşantısını bizlerle hep paylaştı. Ben 1979 doğumluyum. Yani hafızamın en geri gittiği tarih 80 sonrası döneme, dolayısıyla babamın cezaevinde olduğu döneme rastlıyor. Babamdan uzak olmak beni hem çok hüzünlendiriyor hem de çok kızdırıyordu. Büyüdüğümde tüm cezaevlerini kapatacağım, diyordum. Çocuk aklıma göre, tüm suçlular aslında suçsuzdular, babam gibi... Açık görüşler, kapalı görüşler, görüşemeden geri gelmeler ve mektuplar arasında geçti zaman ve ilkokul üçü bitirdiğim gün babam eve döndü. Yine de çocukluğuma dair hafızamda, babamla birlikte çekilmiş çok fotoğraf var. Ya dolu dolu yaşadık kalan günlerimizi ya da yalnızlıkları sildim aklımdan, tam bilemiyorum. Babamın politik bir insan olması aramızdaki ilişkinin durağanlıktan uzak, fazlaca gelgitli olmasını sağlıyor. Konuştuğumuz konular üzerinde fikirsel olarak ya çok yakın ya çok uzak oluyoruz... Ailemde kurallardan değil, ama yaşadıklarımdan öğrendiğim birkaç şey var ve bu öğrendiklerim beni “insan” olmaya yaklaştırıyor. Her ne kadar babam gibi aktif bir siyasi yaşantım olmasa da dünya görüşümde genel olarak kendisinin
büyük etkisi olduğunu düşünüyorum.

EMEK TARGAN (23 yaşında)
Çocukluğumdan beri aile içinde, hatta misafirler geldiğinde bile her zaman konuşulan şey siyasettir; geçmiş, gelecek, Türkiye gündemi… 68’le ilgili bilgilerimi böyle edindim. Ancak bunlar daha çok siyasi bilgilerdi, çünkü babam anılarını anlatmayı pek sevmez. 68’de TİP’in Tarsus ilçe başkanlığını yaptığını, daha sonrasında da Ankara’da siyasi faaliyetlerde bulunduğunu biliyorum. 12 Mart ve 12 Eylül’de kaçakmış, o nedenle annemle evlenememişler, annem bana hamile kalınca Anadolu’nun bir köyünde gizlice nikâh kıydırmışlar. Ben doğduktan sonra da babamın kaçaklığı devam etmiş, annem de 80’de devlet memuruyken Ankara’dan Yozgat’a sürgün edilmiş. Ancak ben 85 doğumluyum, bir şeyleri idrak edebilecek yaşa geldiğimde pek çok şey durulmuş, değişmişti. O yüzden bende kötü iz bırakacak bir etkisi olmadı. Sadece ufak sorunlar yaşadım. Mesela liseyi, Halkalı’da okudum, orada Ülkü Ocakları güçlüydü. Sınıfımda Ülkü Ocakları’na gidip gelen sekiz-dokuz çocuk vardı ve ismimden dolayı ailemin görüşü direkt anlaşıldığından, komünist diye beni sürekli rahatsız ettiler... Çok saçma sorunlar yaşadım, tartıştım, kavga ettim, birçok arkadaşım bana boşver, yanıt verme derken ben ismime sahip çıktım ve bu mücadele bilincini ailemden aldım. Politikanın hayatın ta kendisi olduğunu, insanın apolitik ya da asosyal olamayacağını, her zaman bir dünya görüşü olması gerektiğini anlamamı onlar sağladı. Ailem hâlâ politikanın içinde. Beni de hiçbir zaman eylemlerden uzak tutmadılar. İnsanın savunduğu şey, verdiği mücadele kişiliğine oturuyor, ister istemez bunlar aile içine de, ilişki biçimine de yansıyor. Bizde ilişkiler klasik aile tiplemesinden biraz daha farklıdır ve bu bana verilmiş bir nimet bence, çünkü benim tek başıma ayakta durmama önayak oldular.

DENİZ ZARAKOLU (33 yaşında)

68’le ilgili ilk bilgilerimi anne ve babamdan, onların okulları nasıl işgal ettikleri, faşistleri nasıl tepeledikleri  gibi komik anılarından öğrendim. 68’de ikisi de İstanbul’da üniversitedeymişler. Bana anlattığına göre,  annem 68’e biraz daha mesafeli yaklaşmış, 68’deki ordu-gençlik sloganından pek hoşlanmadığını söylüyordu. Annem, daha çok TİP içinde çalışmış, babam direkt işgal komitelerinde yer almış. Okullardaki çalışmalara katılmışlar, işgalleri savunmak için kurulan komitelerde yer almışlar. Ben 75 doğumluyum. Anne ve babamın politik mücadelelerinden dolayı gördüğü baskıların benim üzerimdeki ilk etkilerini 80 darbesinde yaşadım. İlk aklıma gelen, daha beş yaşımdayken gece yarısı polislerin sirenlerini çalarak gelip evi basmalarıydı. O dönem MHP’nin merkezlerinden biri olan Küçükyalı’da oturduğumuzdan çok küçük yaşta, tanımadığım hiç kimseye adımı söylememem öğretildi. 80 sonrasında ikisi de mücadeleye aktif olarak devam ettikleri için, bu baskınların, gece vakti yataktan kaldırılmaların arkası geldi. Kimi zaman içeri girip çıktılar, ancak ayrılıklarımızın hiçbiri yıllarca sürmedi. Tabii ki çok travmatik şeyler yaşadık, sonuçta bir gün, bir saat bile bir çocuğun anne-babasından ayrılmak zorunda kalması bir mahrumiyettir, ancak söz konusu
ülke Türkiye. İnsanların işkence gördüğü, neler yaşadığı belli olmayan bir dönemde, bizimki büyük bir zorluk değildi. Mücadele içinde çok aktif olsalar da, hiçbir zaman bizi ihmal etmediler, bize ne verebileceklerse verdiler. Ne aile ile uğraşmak için politik görüşlerinden feragat ettiler ne de politika için aileyi ihmal ettiler. İkisi arasındaki hassas dengeyi iyi tutturduklarını düşünüyorum. Genelde birçok insanın söyledikleri ve yaşamları arasında bir uçurum vardır, çok özgürlükçü bir söyleme sahiptirler, ancak evlerine döndüklerinde karılarını, çocuklarını döverler. Bizimkilerin 68’le özdeşleştirilen özgürlük vurgusunu
hayatlarına birebir yansıtmayı, dış dünyayla, bizimle ilişkilerinde bu değerlerle hareket etmeyi başardıklarını düşünüyorum. O yüzden de anne ve babamla standart aile ilişkisinin çok dışında bir ilişkim var. Kendimi bildim bileli onlara adlarıyla hitap ederim, çok “demokratik”, çocuk olarak kendimi dayatma hakkımın olduğu bir ortamda büyüdüm. Bazı 68 ya da 78’lilerin çocukları, ailenin korumacılığı ya da polis baskınlarına, sürekli yapılan siyasi tartışmalara tepki olarak apolitizasyona sürüklenseler de,
yaşadıklarım bende, “bu ülkede darbe olmasın, beş yaşındaki çocuklar gece yarısı polis baskınıyla  uyandırılmasın”, gibi tepkiler geliştirdi. O yüzden de politikayla ilgileniyorum.


DENİZ ÜLKÜTEKİN (27 yaşında)
68’le ilgili ilk bilgilerimi internetten aldım, çünkü babam 68 kuşağından olduğu halde bundan hiç bahsetmezdi.Tartışmalarımızdan politik bir yanı olduğunu hissediyordum, annem de, babamın 68 kuşağından olduğundan bahsetmişti. Babam ODTÜ mezunu, o dönem bazı eylemlere katılmış, teknik işlerde yardımcı olmuş, ancak hiçbir zaman hikâyesini tam olarak öğrenememiştim. Ta ki bu konularla ilgili haberler yapana kadar... O zaman yaşadığı olayları bana detaylarıyla anlattı. Hep, babam bu fikirleri önceden benimsemiş, ancak sonradan değişti diye düşünüyordum. Konuşunca anladım ki, bu sonradan yaşadığı bir değişim değil, o zaman da olaylara eleştirel bakıyormuş. O dönem, babamı birebir ne kadar etkiledi tam olarak bilemiyorum, ama babam çok planlı ve programlı bir insandır, her şeyi planlayarak yapar. Bu, onun hayatı algılama biçimi ve muhtemelen ODTÜ’deki 68 olaylarının getirdiği bir şey. Aslında 68 kuşağına yönelik eleştirileri de bu özelliği yüzünden yaptığını düşünüyorum. Ayrıca o kuşaktan olanların insan ilişkilerinde bir zayıflık görüyorum. Bence bu da o dönemin getirdiği bir şey, belki yaşadıkları hayal kırıklıklarından ya da onlara kötü davranılmasından kaynaklanan bir travma olabilir. Sonuçta babalar ve oğullar arasında hep bir zıtlaşma vardır. O yüzden sanırım babamın 68’li olmasının ve o döneme yönelik eleştirilerinin bir etkisi olarak ben de 68 kuşağı değerlerini savunur oldum. Ailem şimdiye kadar bana siyasete bulaşma gibi bir baskıda bulunmadı, yeniden bir 68 dalgası esse, muhtemelen ben de içinde yer alırım, ancak körüklenen bireyselleşme nedeniyle gençlerin bugün böyle bir şeye hemen kendilerini kaptıracaklarını sanmıyorum.

UĞUR YAĞMURDERELİ (30 yaşında)
Biz 68 sürecinin içinde doğduk, dolayısıyla hayatımızın büyük bir bölümünü kapsadı ve etkiledi, hâlâ da etkiliyor. Çocuksunuz, anne – baba dediğiniz insanlar kimi yerlerde “vatan haini” veya “anarşist” olarak adlandırılıyor, neden, ne yaptılar, diye düşündükçe, araştırmaya, öğrenmeye çalışıyorsunuz. Kimi zaman neden evde değil, neden yanımızda  değil diye aile bireylerini yargılıyorsunuz... Ben erken yaşta giriştiğim bu yargılamanın sonucunda, bize cezaevlerini, mezarlıkları, sürgün yerlerini dolaştırtan, bu sebeplerden sorumluluklarını yerine getiremeyen bu insanların, yaşadıkları ülkeyi, giderek dünyayı daha özgür, daha barışçıl, daha yaşanabilir bir yer yapmaya çalıştıklarını anladım ve o kuşakla barıştım. Babam 1968’de Ankara’da Hukuk Fakültesi öğrencisi ve aktif olarak olayların içindeymiş. Doğduğumda babam 20 gündür cezaevindeydi ve bu durum 14 yıl sürdü. Yani ben babamı cezaevinde tanıdım. Cezaevinden çıktığında ortaokulu bitirmek üzere olan bir gençtim. En büyük olumsuzluk baba-oğul ilişkisini kesintisiz olarak yaşayamamış olmamızdı. Ayrı geçen 14 yılı telafi etmek kolay değil, ama hayat devam ediyordu, biz de etmeliydik. Farklı ve güzel bir baba-oğul ilişkimiz var, bir insanın annebabasının 68’li olması kadar büyük bir şans olamaz, bu insanlar tarihin gördüğü en güzel insanlar. Bizim kuşak da bunun getirilerini sürekli yaşadı; klasik feodal ebeveyn-çocuk ilişkisinden çok, birbirini anlamaya yönelik daha insancıl bir ilişki kuruluyor. Bütün bu sıkıntılı sürecin sonunda en azından hâlâ hayatta olması büyük bir mutluluk, bu yüzden kendime, ona, yaşananlara ya da ayrı geçen yıllardan çok, bunu yaşama şansı bulamayacak yaşıtlarıma üzülüyorum. Babamla bu olayları konuşurduk, hâlâ da konuşuruz, 68’de bir tarih yazılmaya başlanmıştır, bu süreçte beni onurlandıran ve sevindiren şey, babamın olayların uzağında, sıradan bir insan değil, dünyayı değiştirmeye aday insanların arasında oluşudur. Onların 1968’den günümüze kadar gelen süreçte yaşadıkları sıkıntıları benim ya da bizim yaşamamızı istemediklerini biliyoruz, ağır basan ana-babalık içgüdüleriyle bizi daha korunaklı yetiştirmeye çalıştıkları da doğrudur, ama bundan daha önemli ve hayati olan başka bir şey; bizim boş, hiçbir konuda duyarlığı olmayan, fikir üretmeyen ideali olmayan insanlar olmamızı istememeleridir, “ben yaptım ama sen yapma” demek, olsa olsa bu ruha ihanet etmek ya da ideallerinden  vazgeçmek olarak açıklanabilir çünkü verilen bütün emekler ve yapılan fedakârlıklar bir tek bu şekilde boşa gitmiş olur. Kendi adıma bu sözü duymamış ve duymayacak olmaktan dolayı çok mutluyum.

Gazete Haberimiz

(*)    Yıldız Teknik Üniversitesi
(**)   Türkiye İşçi Partisi

Bookmark and Share

21/11/2024 Bugün1107 ziyaret var  Sitede 30 Kişi var  IP:3.144.20.66