Suriyeli sığınmacılar sorununa Avrupalı değerleri koruma perspektifiyle bakan bir Zizek tepkisi, Türkiye için de söz konusu olmalı mı? Temel bir soruyla başlamak gerekiyor: “Avrupalı değerler” mirasının Türkiye’deki karşılığı, olsa olsa, öncelikle laikliği içeren Cumhuriyet değerleri olabilir. Bu “değerleri” kendiliğinden benimseyen kalabalık (belki yüzde 25’lik) bir nüfus var olabilir. Ancak bilinçli, militan bir savunma da gerekiyor. Bunu kimler üstlenecek?
Slavoj Zizek, sığınmacılar, göçmenler sorunu karşısında Avrupa’nın seçeneklerini tartışan bir yazı yayımladı. Fazlasıyla “Avrupalılık” perspektifi taşıdığı için iki sosyalist düşünür (Nick Riemer ve Sam Kriss) tarafından eleştirildi; bunları yanıtladı; tekrar yanıtlandı.
Tartışmanın sürdüğü anlaşılıyor. Üç yazarın izlediğim yazılarının yer aldığı dergi ve blogları da sıralayayım: London Review of Books (9 Eylül), Idiot Joy Showland (11 Eylül), Jacobin (5 Ekim),In These Times (16 ve 17 Kasım). Zizek’in yazılarından birinin Türkçe çevirisi Sendika.org’da da yer almıştı.
Bu sorun, “Müslüman, özellikle de Suriyeli göçmenler” kapsamı içinde ortaya çıktı; böyle tartışıldı. Suriyeli sığınmacılar Türkiye’nin de acil gündemindedir. Tartışma, bu nedenle bizleri de ilgilendiriyor.
* * *
Zizek’in ilk yazısının başlığı, sığınmacılara, “Norveç Sizin İçin Yoktur” mesajını içeriyor.
Polemiği seven bir kişi olan Zizek, yazılarında, insancıl gerekçelerle “sınırların açılmasını isteyen iki yüzlü sol liberallere” saldırmayı hedefliyor. İlk yazısı ile başlayalım:
Avrupa, sığınmacıların onurlarını gözetmek, güvenlerini sağlamak ile yükümlüdür. Bunun karşılığında da onların uyacağı kuralları belirleme hakkı doğar. Bu kurallardan ilkine göre göçmenler, “Avrupa yetkililerinin onlar için belirlediği ülkeye gitmeyi kabul etmelidir.”Bu kural gereklidir; zira, Suriyeliler ülkelerinden sadece savaş nedeniyle kaçmıyorlar; aynı zamanda bir ütopik rüyanın da peşindeler; Avrupa’da herhangi bir ülkeye değil, özellikle İskandinavya’ya, Britanya’ya, Almanya’ya gitmek istiyorlar. Bilmeleri gerekir ki, bu ütopik rüya kendiliğinden, karşılıksız gerçekleşmez; her isteyen için “Norveç yoktur.”
İkinci kural, Avrupa devletlerinin yasalarına ve toplumsal normlarına uyma yükümlülüğüdür.” “Yasalara uymak” zorunlu, beklenen bir taleptir. Zizek, “toplumsal normlara uyma” kuralıyla ne kastettiğini şöyle açıklıyor: “Dinsel, cinsiyetçi, etnik şiddete hoşgörü yoktur; hiç kimse kendi dinini veya hayat tarzını kabul için başkalarını zorlayamaz; her bireyin ait olduğu topluluğun törelerini terk etme, uygulamama özgürlüğüne saygı gösterilmelidir.”
Böylece Zizek’e göre, Müslüman göçmenlerin kültürel normları ile Avrupa hayat tarzları çatıştığı bazı durumlarda, “ev sahiplerinin hayat tarzları” tehdit edilmiş olabilir. O zaman “bunları koruma hakkı” öncelik taşımalıdır. Müslüman gençlerin, kadınların, çocukların bireysel özgürlüklerinin dinsel, geleneksel nedenlerle kısıtlanması, sadece o kişilere değil, Avrupa değerlerine dönük bir saldırıdır ve önlenmelidir. Zizek, ortak değerlerin savunulmasını, ırkçılık, faşizm olarak nitelendiren sol-liberal çizgiye ödün verilmemesinde ısrarlıdır. Daha da ileri gidiyor: Bu ilkeler, gerekirse devlet baskısı, askeri müdahaleler kullanılarak hayata geçirilmelidir.
Bu söylem, Avrupa sağcılarıyla aynı platformu paylaşmıyor mu? Zizek, yazısının ana mesajıyla bütünleşmeyen Marksist bir söyleme kayarak bu soruyu geçiştirmeye çalışıyor. Göçmen akımlarına yol açan krizler “insanların değil, metaların serbestçe dolaştığı, küresel bir ekonominin sonuçlarıdır”. Bu nedenle “sığınmacılığı yaratan koşullara karşı da radikal ekonomik değişim gerekir. Ben gençken bu tür örgütlü düzenlemelere komünizm denirdi. Belki onu yeniden icat etmeliyiz.”
* * *
Avrupalı solcular, Zizek’e beklenen tepkiyi gösteriyorlar. Nick Riemer’e göre, temel kural tartışma dışıdır. Yani, “sığınmacılar, Avrupalılarla aynı haklara sahip olmalıdır.” Zizek’in yaptığı gibi, “Batılı hayat tarzına dönük tehditleri, askerî müdahalelerle önleme fantezisi ise gericiliğe açılan kapıdır… Temel çözümü komünizmde arayarak, söylemine radikal bir cila vurması da bu gerici saçmalığı gizleyemiyor.”
Sam Kriss’e göre ise, “Avrupa bir göçmenler krizi yaşamıyor; tam tersine, göçmenler tel parmaklıklar, faşistler ve polislerle, yani bir Avrupa krizi ile karşılaşıyorlar.” Durum böyleyken, “cinsiyetçi, ırkçı ve dinsel şiddetin sadece Güney dünyasına özgü olduğu; bunların da veba gibi yanlarında taşındığı”; dolayısıyla Avrupa’dan kabul bekliyorlarsa, bu insanların barbarlıklarından vazgeçmeleri gereğini ileri süren Zizek’in yazısı Wall Street Journal’a layık bir metindir; Marksizmle ilgisi yoktur.
Zizek gibi kendisini komünist olarak ilan eden bir kişinin, “Avrupa’nın egemen sınıflarına kurallar koyma doğrultusunda akıl vermesi tuhaf bir davranıştır… Bir Marksist, bir komünist olarak, daha farklı, daha iyi bir dünyayı istiyorum; isterseniz ona ‘Norveç’ diyebilirsiniz. [Bu arayıştan] vazgeçmiş görünen Zizek, isterse burun kıvırsın.”
* * *
Zizek, uzun bir yazıyla eleştirileri yanıtlamaya çalışıyor. Araya, IŞİD’in Paris katliamı girmiştir. Ona göre, “Avrupa’nın göçmen karşıtı ırkçılarının İslamcı-Faşist paraleli IŞİD’dir. Sığınmacı saflarında IŞİD ajanları aranacak; asıl kurbanlar göçmenler olacak; sınırsız savaş isteyen iki taraf kazançlı çıkacaktır.”
Bu girişi önceki görüşlerin tekrarı izliyor: Sığınmacı krizinin kökeninde “küresel kapitalizm ve askeri müdahaleler” yatmaktadır; ancak, bu teşhis, bugünkü sorunlara çare getirmez. Sığınmacı kargaşasına karşı, ilk aşamada büyük çapta eşgüdüm gerekir ve “böyle bir görevi örgütlü olarak üstlenebilecek tek aktör silahlı kuvvetlerdir.”
İkinci aşamada daha temel çelişkiler söz konusudur. “Sığınmacıların çoğu insan haklarıyla uzlaşmaz bir kültürden geliyor. Hoşgörü işlemez; zira, özgürlüklerimizin bir parçası olarak gördüğümüz imgeleri ve pervasız mizahımızı köktendinci Müslümanlar kâfirlik olarak görürler… Sığınmacıların birçoğu hem Batılı refah devletinin nimetlerinden yararlanmak, hem de bu refah devletinin ideolojik temelleriyle uyuşmayan kendi hayat tarzlarını korumak istiyorlar.” Bu uyuşmazlığın çözümü için de Zizek, tekrar, bireysel özgürlükleri ödünsüz korumayı hedefleyen herkes için geçerli kurallar konmasında ve bunların devlet aygıtınca uygulanmasında ısrarlıdır.
Bu kuralların oluşması, uygulanması söz konusu olduğunda solcular, “İslamo-fobi suçlaması ve Avrupa-merkezci olma eleştirisi” komplekslerinden arınmalıdır. “Hoşgörünüz arttıkça köktendinci İslamcılığın baskısı da güçlenecektir… Ayrıca unutmayalım ki Marx’ın öngördüğü komünizm de tamamen ‘Avrupa-merkezci’ bir kurtuluştu.”
Yazısının sonlarında Zizek, bir kez daha devrimci kimliğini hatırlıyor: “Gerçek görev, ‘bizim” ve ‘onların’ işçi sınıfları arasında köprüler kurmaktır. İki tarafın da eleştiri ve özeleştirisini içeren bu birliktelik olmazsa gerçek sınıf mücadelesi, uygarlıklar çatışmasına dönüşür.”
* * *
Zizek, yazdıklarının bir boyutuyla, aydınlanmacı değerleri tümüyle özümsemiş bir Avrupalı’nın Suriyeli, İslamcı, IŞİD’çi “barbarların istilası” karşısında oluşan tepkilerini temsil ediyor.
Zizek, bir yandan da aydınlanmacı geleneğin devrimci, Marksist kanadına mensuptur. “Barbarlara karşı” tepkilerini, bu ikinci kimliğiyle bağdaştırmaya çalışıyor; güçlüklere, tutarsızlıklara sürükleniyor.
Bu tutarsızlıklarına yüklenerek Zizek’i eleştirmek kolaycılık olur. Temel endişelerine, tepkilerine dönelim. Köktendinci İslamcılık ile aydınlanmacı gelenek elbette uzlaşamaz ve bu geleneğin ürünü olan “Avrupa değerleri”ni savunmakta haklıdır.
Bunu yaparken ölçüyü kaçırıyor. Bir kere, temel bir soruyu sormuyor: Suriyeli sığınmacıların sosyolojik kimliklerine, kültürel birikimlerinin bütününe bu İslamcı akım ne derecede hâkimdir? Bu sorunlar, her Ortadoğu ülkesinde bireylere farklı, değişik özgürlük alanları bırakan Müslümanlık anlayışları, “kültürleri” olduğu ihmal edilerek tartışılabilir mi?
* * *
Yine de “Marksist doğruculuk” adına Zizek’e yüklenmektense, Avrupalı değerler adına gösterdiği tepkilere anlayışla yaklaşalım.
Tartışma, ister istemez Türkiye’deki Suriyelileri akla getiriyor. AKP iktidarı Türkiye’deki (ve Avrupa’dan geri yollanacak olan) Suriyeli sığınmacılara yerleşme, çalışma hakları verecek olan bir ön-anlaşmayı AB yetkilileri ile görüştü. Üç milyar avro ve bir kısmı belirsiz ödünler karşılığında yüzbinlerce Suriyeli kayıtlı işgücü piyasasına taşacak.
Sol çevrelerde bu konunun tüm boyutlarıyla tartışılması gerekiyor. Galiba ilk ele alanlardan biri Oğuz Oyan (Sol Portal, 8 Aralık) oldu. Anlaşmayı “gayri-ahlâkî” olarak nitelendiren Oyan, “AB’nin sığınmacı dalgalarını sınırları dışında tutmak için [Türkiye’yi] kendi şatosu dışına kazdığı en önemli hendek-ülke adayı” yaptığını vurguladı. AKP iktidarı, herhalde, bunları adım adım vatandaşlığa, seçmenliğe taşımayı hedeflemektedir. Bu nüfusun içinde İhvan’cı, Nusra’cı, IŞİD’çi insanların payı ne kadardır? Türkiye’yi bir Ortadoğu toplumuna dönüştüren on yıllık sürecin bir yeni adımı mı atılmaktadır?
Suriyeli sığınmacılar sorununa Avrupalı değerleri koruma perspektifiyle bakan bir Zizek tepkisi, Türkiye için de söz konusu olmalı mı? Temel bir soruyla başlamak gerekiyor: “Avrupalı değerler” mirasının Türkiye’deki karşılığı, olsa olsa, öncelikle laikliği içeren Cumhuriyet değerleri olabilir. Bu “değerleri” kendiliğinden benimseyen kalabalık (belki yüzde 25’lik) bir nüfus var olabilir. Ancak bilinçli, militan bir savunma da gerekiyor. Bunu kimler üstlenecek?
Örgütlü, siyasal ağırlıkları fazla olmayabilir; ancak, sosyalistler Türkiye ve dünya sorunlarına ışık tutan önemli bir düşün odağıdır. Türkiye’deki Suriyeliler konusunu da bu nedenle (Zizek ve diğer Marksistlerin Avrupa’da yaptığı gibi) derinliğine tartışmaları gerekmiyor mu?
Korkut Boratav
Sendika Org. 11 Aralık 2015