Gerçekten de Gezi Parkı’nda birkaç ağacın kesilmesine direnme ile başlayan toplumsal hareket, katılımcılar açısından dahaçok “çevrecilerin isyanı”, “hayat tarzı duyarlılığı”, “90’lı kuşağın kavgası” gibi kalıplar içinde değerlendirildi. Oysa durum böyle olunca, Başbakanın daha başlangıçta “anlayışlı” bir tavır sergilemesi, örneğin “mademki istenmiyor, biz de Taksim projesinden vazgeçebiliriz!” şeklinde birkaç söz söylemesi gerginliğin azalmasına, sükûnetin tesisine yol açabilirdi. Fakat öyle olmadı. Erdoğan’ın şefliğini yaptığı iktidar korosu, olayları, yurt dışından Türkiye’yi kıskanan “uluslararası güçler”in; yurt içinden de açgözlü bir “faiz lobisi”nin tezgâhladığı bir “komplo” olarak yorumladı. Oysa bu gülünç ve inandırıcılıktan uzak açıklamalar temel gerçekleri gizliyor ve gerginliği dahada artırmaktan başka bir işe yaramıyordu.
Bu durumda, durumu gerçek boyutları içinde kavrayabilmek için ne yapmalıyız?
Sanıyorum ki yaşananları somut gerçekliği içinde kavrayabilmek için önce şu soruları yanıtlamaya çalışmamız gerekiyor: Gezi Parkı direnişiyle başlayan toplumsal hareketin anlamı nedir? Bugüne kadar büyük kitleleri sokağa döken ve bir türlü yatışmayan öfke gerçekten de sınıf çıkarlarından bağımsız sayılabilir mi? Bu kolektif direnişte aslında aralarında çatışma halinde olan bazı toplumsal kategoriler hangi nedenlerle bir araya gelebildiler? İşte izleyen satırlarda, ilerde çokdaha ayrıntılı analizler gerektirecek olan bu sorulara yön gösterici nitelikte bazı genel yanıtlar vermeye çalışacağım.
I) Kıvılcımı Gezi Parkı’nda çakılan ve kısa sürede Türkiye sathında -İçişleri Bakanlığı verilerine göre- iki buçuk milyon insanın sokaklara dökülmesine yol açan toplumsal hareket, sınıfsal açıdan, okumuş orta sınıf tabanına dayanan bir demokratik devrim hareketidir. Bu haliyle, kendine özgü renkler taşıyor olsa, Gezi Günleri hiç de iddia edildiği gibi “tamamen özgün” bir hareket değildir. Biliyoruz ki 19. yüzyılın devrimci hareketlerinden itibaren neredeyse tüm demokratik devrimlerin kıvılcımını üniversite gençliği ateşledi. Bizim yakın tarihimizde de medrese öğrencileri, Abdülhamit’in değil, 1876 Kanun-u Esasi’si ile ırk ve din ayrımları dışında ilk modern “vatandaşlık” statüsünü getiren Mithat Paşa’nın yanında yer aldılar. Aynı şekilde bugünkü demokratik devrimci harekete de seküler yaşam tarzını benimsemiş, eğitimli, fakat siyasi militanlık tecrübesi olmayan orta sınıf kesimi taban teşkil etti. Bununla beraber bu taban üzerinde en aktif rolü oynayanlar, hareketi bilinçlendirmeye ve emekçi kitlelere yaymaya çalışanlar, sosyalist parti ve gruplara mensup militanlar oldular. Bu yüzdendir ki Başbakan Erdoğan’ın “illegal, terörist unsurlar” diye hedef gösterdiği ve “iyi niyetli gençler”den ayırarak “haklamak” istediği unsurlar da bunlar oldular. Buna karşılık hareketi destekleyen işçi sendikaları bu atılımda belirleyici bir rol oynayamadılar.
2) İdeolojik planda ayaklanmanın ilk dürtüsü olarak ortaya çıkan “hayat tarzıma dokunma!” sloganı, son dönemde AKP’nin İslami bir cumhuriyete doğru hızla ilerlediği kuşkusu yaratan söz ve eylemlerinin ürünü oldu. Bu kuşkular aslında AKP’nin ilk yıllarından itibaren mevcuttu; fakat Anayasa referandumu ve son seçimlerden sonra, Başbakan, bu konuda daha önce göstermiş olduğu ihtiyatı da elden bırakarak açıkça ve meydan okurcasına “dinci” sloganlar kullanmaya başlamıştı. Daha kuruluşta mahkumiyetine neden olan dinci-militarist dizeleri (“Minarelerimiz mızrak, camilerimiz kışla vb..”) TBMM’de yeniden okuması; Şeriatçı şair Necip Fazıl’a yaptığı göndermeler (“Dindar ve kindar nesiller yetiştirme” özlemi); eğitimi dinselleştirme yolu açan “Reform” ve son olarak da alkollü içki kanununa itirazları değerlendirme şekli (“iki ayyaşın düşüncesine değil, dine dayanan kanunu eleştirenler”) bu konuda ilk akla gelen örneklerdir.
3) AKP de, karşıtları gibi, esas olarak küçük burjuvaziye, fakat bu ara-sınıfın “muhafazakâr” öğelerine dayanan bir parti oldu. Kadrolarını siyasileşmiş esnaf ve küçük ticaret erbabı, mütedeyyin liberal meslek sahipleri, KOBİ’ler ve TÜSİAD’ın yerini almaya çalışan işveren örgütleri çerçevesinde oluşturan bu parti, militan “demir çekirdeğini” de bu kategorilerin en katı ve inançlı unsurlarına dayandırdı. Çevre halklarının işçilikle köylülük arasında bocalayan, kısmen de yaşamını daha çok hizmet sektörünün kırılgan girdileriyle sağlamaya çalışan nüfusu da bu “demir çekirdek”e bol bol malzeme sağladı. Başbakanın hitabet gösterilerine sahne olan mitinglerde meydanları daha çok bunlar doldurdular. Ve her kriz durumunda –özellikle de iktidar çevrelerinde panik yaratan bu son krizde- Başbakan üslubunu bu dar kadrolara göre ayarladı ve keskinleştirdi.
4) Her şeye rağmen, AKP, liberal burjuvazinin farklı nedenlere dayanan desteğini kazanmamış olsaydı bugünkü noktaya böyle kolaylıkla gelemezdi. Egemen burjuvazinin medya organları ve sözcüleri, biraz da tek parti iktidarının uyguladığı merkantil politikanın karşılığı olarak, AKP’nin sınıfsal ve ideolojik hasımlarını devamlı şekilde karaladı ve yıprattılar. Şeriatçı eğilim korkusu içinde yapılmış, fakat fiili girişime dönüşmemiş darbe sohbetleri ve planlarına yönelik eleştiriler yer yer bir iftira ve aşağılama kampanyasına dönüştü; sıkıyönetim günlerini anımsatan dalga dalga tutuklamalar yapıldı ve yaratılan ortamda dinle pek de ilgisi olmayan bir sürü yazar “laik cephe” kavramını adeta bir “hasım cephe” şeklinde sunmaya başladılar. Sonuç olarak da “demokrasi ve askeri vesayetten kurtulma” adı altında yürütülen kavga sonucunda varılan nokta, bugünkü, 2002 yılından çok daha anti-demokratik Türkiye oldu. Bu yolculukta, dilimizde “faşist”, “darbeci”, “mafya” gibi terimler mevcutken, bunların hepsi “ulusalcı” başlığı altında toplandı ve bu kavram liberal jargonda bir karalama aracı haline getirildi. Üstelik bu söylem bir kısım sosyalistler arasında da kabul gördü ve analizlerde kullanıldı. Oysa bu ülkeyi biraz inceleyen herkes bilir ki, “ulusalcı” denilen ve sayıları milyonları aşan toplumsal kategori, aslında, çoğu küçük burjuva kökenli, genellikle demokratik ve antiemperyalist eğilim içinde, devrimci atılımlardan ürkse bile sistematik devrim düşmanı olmayan, laik cumhuriyete bağlı, kısaca ırkçı ve şoven çevrelere itilmek yerine devrimci güçlere kazanılması gereken yurttaşlardan oluşuyor. 1960’larda bu ülkede, sosyalizm, “ulusal demokratik devrim” programıyla kitlesel boyutlar kazandıysa, sınıfsal dayanaklarını en çok bu sosyal kategoride buldu. Nitekim sık sık düşülen bu teorik hatayı, pratik düzeltti ve Gezi günlerinde ulusalcı demokratlar da devrimci cephede yerlerini aldılar.
5) Kürt hareketi ve “barış süreci” de demokratik devrimci hareketin etkisiyle şekil değiştirdi ve daha sağlıklı temellere oturmaya başladı. Birçok Kürt siyasetçi –bazı ikircikli ve çelişkili çıkış ve beyanlara rağmen- eğer bu ülkede gerçekten demokratik bir barış olacaksa, bunun tüm demokratları karşısına almış, inandırıcılığını yitirmiş ve hala -bir “Akil’in ifadesiyle- “neler yapacağını değil; neler yapmayacağını söyleyen” bir liderle görüşmeler yoluyla değil, demokratik bir devrimle gerçekleşebileceğini açıkça görmeye başladılar.
6) Erdoğan ve Bağış’ın AB kararlarını tanımayan, sözcülerini suçlayan ve azarlayan üslubu AB’yi –ve onlarla beraber bizim bir kısım liberal aydını- AKP’den daha da uzaklaştıran bir faktör oldu. Oysa son günlerde ünlü bir batılı gazetenin yazdığı gibi, başlangıçta Hıristiyan evrensellik temelinde tasarlanmış (Schuman, Adenauer, De Gasperi) Avrupa Birliği’nin bazı üyeleri, başka bir takım nedenler arasında, “ılımlı İslam” olarak niteledikleri AKP yönetiminde Türkiye’yi AB’ye üye yapmak ve böylece gerçek bir evrenselliğe geçmek gibi bir niyet de ortaya koymuşlardı. Erdoğan ve Bağış bu beklentinin ne kadar hayalci olduğunu ortaya koydular. Öyle ki AB platformlarında canla başla Türkiye’nin avukatlığını yapan Daniel Cohn Bendit bile artık dayanamadı ve “bu iş bitti; dedi; Türkiye AB’ye katılamayacak; artık nasıl bir imtiyazlı ortaklı olabilir, bunu düşünmek lazım!”. (Le Monde, 27 Haziran).
Sonuç olarak Haziran 2013 demokratik hareketi yıllardır sayısız kitap ve makalede yapılan analiz ve çağrıların yapamadığını yaptı ve “demokratik cephe”yi sahada gerçekleştirdi. Kuşkusuz 2011 yılında % 8,5 olan büyüme oranının 2012’de % 2,2’ye inmesinin yarattığı iktisadi durgunluk ve 90’lılar arasında % 20’yi bulan işsizlik oranı da bu büyük buluşmada belirleyici unsurlardan biri oldu. Ve bu koşullarda Gezi Parkı’nda çadır kuran gençlerin de, neden “tuzu kuru beyaz Türkler”den değil de, çoğunlukla yarınından emin olmayan “kaygılı ve öfkeli” gençlerden oluştuğu gerçeği anlaşılır hale geldi. Ne var ki hareket bitmedi; önümüzdeki dönemde tüm devrimci demokratlara, bir yumruk yemiş ve karşılık olarak geliştirdiği paranoyak söylemle iç ve dış müttefiklerinin çoğunu kendisinden uzaklaştırmış bir iktidarın yine de kurabileceği tuzaklara düşmeden, cepheyi genişletme ve kavgayı günlük yaşam kavgası içinde olayları bütünlüğü içinde kavrama olanağı bulamayan ezilen sınıflara yayma görevi düşüyor.