Dışişleri bakanı Davutoğlu, Arap Baharı’yla birlikte “Yüzyılın en büyük tasfiyesini, değişimini yaşıyoruz, bu değişimi hep beraber anlamaya çalışalım. Bu değişimi günlük krizlere hapsetmeyelim, hepimizi etkileyecek bu” diyormuş. Davutoğlu ekliyor, “Bunu deyince de ‘yeni Osmanlı’ filan deniyor. Türkiye ya bütün bu halklarla birlikte yeni bir yola yürüyecek. Ya da kaos olacak. İkincisi bölgedeki dinamikler itibarıyla tarihin akışına uygun, doğru tarafta yer alıyor muyuz? Bin Ali, Kaddafi, Mübarek, Salih ve şimdi Esad. Üçüncüsü de Türkiye’nin çıkarları.”
Davutoğlu “yüzyılın tasfiyesi, değişimi” konusunda bence haklı. Bütün halklarla birlikte yeni bir yola yürümek, bölgedeki dinamikler itibariyle tarihin akışına uygun, doğru tarafta yer almak” konusuna gelince, durum farklı. Davutoğlu’nun bu dinamikleri tanımlama çabasına, bugüne kadar, bir yerde rastlamadım. Tarihin akışı deyince de, ne kast ettiğini anlamak zor. Ama gerek ait olduğu akımın Cumhuriyet’in ortaya çıkış sürecine ilişkin yaptığı saptamalara, gerekse “Stratejik Derinlik” çalışmasının temel savlarına bakınca, tarihin akışına uygun bulmadıkları, seküler ulusalcı bir kırılmanın etkilerinden kurtulmaya çalıştıklarını, bölgede Osmanlı etkisine, “kırılmanın” öncesine geri dönmek istediklerini, bunun için de küresel hegemonun kaldıracına yaslanmayı planlamış olduklarını söylemek olanaklı.
“Tarihin akışı” diye bir şey olmadığını, tarihin bir çizgi gibi akmadığını, birbirini izleyen “dönemlerden” oluştuğunu anımsarsak, Davutoğlu’nun hesabının çarşıya uymayacağını düşünmek zor olmaz. Bu “dönemler”, isyanlarla, devrimlerle, karşı devrimlerle, diğer bir değişle kopuşlarla oluşur. Bu isyanların, devrimlerin, karşı devrimlerin altında, daha derinde, ekonomik çelişkiler bu çelişkiler üzerinde yaşanan sınıf savaşımları yatar. Bu yüzden her yeni dönemin başında, bir önceki dönemin bittiğini vurgulayan bir ekonomik iflasın, krizin, siyasi dağılmanın olduğunu görüyoruz.
Bugün, tam da böyle bir durumdan diğerine geçiş sürecinde olduğumuzu, bu sürecin son 10 yıl içinde giderek hızlandığını söyleyebiliriz.
Ne ki, bölgedeki devletler, siyasi coğrafyalar kadar, Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığını yaptığı devlet de bir önceki döneme ait bir yapıntıdır, bu tasfiye ve değişimin parçası olmaktan kaçınabilmesi, kendini gerçekten yeni bir “duruma” geçirebilmesine bağlıdır.
“Durumlar” ve “kopuşlar”
Egemen ekonomik modeli, ekonomik çelişkileri, sınıf ilişkileri matrisi, jeopolitik alanı, egemen siyasi ve ideolojik biçimleri (kültürü), hatta kendini tekrarlayan istikrarsızlıkları bağlamında homojenlik sergileyen bir zaman dilimini “bir durum” olarak tanımlayabiliriz. Bu durumun oluşma yıllarını ve çözülme yıllarını kapsayan başlangıcı ve tükenme dönemleri de olacaktır.
Ben Davutoğlu’nun sözünü ettiği bağlamda düşünülmesi gereken dönemlere ilişkin, kapitalizmin tarihinden şu örnekleri verebilirim sanıyorum:
Fransız Devrimi’nden (1789/92) Paris Komünü’ne (1868/71) kadar bir devrimci atılımlar ve kapitalist genişleme dönemi.
Paris Komünü’nden - 1917’ye kadar ekonomik kriz, finansal genişleme, siyasi-kültürel gericilik, emperyalist paylaşım, İngiliz hegemonyası dönemi.
Rus devriminden 1968 olaylarına kadar devrimci atılımlar kapitalist genişleme, ABD hegemonyası, iki Bloklu denge, sömürgelerden, bağımsızlık savaşlarına ve yeni-sömürgeciliğe geçiş.
Paris Komünü'nden Rus devrimlerine kadar olan dönemi, yaygın sermaye birikim rejiminin konsolidasyonu ve krizi, krize karşı, proletaryaya saldırı, finansallaşma ve emperyalist tepki (yeni avlanma alanları açma çabaları) ve kaçınılmaz olarak savaşlar dönemleri olarak da tanımlayabiliriz.
Rus devrimlerinden 1968/73’e kadar olan dönemi de kapitalist genişleme, “Fordist” (Taylorizm+ bant sistemi -“scientific management”-bilimsel işletmecilik) kitlesel üretim ve kitlesel tüketim, tüketim toplumu dönemi olarak tanımlayabiliriz.
1968/73’de başlayan ve halen devam eden “dönemi” de kendi, içinde 1997/2001 öncesi ve sonrası olarak ikiye bölebiliriz. Birinci kısım, yapısal krizi neoliberalizmle, finansallaşmayla yönetme çabalarının etkin olduğu, ABD hegemonyasının kısmen restore edildiği, Teng Ziao Ping reformları, Doğu Blok’unun çökmesiyle, IMF modeli kullanılarak yeni alanların açıldığı, kabaca küreselleşmeci kriz yönetimi modelinin etkin olduğu yıllar olarak tanımlayabiliriz. İkinci kısım 2001/3 – 2006 arasında, imparatorluk projesi, eşzamanlı küresel parasal genişleme, finansal köpükle, kriz yönetim modelinin, küreselleşmenin tükendiği yıllar oldu. Böylece 1950-70 dönemi ve krizini yönetme süreci tam anlamıyla bitti ve “dün oldu”.
Benzer bir alt dönem tanımlamasını, aradan Rus devrimini çıkararak, 1868/71 - 1946/50 dönemi için de yapabiliriz. Birinci dönem, ekonomik kriz,1873-88 depresyonu, krizi finansallaşma ve küreselleşme (emperyalist paylaşım) yoluyla yönetme dönemi. 1914- 1950 arasında, bu yönetim modelinin tükenmesiyle, I. Savaş, Büyük Depresyon, II. Savaş ve dönemin sonu.
Bu dönemlerin hepsine, egemen düşünce akımları, kültürel sanatsal akımlar vb., açısından da yaklaşarak, başlangıç ve bitiş yıllarında bu yaklaşımın gereksinimlerine göre yeni ayarlamalar yapabiliriz. Demem şu ki, bu uzun dönemlerin, alt dönemlerinin sınırları araştırma projelerinin gereksinimlerine göre belirlenebilen bir esnekliğe de sahiptir.
Bu örnekler bize tarihin , çizgisel biçimde değil, birbirini izleyen dönemlerle, bu dönemlerin sonunda ve başında sert kopuşlarla, sıçramalarla şekillendiğini gösteriyor. Bu açıdan bakınca Davutoğlu’nun ve ait olduğu siyasi düşünce akımının (ve tabii liberal “yararlı salakların”) 1923 öncesine dönüp, oradan yeniden başlamaya niyetlenmeleri tam anlamıyla bir saçmalık ve “gerici” bir fantezi oluşturuyor. Bu fantezi de Davutoğlu’nun “Yüzyılın en büyük tasfiyesini, değişimi” olarak tanımladığı “durum” içinde, bu “tasfiyeyi ve değişimi” kabul etmenin, sürece katılımın acılarını katlanabilir kılmak açısından “destekleyici fantezi” olmak gibi bir işlev üstleniyor.
Bugünkü “durum”
Kapitalizmin 1968/73 döneminden bu yana süregelen yapısal krizini iki açıdan değerlendirmek gerekiyor. Birincisi, bu krizin yapısallığı, bir önceki dönemin kapitalizmini (sermaye birikim rejimini) destekleyen, yeniden üreten kurumların, düşüncelerin ve kimliklerin, önce yavaş yavaş sonra artan bir hızla işlevsizleşmeye, başlamasıyla ilgilidir.
Bu bağlamda 1980-90 arasındaki dönemde bu işlevsizleşmenin baş döndürücü bir hız kazandığı söylenebilir. Bu dönemde devreye giren neoliberal restorasyon çabaları, 1989’dan sonra güçlenen yeni muhafazakarlık-post modernizm ittifakı, 1989’dan sonra hızlanan yeni alanlar açma (küreselleşme finansallaşma) çabaları, krize giren egemen yapıları ve kimlikleri büyük ölçüde söktü parçaladı, ama yerine yenilerini koyamadı. Oluşan açığı hızlandırılmış bir finansallaşmaya dayanan hazlara odaklanmış tüketim hummasıyla kapatma çabaları krizin semptomlarını bastırırken, ötelerken kriz eğilimlerini daha da güçlendirdi.
Diğer bir değişle kapitalizmin krizi aşılamadı, kapitalizmi destekleyecek, yeniden üretecek, kurumlar, ideolojiler ve kimlikler çözülürken, yerine yenileri kurulamadı.
2007’de başlayan mali kriz, küreselleşme aşamasının, “yeni” dönemin, aslında bir finansal balon üzerinde, adeta sanal bir dünyada yaşanmış “hayaller” olduğunun ortaya koydu. Hegelci bir değişle kapitalizm 2007 mali kriziyle, yapısal krizini aşamadığının ve aşamayacağının bilincine vardı.
Kapitalizm, ama özellikle kapitalist sınıflar bu yeni bilincin temsil ettiği realiteyle yüzleşme işini hemen hiçbir zaman beceremezler. Bu sınıflar, adeta histerik bir tepkiyle, “yaşam dünyalarını” kısa sürede yangın yerine çevirecek bir şiddeti harekete geçirirler.
Kapitalist sınıf, organik entelektüellerinin tüm gevezeliklerinin, kültür endüstrisinin sattığı rüyaların aksine, serbest piyasa kurallarına, serbest rekabete ve özgürlüklere tahammül edemez. Bu tahammülsüzlük, histerili tepki insanla, sermaye arasındaki, çoğu zaman gözden kaçan bir karşıtlıktan kaynaklanır.
Sermaye bir toplumsal ilişkiler ağıdır ama aynı zamanda, Deleuze ve Guattari’nin deyimiyle bir “kar yapma makinesi”dir. Tek bir oluş dürtüsü vardır: Canlı emeği- doğayı tüketerek kar yapmak. Kapitalist bu makinenin üstünde yaşayan bir “parazittir” (ama kendisinin esas beden olduğunu hayal eder hep). Bu makine belli aralıklara, döngüsel olarak, kar yapma dinamiklerinin çelişkilerinden dolayı, krize girer (kar yapma olasılıkları, genişleme zemini hızla daralmaya başlar) fazla kapasite, aşırı üretim ve aşırı birikim oluşur.
Bu durumda sermaye açısından krizden çıkmak, hiç de karmaşık bir süreç değildir. Kar yapamayan, eskiyen parçalar tasfiye olacak, varlıkları pazarları, karlı kesimlere katılacak, sermaye bu “yaratıcı yıkım” üzerinde kendini yenileyecek, daha da merkezileşecek, yoğunlaşacak, kimi zaman da bulunduğu bölgeyi terk ederek başka alanlara göç etmeye başlayacaktır.
Ama sermaye bir toplumsal ilişkidir de, insanlarla (burjuvazi ve proletarya) birlikte, onlara yabancılaşmış da olsa, onların bir ilişkisi olarak var olur. Sermayenin krizi aşması için yaşanması gerekenler, bu insanların önemli bir kısmının (sermayenin yok olması gereken kısımları üzerinde yaşayanların) servetlerini, siyasi iktidarlarını, işlerini, refahlarını, kısacası yaşam dünyalarını tehdit etmeye başlar. Bu insanlar, kapitalist ve işçi, sermayenin krize uyum reflekslerine kendi sınıfsal konumlarından direnirler. Kriz hızla toplumsallaşır yapısal özellikler kazanmaya başlar.
O zaman sermayenin verimli, güçlü (egemen), bu uyum yıkımdan, yararlanacak kesimi, tasfiye sürecine direnen kesimine karşı bir saldırı başlatır. Sorun şöyle oluşmaya başlar: Hangi coğrafyalardaki, sermaye kesimleri, üretici kapasite vb.., tasfiye olacak, nereleri yıkılarak dönüştürülecek, hangi coğrafyalar açılarak, gelen sermayeyi kabul edecek biçimde, yıkılacak ve yeniden yapılandırılacak.
Kapitalist toplum ve kapitalist sınıf krizin sorunlarını öteleyemeyeceği, yaratıcı yıkımın bir kaçınılmazlık olarak kapıya dayandığı noktaya geldiğinde bu durumla yüzleşmek istemez. Adeta histeri, nöbetine tutulmuş bir hasta, gibi sonuç vermeyen hatta krizi daha da derinleştirecek politikaları, onu eski döneme geri götürmesini bekleyerek tekrarlamaya devam eder. Giderek kriz derinleşir, “hasta” asabileşir ve nihayet onu “uyarlık” olarak tanımlamaya olanak veren “şuurunu”, oto kontrol kapasitelerini kaybetmeye, “inanılmaz” ölçülerde şiddete başvurmaya başlar. Artık kapitalizm, açık zorbalık, savaş kısacası barbarlık aşamasına geçmiş demektir. Bu günkü durumun, “Yüzyılın en büyük tasfiyesini, değişimini” gündeme getiren temel özelliği de budur.
Düne ait olanlara dair
Bugün egemen sermaye brikim modelinin krizini yönetme modeli, uluslararası siyasi yapılanmaları, jeopolitik dengeleri (paylaşım mutabakatları) devlet biçimler, ülke sınırları egemen ideolojiler ve öznelliklerin hepsi, krizini yaşayan bir “sistemin” bileşenleri olarak, bu anlamda artık “düne aittirler”. Kapitalist dünya ekonomisi, merkezi ve çevresiyle, büyük güçler arası dengeleriyle, enerji, gıda, su tedarik sistemleriyle, ekolojik sürdürülebilirlik sınırlarıyla (küresel ısınma, ekosistemlerin yok olma eğilimleri) bir yıkım, tasfiye ve dönüşüm sürecine girmiştir.
Ama kapitalizm, ve egemen sermaye, yine histeri krizi içinde sonuç vermeyen “işleri” yapmaya devam ederek bu krizden çıkmaya çabalamakta, çıkmak için yaptıklarının gezegenin ekolojik biyolojik varlığını, dolayısıyla “uygarlığın yaşam dünyasını” yıkıma sürüklemekte olduğunun yadsımaktadır. Kapitalizm yine savaşlara, dinci, ırkçı, milliyetçi ideolojilere, baskıcı devlet biçimlerine, emperyalist savaş politikalarına başvurmaya başlamıştır.
Bu açıdan bakınca kapitalizmin canlı yaşamını tehdit eden bir toplumsal örgütlenme biçimine dönüştüğü, “bittiği” ortaya çıkar.
ABD hegemonyası, düne aittir, restorasyon çabası imparatorluk projesi daha fazla kan dökmekte, maddi manevi yıkıma yol açmaktadır. IMF, Dünya Bankası, NATO, BM düne aittir, artık kendi kurallarına bağlı kaldıkça işleyememektedir. Bu kurumlar, kendilerini var eden kuralları tanımadıkları oranda da da kimliklerini kaybetmektedir. Avrupa Birliği düne aittir, kapitalizm altında ulusalcılığın ortadan kalkamayacağını, halkların birleşemeyeceğini göstermiş, emperyalist hegemonyacı karakteri tümüyle ortaya çıkmıştır. Var olmaya devam etmesi halkların muhalefetini bastırmaktan, ulusların bağımsızlıklarını ortadan kaldırmaktan geçmektedir.
Ne yazık ki, Büyük Ortadoğu’daki devletler ve sınırlar da düne aittir. Emperyalist paylaşım, kaynak rekabeti şiddetlendikçe bu sınırları, devletleri korumak olanaksızlaşmaktadır. Ya da korumanın yolu, daha önce görülmemiş baskı ve şiddet araçlarının, ideolojilerinin devreye girmesinden, kitle/beden denetleme sistemlerinin (biyopolitik) kurulabilmesinden, sermayenin, “yaşam dünyasını” yıkan projelerine karşı seslerin hepsinin susturulmasından geçecektir. Bu bağlamda halen sürmekte olan faşizm tartışmaları da hızla anakronistik olmaya başlamıştır. Baskı, terör, parlamenter “totalitaritarianizm”, faşizm, dinci ırkçı boyalara bulanmış popülizm, bunların taban hareketleri ve örgütleri, hepsinin bileşenlerinin çeşitli kombinasyonlarından oluşan hibrid biçimlerde karşımıza gelmeye başlamıştır ve gelmeye de devam edecektir. Burada önemli olan, “burjuva demokrasisinin” de artık düne ait, geri gelmesi olanaksız bir biçim olmasıdır.
Tüm bunları söylemek aynı zamanda, geçiş sürecinin, nereye geçerek tamamlanacağının henüz belli olmadığını da söylemektir. Tarih, öznenin müdahalesinin sonuç yaratma şansının çok artmaya başladığı bir döneme girmiştir. Bu dönemin iki özelliğini vurgulayarak bitirelim.
Birincisi, Kapitalizmin finansal kriziyle birlikte başlayan dönemin içinde, kitlelerin eylemlilikleri artmaya, “Tunus”, “Mısır”, “Yunanistan”, “İspanya”, (hatta Libya, Suriye, Suudi Arabistan, Bahreyn’de) “olay alanları” oluşmakta kitleler bu alanlarda tarih sahnesine çıkmakta, “olayların” özne yaratma olasılığını zorlamaktadır.
İkincisi, kapitalizmin yerel ve uluslararası, ekonomik siyasi hatta kültürel güçleri, bu “olay alanlarına” müdahale etme, ortaya çıkan enerjiyi kendi projelerine yönlendirme çabalarını yoğunlaştırmışlardır. Bu çabaların Büyük Ortadoğu’da kısa dönemde başarılı olmaya başladığını görüyoruz. Buna karşılık merkez ülkelerde, hem kitlelerin örgütlenme kültürü, muhalefet geleneği, teknolojisi, tarihsel hafızası, hem de hazır buldukları kurumlar manevra alanlarını arttırıyor, egemen sermayenin bu hareketleri kendi projesine yönlendirme olanaklarını sınırlıyor.
Bu durumda, merkez ülkelerin kapitalistleri açısından dış kaynaklara ulaşmak, 150 yıl önce Cecil Rhodes’ın İngiliz Parlamentosunda uyardığı gibi “devrimi önlemek için emperyalizmi hızlandırmak” gerekiyor.
Şimdi bu arka plan üzerinden en kısa döneme, son bir kaç aya bakarsak, ekonomik kriz yeniden derinleşmeye, mali yapılar sarsılmaya, bankalar sorgulanmaya, kapitalizme karşı toplumsal muhalefet, muhafazakar orta sınıfları da etkisi altına almaya (İngiltere’de “Olimpiyat” sürecinin yerel halkı taciz ederken dev şirketlerin kasalarını doldurmasından muhafazakar Daily Telegraph gazetesi bile şikayetçi) başladı. Ekolojik kriz gıda fiyatları su kaynakları üzerindeki etkisini, yeniden en sert biçimlerde hissettiriyor. Tahıl, et fiyatları hızla artmaya başladı. Merkezde işsizlik yoksulluk, çevrede açlık daha da derinleşecek, bu derinleşme şiddetli tepkilere yol açacak.
1990’ların sonunda, benzer bir konjonktüre girmeye başladığımızda “11 Eylül”, arkasından da Afganistan ve Irak savaşları gelmişti. 2008-2009 gıda krizi Tunus ve Mısır olaylarının ortaya çıkmasında etkili oldu, Bu “olayları” da Libya savaşı izledi. Bugün, Suriye merkezli, İran, Lübnan, Türkiye, Irak ve İsrail’i, Kürt bölgelerini kapsayan, Körfez ülkelerine, Suudi Krallığına uzanan, bir alanda yeni bir savaş olasılığının hızla güçlendiğini görüyoruz.
Yüzyılın en büyük tasfiyesine, değişimine, dinamikler itibarıyla tarihin akışına uygun, doğru tarafta yer alarak katılmaktan söz ederken Davutoğlu, aslında bir kaosa katılmaktan ve taraf olmaktan söz ediyor. Buradan çıkış olmadığının eminim ayırdında değil. Aslında, teorik entelektüel alet çantası açısından, olması da olanaklı değil...
Ergin Yıldızoğlu
soL
2 Ağustos 2012
08/11/2024
Bugün280 ziyaret var
Sitede 3 Kişi var
IP:3.231.219.178