Türkçe



PDF indir

 

 



NOBEL EDEBİYAT ÖDÜLÜ NEDEN ORHAN PAMUK'A VERİLDİ?

İzlenme 2848

Kapitalizm ve Postmodern Edebiyat 

Orhan Pamuk’un neden Nobel ödülünü aldığı çok tartışıldı. Bazı görüşler romanlarının edebi niteliğini, bazıları ise Nobel Ödülünü verenlerin politik önceliklerini öne çıkardılar. Ben bu yazıda, Orhan Pamuk’a Nobel Ödülü verilişini, dünya edebiyatında burjuva romanının içine girdiği bunalımı aşma çabasını mükemmel bir biçimde yansıtan romanlar yazmasına bağlayacağım. Pamuk’un Cevdet Bey ve Oğulları romanı hariç yazdığı romanların postmodern bir yolculuğun temel taşları olduğunu ve Nobel Komitesi’nin de bunu ödüllendirdiğini savunacağım

Marx’ın yeraltı büyücüsünün güçlerine benzettiği burjuvazi ve sanatının yenilik üretemediği bir çağda postmodernizm, bireyin çelişkilerine ayna tutan, bireyin bu çelişkilerin ötesine geçebilmek için kafa yorduğu, hayal kurduğu, mücadele ettiği modern romanların aksine, çıkışsızlığı kabullenmeyi önermekte, bunun aksinin ilerleme yerine daha fazla acı ve felaket getirdiğini hatırlatmaktadır. Modern roman, eylem ve durgunluk, iyi ve kötü, yalnızlık ve toplumsallık arasındaki gerilimde, insanın sınırları ve potansiyellerinin bilincinde gelişirken, postmodern roman, tıpkı içinde geliştiği politik iklim gibi -ve belki de onu daha da güçlendirerek- gerilimleri yoksayarak, döngüsel bir tarih anlayışı içinde sürekli bir çözümsüzlüğü ve sonsuz bir yalnızlığı yüceltmektedir


İronik olan, modern edebiyatta, en absürd tiyatro oyunlarını yazan Beckett ya da insanın dünyaya fırlatılmış olduğunu ileri süren varoluşçuların, aynı zamanda yaşadıkları dönemin angaje entelektülleri olmasıdır. Yaşamın anlamsız oluşu, önceden belirlenmemiş oluşu, insanın zayıflığı varolan durumu kabullenmek anlamına gelmemektedir. Tersine bu farkındalık, insana bir şeyleri değiştirebilme gücünü de aynı zamanda vermektedir. Evet insan zavallıdır ama aynı zamanda düşünme yetisine sahiptir; dünya üstüne yıkılabilir ama dünyanın üstüne yıkıldığını farkeden bir yaratıktır (Pascal), dünyaya fırlatılmıştır ama seçimleriyle özgür olabilecek tek varlıktır (Sartre), içindeki faşizme yenilecek denli ‘küçük bir adam’dır ama bunu değiştirebilecek büyüklük de yine ona aittir (Reich). 

Orhan Pamuk’un çok beğendiğim Cevdet Bey ve Oğulları başlıklı romanı da kanımca modernist bir romandır. Anadolu topraklarında Rastignac olamamanın acısını yaşayan Ömer’den başlayarak pek çok karakter hem kuşaklar arası Türkiye’yi, hem geç modernleşen bir toplumun çelişkilerini bize anlatıyordu. İlginç bir biçimde (ve benim de argümanımı destekleyen bir şekilde), Pamuk’un bu romanı ingilizceye çevrilmemiştir. Ondan sonra gelen romanları ise gittikça artan bir yoğunlukta postmodernizmi anlatmaktadır. Özellikle Kar, Benim Adım Kırmızı, Yeni Hayat... 

Orhan Pamuk, Dostoyevski’ye olan hayranlığını Nobel ödül töreni için hazırladığı konuşma metninde dile getirir

“Dostoyevski’nin tüm hayatı boyunca Batı’ya karşı hissettiği aşk ve nefret duygularını pek çok kereler kendi içimde hissettim. Ama ondan asıl öğrendiğim şey, asıl iyimserlik kaynağı, bu büyük yazarın batı ile aşk ve nefret ilişkilerinden yola çıkıp, onların ötesinde kurduğu bambaşka bir alem oldu.” 

Oysa Pamuk’un yapıtları Dostoyevski’den izler taşımıyor. Hatta yazarın Dostoyevski’yi anlamadığını, esas etkinin ancak Kafka gibi bir yazardan gelebileceğini iddia ediyorum. Dostoyevski, insan ruhunun derinlikleri ile yaşam arasındaki bağlantıyı mükemmel bir biçimde ortaya koyduğu, kişilerin çelişkilerini korkmadan su yüzüne çıkardığı, kendisi de yaşamın içinden beslendiği için iyi bir yazar olmuştur. Kumarbaz romanı ve kendisinin kumarla yaşadığı ilişki birbirinden ayrılmaz. Tanrı’ya inanmak istemesi ve tanrıtanımazlığı biraradadır. Tartıştığı sorunlar yaşama dairdir, okundukça insanı düşünmeye, sorgulamaya, hatta değişmeye iter. Dostoyevski’nin okuru, bir kere Karamazov Kardeşler’in okuduğunda, ‘artık eskisi gibi olamayan’dır. Oysa Orhan Pamuk bize kendi benliğimizi keşfetmeyi ve sonra da o noktada durmayı önermekte, daha fazla düşünmekten kaçınmakta, insanın kendi çıkmazını kutsamaktadır

“Benim için yazar olmak demek, içimizde taşıdığımız, en fazla taşıdığımızı biraz bildiğimiz gizli yaralarımızın üzerinde durmak, onları sabırla keşfetmek, tanımak, iyice ortaya çıkarmak ve bu yaraları ve acıları yazımızın ve kimliğimizin bilinçle sahiplendiğimiz bir parçası haline getirmektir.” 

Peki bu amaçla bağlantılı olarak edebiyatın konusu nedir ve ne olmalıdır? Pamuk’a göre insanoğlunun temel bazı dertleri hala önemini korumaya devam etmektedir. 

“Dünya nüfusunun büyük çoğunluğunun bu duygularla yaşadığını, hatta daha ağır olan eziklik, kendine güvensizlik ve aşağılanma korkularıyla boğuşarak yaşadığını kendimden biliyorum. Evet, insanoğlunun birinci derdi hala mülksüzlük, yiyeceksizlik ve evsizlik...” 

Ancak bunlar Charles Dickens’ın ya da Victor Hugo’nun dönemindeki gibi edebiyatın konusu olmaya devam etmeyecektir, çünkü 

...artık televizyonlar, gazeteler bu temel dertleri edebiyattan çok daha çabuk ve kolay bir şekilde anlatıyor bize...” 

Bu durum medyanın gücüne, edebiyatın sınırlarına mı işaret ediyor yoksa Pamuk’un kendi yazarlık serüveninde yaptığı bir seçime mi? Yazar dünyayla değil kendisiyle uğraşmayı mı seçiyor? O zaman neyi anlatmak anlamlı Pamuk’a göre? 

“insanoğlunun temel derdi dışarda kalmak, kendini önemsiz hissetme korkusu, bunlara bağlı değersizlik duyguları, bir cemaat olarak yaşanan gurur kırıklıkları, kırılganlıklar, küçümseme endişeleri, çeşit çeşit öfkeler, alınganlıklar, bitip tükenmeyen aşağılanma hayalleri ve bunların kardeşi milli övünmeler, şişinmeler....” 

Cemaatleşme, değersizlik, parçalanmışlık....postmodern bir dünyanın bütün öğeleri Orhan Pamuk’ta ifadesini bulmuş gibidir. Nobel Edebiyat Komitesi üyeleri Pamuk’un bu konuşmasını dinlerken ne kadar isabetli bir seçimde bulunduklarını düşünmüş olmalılar, zira Pamuk’un hem eserleri hem de konuşması Komite’nin ve postmodern dünyanın istek ve ihtiyaçlarına cevap verebilen, yüksek nitelikli bir yanıt olmuştur. 

Orhan Pamuk’un dile getirdiği bir başka sorun, yazar/birey ve toplum arasındaki ilişkidir. Toplumsallık herkese benzemek, bir cemaatin parçası olmak, uyum sağlamak; bireysellik ve yalnızlık ise derinlik, farklılık yeni bir dünya yaratmak anlamına gelmektedir. 

“Yazı deyince bir odaya kapanıp, masaya oturup, tek başına kendi içinde dönen ve bu sayede kelimelerle bir yeni alem kuran insan gelir gözümün önüne...” 

Öyle gözüküyor ki Orhan Pamuk, tek başına bir odaya kapanarak yazarın kendisine bakmasıyla çağımızda bireyin sorunlarını, kaygılarını ve özlemlerini anlayacağını zannetme yanılgısına kapılmıştır. Ancak kendi konumunu sorgulayacak cesarete de sahiptir şu satırlarda da görüleceği üzere: 

“Tek başına bir odada derin bir hayat yaşadığını sanmak mıdır mutluluk? Yoksa cemaatle, herkesle aynı şeylere inanarak, inanıyormuş gibi yaparak rahat bir hayat yaşamak mı?......Herkesle uyum içinde yaşar gibi gözükürken, bir yandan da kimsenin görmediği bir yerde, gizlice yazı yazmak mutluluk mudur aslında, mutsuzluk mu?” 

Elbette bu yazı postmodern romanın, çıkışsızlığın romanı olduğunu söylerken ve tarihin sonunu iddia edenler için biçimsel bir araç haline geldiğini ileri sürerken modernist edebiyata bir geri dönüş olabileceğini de iddia etmiyor. Tersine kapitalizmin ilk dönemlerinde birey ve toplum arasındaki ilişkileri ve gerilimleri tartışan, insanın ufkunu açan, sorgulatıcı ve düşündürücü modern eserlerin, kapitalizmin geldiği aşamada artık yazılamayacağını düşünüyorum. Bu anlamda roman türünün de öldüğünü, bireyin potansiyelleri ve çelişkilerinin başka sanatlarla belki bambaşka biçimlerle ifade edilmesi gerektiğine inanıyorum. Nobel ödülünün de gösterdiği üzre roman artık postmodernizmin kavramlarının ve dert (sizlik) lerinin bir aracı olmuş durumdadır. Orhan Pamuk çıkışsızlığın romanlarını yazmayı tercih ederken, roman türünün çıkışsızlığının da habercisidir sanki. 
Ahmet Hamdi Dinler 



21/11/2024 Bugün617 ziyaret var  Sitede 37 Kişi var  IP:18.117.71.213