Kısacası, tarihin devrettiği önsel bir şekillenmedir.
Özneler elbette bu şekillenmeyi hiç sorgulamadan kabullenmek, ne yapacaklarsa bu çerçevede kalarak yapmak durumunda değildir. Ama adım atarken verili gerçeklikten yola çıkmak, müdahalelerini bu gerçekliğin kimi özel noktalarına yöneltmek zorundadır.
Daha açık olsun: Avrupa’da Marksizm ancak 19. yüzyıl sonlarına doğru sınıf hareketinde ve genel olarak düzen karşıtı muhalefette başatlık kazanabilmiştir. Aynı yüzyılın daha geniş bir dilimine ise ütopyacısı ve anarşisti dâhil çeşitli sosyalizm-komünizm tasavvurları ve bunlarla eşleşmiş bir devrimcilik damgasını vurmuştu.
Rusya’ya gelince; burada da Marksizm’i önceleyen bir devrimcilik, kırsallığı esas alan bir “sosyalizm” tasavvuru söz konusuydu (Narodniçestvo-Halkçılık). Bunun üzerine Plehanov gelmiş, ancak asıl belirleyici damgayı 20. yüzyıl başlarında Lenin vurmuştur. Yani ülkenin geleneksel sosyalist-devrimci mirasına Marksizm’in ve işçi sınıfının omurgasını yerleştirmiştir.
***
Ulusal kurtuluşçuluk, anti-sömürgecilik, Asya, Afrika ve Latin Amerika…
19. yüzyıl sonlarından günümüze gelirsek, bu coğrafyaların hepsinde kalkış noktası ya da “taşıyıcı paradigma” ulusal kurtuluş özlemleri, eşitlikçilik arayışları ve bir kez daha ütopyacısı dâhil çeşitli sosyalizm tasavvurları olmuştur. Bunlara her durumda eşlik eden devrimci hareketlerle birlikte…
Bu oluşumlara özel olarak Marksizm’in ve sınıf merkezliliğin ne kadar nüfuz edip kendi “omurgasını çakabildiği” ise değişkenlik göstermektedir ve ayrı bir tartışma konusudur. Ama bir ortak nokta vardır: Örneklerin çoğunda Marksizm, ne önünde bulduğu “devrimciliklerin” peşinden sürüklenmiş ne de onları topyekûn reddedip kendi köşesinde durmuştur: Marksizm’e zaten içsel olan devrimciliği, o koşullarda verili “devrimciliklerle” rezonansa girerek kendi merkezinden yeniden üretmiştir…
***
Ya Türkiye?
“Üçüncü dünya” ülkelerinin büyük çoğunluğuna göre farklıdır.
Gerçi kurtuluşçuluk ve devrimcilik Türkiye’de de hem bir hedef olarak sosyalizmi hem de bir düşünce sistemi olarak Marksizm’i öncelemiştir. Böyledir, ancak, kurtuluşçuluğun (şimdi “özgürlükçülük” diyelim), sosyalizm anlayışlarının ve devrimciliğin kapladığı alana Marksizm’in, sınıf hareketinin ve Marksist çerçevede bir “sosyalist toplum” tasavvurunun “çakılması” açısından Türkiye’deki birikim önemlidir ve hiçbir şekilde küçümsenmemesi gerekir.
Evet, bugün bu ülkede emekten, halktan, bağımsızlıktan vb. yana pek çok insan, özellikle gençler, sorulduğunda kendilerini “Marksist”, hatta “sosyalist-komünist” gibi kimliklerden önce “devrimci” diye tanımlayacaktır. Ancak, böyledir diye bunu ortadan kaldırılması gereken bir musibet gibi görmek başkadır, “işte ne güzel, tam da bizim omurgamızı çakacağımız alan” demek başkadır.
***
Deniz Gezmiş, Yılmaz Güney, Ahmet Kaya ve başkaları…
Bu insanlarımız artık Türkiye’de genişçe bir kesimin “idolü” durumundadır. Ama sorsanız bu isimlerin Marksist ya da sosyalist-komünist kimliklerinden önce devrimcilikleri akla gelecek, en başta böyle tanımlanacaklardır…
Türkiye’de Marksistler-komünistler, bu ülkede kendi dışlarında ama gerçekten devrimci ne varsa bunları hesaplaşılması gereken yabancılar olarak görmemeli, Marksizm’in ve komünizmin kendi devrimciliğinin yansıtılması, “bak, devrimciliğin bir de böylesi var” diye gösterilmesi gereken kesimler saymalıdırlar.
Hani Marx “insani olan hiçbir şey bana yabancı değildir” demiş ya…
Marksistler de çoluk çocuk işi olmayıp gerçekten devrimci ne varsa hiçbirini kendilerine “yabancı” saymamalıdırlar.
Metin Çulhaoğlu
Sol Portal 6 Mayıs 2014
21/11/2024
Bugün512 ziyaret var
Sitede 37 Kişi var
IP:18.117.71.239