Türkçe



PDF indir

 

 



Cumhuriyet neyin nesi?

İzlenme 3946


Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, bir yandan Sovyetler Birliği tarafından "Güney sınırlarının güvenliği için güvence olarak görülürken, diğer yandan Batı tarafından 'Sovyetlerin Akdeniz'e ve Hindistan'a inmesini engelleyen bir barikat olarak görülmüştür.

M. Kemal 1 Aralık 1921'de T.B.M.M.'de "Halkçılık, sosyal düzenini emeğine hukuken dayatmak isteyen sosyal bir doktrindir efendiler. Biz bu hakkımızı mahfuz bulundurmak, istikbâlimizi emin bulundurmak için heyeti umumiyemizce, heyeti milliyemizce bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı heyeti milliyece mücadeleyi caiz gören bir doktrini takip eden insanlarız." diyordu.

Ankara Hükumeti, Anadolu'nun milli bir karakter taşıyan sınıflarının temsilcisidir.

Atatürk; "Kaç milyonerimiz var. Hiç, binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilâkis memleketimizde birçok milyonerin hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız."

Milli Mücadele anti-emperyalist miydi?

Yazar Zülal Kalkandelen İdris Küçükömer'in tezlerini çürütmek için Cumhuriyet Kitapları serisinden çıkan "İkinci Cumhuriyetçiliğin Temelleri" adlı kitabında genel olarak Resmi Tarihin tezlerini iletmek için çeşitli yazarlardan aldığı alıntılarla ortaya koymaya çalışıyor. Ama ne yazık ki kendisi bu konuda gerekli araştırmaları yapmamış. Bu nedenle onu bir araştırmacıymış gibi eleştirmek üzücü oluyor. Bu yazıda kitabın esas konusu olan "Kurtuluş Savaşı'nın anti-emperyalist" olup olmadığını irdelemek istiyorum.

Yazar şöyle başlıyor: "Küçükömer'in iddiasının gerçeği yansıtmadığı ortadadır. Hiç kuşkusuz, Kurtuluş Savaşı anti-emperyalisttir; sanayi devrimini gerçekleştirmiş büyük devletler karşısında verilen onurlu bir mücadeledir. Müdafaa-i Hukuk öğretisinin ilkeleri "emperyalizme karşı mazlum milletlerin kurtuluş savaşı, istiklal-i tam ilkesi, kapitülasyonların kaldırılması, aynı zamanda halife olan sultanın egemenliğine karşı kayıtsız millet egemenliği, emperyalist batıya karşı ulusal birlik, çağdaş uygarlık düzeyine ulaşabilmek için aralıksız devrim ve atılımdır." (Attila İlhan)

Kuvayi Milliye ruhuyla, Yunanlılara ve onların arkasındaki emperyalist güçlere karşı verilen Kurtuluş Savaşı, eşine az rastlanan bir bağımsızlık savaşıdır. Doğan Avcıoğlu, bu konuda yapılan tartışmaları "Milli Kurtuluş Tarihi" adlı kitabının önsözünde aktarmıştır. Tank Zafer Tunaya da, Şevket Süreyya Aydemir gibi Kurtuluş Savaşı'nın anti-emperyalistliğini tartışmamaktadır. Ayrıca, Sevr Antlaşması'nın Anadolu'yu bölüştürme biçimi ve ülkenin İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askerlerince fiilen işgal edilmesi de, Kurtuluş Savaşı'nın çok ötesinde dünyanın ilk karşı emperyalist savaşı olduğunun açık kanıtlandır. (Emre Kongar)

Atatürk, Nutuk'ta "KURTULUŞ" için üç türlü karar ortaya atıldığını; İngiliz himâyesi, Amerikan mandası ya da bölgesel kurtuluş çareleri olarak belirlenen bu kararların hiçbirinde isabet görmediğini, ciddi ve gerçek kararın "milli hâkimiyete dayanan, kayıtsız, şartsız bağımsız yeni bir Türk devleti kurmak" olduğunu belirtiyor. Ve bu kararın mantığını şöyle açıklıyor: "Esas, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu esas, ancak tam istiklâli .... malikiyetle temin olunabilir. Ne kadar zengin ve müreffeh olursa olsun, istiklâlden mahrum bir millet, beşeri mütemeddine muvacehesinde uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye liyâkat edilemez." (NUTUK)

Bu sözler, Atatürk'ün devrimi gerçekleştirirken amacının ne olduğunu ve neye karşı savaş verildiğini açıklıkla ifade ediyor. Atatürk devrimlerinin tarihsel görevi bugün "Üçüncü Dünya" kavramı içinde toplanan az gelişmiş toplumlara tarihin doğrultusunu göstermede, bu bakımdan onlara örnek olmada: Kurtuluş Savaşı ile emperyalizmin tutsağı uluslarda kurtuluşunun umudunu yaratmada aranabilir. (Macit Gökberk)

Şimdi sıra İdris Küçükömer'e geliyor. Onun görüşlerini Milliyet Gazetesi'nde yapılan bir açık oturumda yaptığı konuşmayı özetleyerek aktarmaya çalışacağım. Ve aynı açık oturumda İdris Hoca'nın tezlerine karşı çıkan Şevket Süreyya Aydemir'in görüşlerini de kısaca göstermiş olacağız. İdris Küçükömer:

-Birinci Cumhuriyet'in iç ve dış koşulları vardır: Dış koşullar: Rusya'daki ihtilâl bütünleşmek, rejimi yerine oturtmak zorunluluğu altındaydı. İç savaş Rusya'da sadece Ruslar arasında değil, sayıları milyona varan işgal güçleri karşısında da yapılıyordu. İngilizlerle nispi bir uzlaşma gerekiyordu.

Birinci Dünya Savaşı sonunda görüldü ki, İngiliz, Fransız, İtalyanlar arasında da çelişkiler vardı. Bizim için, bundan da önemlisi, İngiltere'nin kendi içindeki çelişkilerdir.

Homojen değildir hiçbir ülke...

Bir yandan Lloyd George'un desteklediği Yunanlılar, öte yandan ise Lord Curzon ile askeri çevrelerin taraftar olduğu Kemalistler arasında bir savaş verilmiştir.

İngiliz İmparatorluğu'nu savunmak ve geliştirmek için farklı stratejiler söz konusuydu. Bu, onun içindir ki anti emperyalist bir savaş değildir. Savaş Rus-İngiliz ilişkilerinin yumuşaması ve Yunanlıların kısmi yalnızlıktan içinde yapılacaktı.

İç şartlar: Büyük halk kitleleriyle aydın bürokratlar (sivil-asker) arasındaki çelişkiler keskin bir biçim alıyordu.

Şevket Süreyya Aydemir:

-Kurtuluş Savaşı'nda Yunanlılara karşı harbettiğimiz, anti-emperyalist bir savaş yapmadığımız görüşü çok mühim bir iddiadır.

Fakat biz Lozan'da katiyen Yunanlılarla karşılaşmadık. Vakıa, Venizelos orada idi ama Lozan'da biz dünyanın galip devletleriyle karşılaştık; mücadelemizi de bu galip devletlere karşı yaptık. Bu anti-emperyalist harpte, karşımıza metropolleri elinde tutan dünya devletleri vardı. Onların Yunanlılara az ya da çok yardım ettikleri mühim değil. Muhakkak olan şu ki, bizim harbimiz emperyalizme karşıydı, çünkü yarı müstemlekelikten kurtulmak istiyorduk.

Atatürk, bunu İzmir Kongresi açık konuşmasında açıkça söylemiştir.(*)

“Türkiye'de savaşın dış şekillenmesini Rusya'ya da bağlamak mümkündür ama farklı şekilde... 1927'ye kadar ana partinin üyesi olarak Rusya'da bulunduğum zamandan biliyorum; Ruslar bu mücadeleyi dünya ihtilâli için de bir 'peyk hareketi' olarak alırlar. Bu görüş Enternasyonal'in II. Kongresi'nde Lenin'in tezi olarak Stalin tarafından okunmuştur.

Milli Kurtuluş Hareketi'mizin peyk hareketi olmadığı, dünyanın üçüncü fakat daha önceki iki tezadını da halletmeye muktedir bir yeni tezadı olduğu açıklanmıştır. Ancak İngiltere ile Rusya'nın yakınlaşması bize elbette etki yapıyordu; bu yakınlaşma planının adı Guerro idi. Enternasyonel'in içinde yaşamış bir kişi olarak bunu kabul ediyorum.

İdris Küçükömer:

-"Rusya sorununda 'peyk'likten değil, sadece onların koşullarının, Batı koşulları ile Anadolu'da bir Türk devletinin kurulmasına uygun düştüğünden söz edebiliriz. Lozan'da karşımıza Yunanlıların değil, Batılıların çıktığı söylenebilir. Lozan'daki meselelere dikkatle bakacak olursak burada, Anadolu'da Misakı Milli'den biraz fazla, biraz geri bir anlaşma zemininin önceden adeta konvansiyonel olarak varlığını görürüz."

İlk önce emperyalizmin ne olduğunu Lenin'in "Kapitalizmin en yüksek aşaması Emperyalizm" kitabından bir alıntı ile anlatmaya çalışacağım.

"Biz emperyalizmin aşağıdaki şu beş esas niteliğini içerecek bir tarifini vermeliyiz.

1. Üretimin ve sermayenin yoğunlaşması öyle yüksek bir safhaya gelmiştir ki, ekonomik hayatta tayin edici bir rol oynayan, tekelleri yaratmıştır.

2. Banka sermayesi ile sanayi sermayesinin birleşip kaynaşması ve bu mali sermaye temeli üzerinde bir mali oligarşinin yaratılması,

3. Emtia ihracından ayrı olarak sermaye ihracının istisnai bir önem kazanması,

4. Dünyayı aralarında paylaşan uluslararası tekelci kapitalist birliklerinin kurulması ve

5. En büyük kapitalist devletler arasında bütün dünyanın toprak bakımından paylaşılması tamamlanmıştır.

Emperyalizm, kapitalizmin, tekellerin ve mali sermayenin egemenliğinin kurulmuş bulunduğu; sermaye ihtiyacının belirgin önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşılmasının başlamış bulunduğu; dünyanın bütün topraklarının en büyük kapitalist devletler arasında paylaşılmasının tamamlanmış bulunduğu gelişme aşamasıdır." (Lenin)

Hary Magdoff 1970'lerin sonuna doğru yayımlanan bir kitabında Lenin'in teorisi için yayımlanmasından sonra geçen 60 senedeki birçok değişikliğe rağmen, dogmatik bir şekilde uygulanmamak koşuluyla emperyalizmin gelişimini anlamak için en yararlı çerçeve olarak yerini koruyor." diyor.

Son yirmi yıl içinde hızla kapitalistleşen bazı az gelişmiş ülkeleri emperyalizmin değişen stratejisi (örneğin çevre kirliliği yaratan ya da yoğun emek isteyen sanayi dallarını nüfuz bölgelerindeki ülkelere transfer etmek) bağlamında değerlendirmek gerekir. (Taner Timur)

Tüm bunlardan sonra kısa özetlemek gerekirse, emperyalizme karşı olmak, siyasi iktidarın kontrol ve kanalize edemediği yabancı sermayeye karşı olmak demektir. Bu ise ancak sömürülen sınıfların öncülüğü sayesinde mümkündür. Anti-emperyalist mücadele aynı zamanda anti-kapitalist mücadeleyi gerektirir. Kapitalizmi dert etmeyen bir hareketin anti-emperyalist sayılması mümkün değildir, zira kapitalizm emperyalizmdir. (Fikret Başkaya)

Bilindiği gibi sömürgecilik rekabetçi kapitalizm döneminde de vardı ve esas itibariyle siyasi ve askeri bir ilişkidir.

Bir kapitalist ülkenin, burjuva devrimini geçilmemiş başka bir ülkenin siyasi bağımsızlığına kaba kuvvetle son vererek onu kendi ekonomisine bağımlı kılması, yani hammadde kaynağı ve mamul madde pazarı haline getirmesidir.

(NOT: Ancak bu ülkeler işgal altında tutabilmek için gerekli askeri harcamaları yapmak zorundaydılar. Örneğin 19 ve 20 nci yüzyıl başlarında Hindistan'ı elinde tutan İngiltere'nin durumu. Ancak II. Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlığına kavuşabildi Hindistan. Dinler)

Emperyalizm ise kapitalizmin son aşaması olan tekelci kapitalizmdir. Bu aşamada tekelci kapitalizm sömürüsünü banka ve sanayi sermayesinin bileşimi olan finans kapital ile sürdürür, (işgale gerek duymadan. Dinler)

Bu sömürü Uluslararası kapitalizmin (dünya pazarının) konumundan kaynaklanır. Emperyalizm elbette ihraç ettiği sermayenin getirişini sağlamak için siyasi (sömürgeci) tavizler koparmaya çalışır ve çoğu kez buna muvaffak olur. Ancak belli koşullarda bir takım hukuki garantilerle yetinerek sömürüsünü sürdürebilir. Bu sömürüyü de, ideolojik planda, yabancı sermayenin 'kalkınma' açısından yararlarını 'ispat eden' burjuva iktisadı ile meşru göstermeye çalışır.

Emperyalizm, sözde bağımsızlıklarına kavuşan ülkeleri sermaye ihracı ile sömürebilmeleri ancak kapitalist ilişkiler için gerekli üst yapının kurulması ve ilişki kurduğu ülkelerde işbirlikçi bir burjuvazinin yaratılmasıdır. Yabancı sermaye kendi ülkesinde yaratamadığı aşırı kârları işbirlikçi burjuvazi ile paylaşır ya da doğrudan doğruya memleketine aktarır.

İşte Türkiye'de yapılan inkılâpların kaynağı bu üst kurulması ile ilgilidir. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlıklarını 'kazanan' bazı gelişmemiş Afrika ülkelerinin anayasaları İngiliz Sömürgeler Başkanlığında hazırlanmıştı .(Fikret Başkaya)

Bunun tipik bir örneğini Emre Kongar bir sempozyumda şöyle dile getirmiştir.

"Atatürk İhtilâli hem emperyalizm karşıtıdır, hem de Batıcıdır."

Doğan Avcıoğlu'nun ise ısrarla Kemalist hareketin anti-emperyalistliğini dile getirmek için, Kurtuluş Savaşı'yla ilgili olarak şu cümleyi kullanması son derece ilginçtir: "Emperyalistlere karşı çıkmadan anti-emperyalist bir savaş."

Genellikle Sayın Yazar Zülal Kalkandelen'in kitabında örnek verdiği teorisyenlerin Kurtuluş Savaşı hakkında anti-emperyalistlik iddiaları genelde milliyetçi bir düzleme oturmaktadır.

'Bağımsızlık', 'milli devlet' ve 'milli kültür' vb. Değerlerin oluşturulması konusundaki başarılarla ilgilenen bu yaklaşımda, iktisadi ve kültürel sömürü ikincil bir konu olarak gündeme gelirken, asıl sorun işgal altında olup olmamaktır...(Bilmez Bülent Can)

Artık sorunu özetleyip detaylara girme zamanı geldi.

Doğrudan sömürgeleştirme, topraklara katma, yarı bağımsız statü verme gibi farklı yollarla ilerleyen imparatorluk stratejileri açısından baktığımızda Türkiye'de ulus-devletin kurulma sürecinin sömürgeleşmeden bir kopuş olduğunu söylemek mümkün. Ancak kapitalizmin gelişimine paralel olarak ilerleyen, sömürgecilik dönemindeki gibi doğrudan değil, dolaylı siyasi, iktisadi ve kültürel hâkimiyet biçimleri üzerinden ilerleyen emperyalizm açısından düşünüldüğünde ulus-devletin kurulmasının başka bir anlamı var; anti-emperyalist olmaktan ziyade kapitalist sistemin uzun vadeli ve daha bütünlüklü bir entegrasyonun parçasından söz ediyoruz. Bağımsız devlet olmanın kendisi emperyalist devletlerle ilişkinin biçimini değiştirebilir. Ancak ilişkinin kendisini değiştirmiyor. Sermayenin en önemli özelliği sürekli yeni yatırım alanlarına açılma ihtiyacı ve büyüme gereğidir. Emperyalizm, sanayi, ticaret ve finans alanında sermayenin güç kazanarak farklı toplumsal formasyonlardaki çelişkileri, kendi yayılması ve ihtiyaçları doğrultusunda kullanması anlamına gelir. Emperyalist olma çabasındaki ülkelerde kendi iç çelişkileri güçler dengesinin sürekli değişebilir olması, emperyalizmin bir homojenlik kazanmasını engeller.

Süreci tek taraflı da görmemek gerekir; farklı ulus-devletlerdeki sermayeler emperyalist ülkelerin sermaye grupları ve iktidar grupları ile ittifak yaparak büyümeyi isteyeceklerdir.

Türkiye'deki iktisadi gelişme, bir yandan sıfırdan ulusal burjuvazi yaratmaya yönelik, diğer yandan yabancı sermayeyle işbirliği olanaklarım acenteleri, doğrudan yatırımları kullanmaya yönelik ikili bir süreçtir. Bu ikisi birbirini dışlamak yerine beslemiştir.

1930 dünya bunalımıyla birlikte sadece Türkiye'de değil bütün dünyada bir süreliğine yaşanan daha korumacı ve ithâl ikameci politikaların da emperyalizme karşı olduğunu söylemek anlamlı olmayacaktır. Liberal ve korumacı politikalar farklı sermaye birikim süreçlerinde uygulanan iktisadi politikalardır.

30'lu yılların devletleştirilmesi bugünün özelleştirmesine benzer bir sermaye aktarımı olmuştur. Çünkü o yıllarda zarar eden 'özel işletmeler' değerlerinin kat be kat üzerinde devlet tarafından satın alınmıştır. Böylesine devletleştirilen işletmelerde yabancı sermaye oranı dikkat çekici ölçüde fazladır ve kuşkusuz 29 Ekonomik Bunalımı'nı bu sermaye grupları daha rahat atlatmıştır.

Şimdi Fikret Başkaya'nın "Milli Mücadele ve Anti-emperyalizm Söylemi" yazısından bir bölümü aktarmakta yarar var:

"Ateşkes sonrası dönemde olup bitenlerin ne anlama geldiğiyle ilgili resmi tarih emperyalistler arası savaş sonrası diplomatik süreci çarpıtarak garip bir versiyon üretme yoluna gidiyor. Emperyalistler arası çıkar çatışması ve nüfuz yarışı, savaş sonrası diplomatik dönemin uzamasına neden oldu. Mondros Mütarekesi'nden Lozan'a (24 Temmuz 1923) kadarki dönem savaşın galibi İtilâf devletleri arasında diplomatik mücadele dönemiydi. Bu sefer de galipler birbirine düşmüşlerdi... Fransızlarla İngilizler arasında Filistin, Suriye, Lübnan gibi bir dizi anlaşmazlık konusu vardı. Çıkarları 'uyumlandırmak' zaman alıyordu. İngilizler İtalyanların önünü kesmek için Yunan ordusunun İzmir'e çıkmasını teşvik etti. Fakat Yunan ordusunun İzmir'e çıkması, Batı Anadolu'da ilerlemesi ve durdurulması ve daha sonra geri çekilmesinde İngilizler hep belirleyici oldu. Bu bakımdan Yunanlılarla savaş abartıldığından çok daha az önemliydi. İşte 'Milli Mücadele'nin anti-emperyalistliği bu savaşa dayandırılıyor. Yunanlılarla savaş ve Batı Anadolu'nun Yunan işgalinden kurtu­luşu, Milli Mücadele'yi anti-emperyalist bir hareket yapar mıydı? Söz konusu olan ne kavramın bilinen anlamında bir 'Kurtuluş Savaşı', ne de anti-emperyalist bir savaştı, besbelli 'Milli Mücadeleydi', velhasıl devletin kendini koruma mücadelesi... İtilâf devletleri Milli Mücadele hareketiyle uzlaşmak için başlıca üç koşul ileri sürüyorlardı.

1. Anadolu'da Bolşevikliğe izin vermemek, sol muhalefeti, reel ve potansiyel anti-kapitalist, anti-emperyalist odakları tasfiye etmek. (**)

2. İslamcılık yapmamak, zira İstanbul'daki Halife Sultan, tüm İslâm âleminin halifesiydi ve İngiliz ve Fransız sömürgelerinde geniş bir Müslüman halk yaşıyordu.

3. Emperyalist güçlerin ekonomik çıkarlarına zarar vermemek.

Milli Hareketi yönetenler bu üç konuda Hiçbir sorun çıkarmamaktan yanaydılar ve çıkarmadılar. İşte Lozan Antlaşması böyle bir mutabakatın sonucunda imzalandı. Osmanlı yönetici eliti olan Jön Türkler (İttihatçılar) için vazgeçilmez olan yegâne şey "kutsal devletleriydi" ve devlet korunduğu sürece hiçbir şeyi sorun etmezlerdi ve etmediler. Öyleyse soruyu tekrar sormak gerekir: Anti-emperyalist unsurları tasfiye eden, saltanatı tasfiye ederek (aslında saltanatı tasfiye etmek Hilafet ve Saltanat birbirinden asla ayrılmaz bir bütündür [Vatikan'ın hem devletin hem de dinin merkezi olması gibi]) onu ideolojik bir merkez olmaktan çıkaran, böylece İngiliz ve Fransız emperyalistlerine imparatorluktan koparılan Müslüman-Arap Orta-Doğu'sunda kolayca devletçikler oluşturma ve yönetme olanağı sağlayarak işini kolaylaştıran, Osmanlı borçlarını ödemeyi taahhüt eden, yabancı sermayeyi millileştirmek gibi bir niyet taşımayan, vb. hareket nasıl olup da "dünyanın ilk anti-emperyalist Kurtuluş Savaşı" sayılıyor. Böyle bir hareketin anti-emperyalistliği bir yana, yeni bir şey kurması, 'yeni Bir şey' yapması dahi asla mümkün değildir. Eğer yeni bir devlet kurulmuş olsaydı, Osmanlı borçları otuz yıl süreyle devam edebilir miydi? Aslında genel bir tarihsel perspektiften bakıldığında anti-emperyalist bir 'Kurtuluş Savaşı' sayılıp, yere göğe sığdırılmayan Milli Mücadele Hareketi sonucu ortaya çıkan durum, emperyalizmle yeni tip bir 'uyumun' sağlanmasıydı. Yegâne değişiklik devletin adının Cumhuriyet olarak değiştirilmesiydi ama orada da Cumhur'un (halkın) esamesi okunmuyordu, aslında bugün dahi okunuyor değildir.

Böylece artık somut olaylara geçmek zamanı geldi. Artık sırayla konuları tek tek incelemek gerekiyor.

Korkut Boratav "Türkiye'de Devletçilik" adlı eserinde şunları yazıyor:

"Daha 1920 yılı içerisinde iken, yeni kurulmuş olan B.M.M.'nin ikinci başkanı ve adliye vekili olan Celalettin Arifin siyasi nüfuzunu İtalyan sermayesi lehine kullandığını görürüz. Celalettin Arif, Ereğli kömür havzasında bir maden arama işletme imtiyazına sahiptir ve 1919 yılında İtalya'ya giderek Terni şirketine bu imtiyazı % 10 hisse karşılığında devreder. 1920 yılında henüz savaş halinde bulunduğumuz İtalyanlara ait 25 kişilik bir grup, maden imtiyazını işletmek üzere Ereğli'ye gelir ve o tarihlerde Meclis ikinci başkanı ve adliye vekili Celalettin Arif, iktisat vekiline, İtalyanlara gereken kolaylığı göstermesi dileğiyle bir telgraf çeker..."

Korkut Boratav şöyle devam ediyor:

"Burada önemli olan husus, Milli Mücadele'nin henüz başında iken, Türkiye ile açıkça muhasım olan bir ülkeye ait şirketlerle pervasızca işbirliğine ve ortaklığa girişmiş bir şahsın en yüksek siyasi mevkilerden bazılarını işgal etmekte bulunmasıdır."

Başka bir yazar, Yahya Tezel bu konuda şöyle yazıyor:

"Celalettin Arif Bey 14 Ağustos 1920 tarihinde 841-1885 sayılı vekaletname ile Terni şirketinin ajanları olan Orlandude ve Biyenlaotto'ya imtiyazdaki hakları kullanma yetkisini devretmiştir. Şirkette Celalettin Arif Bey'in payı sadece % 10'dur. Bu olay daha sonra 1921 yılının Şubatında sözüm ona "anti-emperyalist" meclise geldiğinde, Mustafa Kemal'in desteğiyle Celaleddin Arif Bey aklanmıştır."

Meclis'in bir bütün olarak tepkisi ise Celaleddin Arif Bey'in korunması şeklinde olmuştur.

İkinci bir konu Ankara Antlaşması. Milli Mücadele'nin orta yerinde çok önemli bir anlaşma imzalanıyor.

Fransa'nın ve "her şeye rağmen, savaştan usanmış" olan Fransız kamuoyunun, genelde Türk milliyetçi hareketi ve Türk-Yunan savaşı karşısındaki tutumu savaş başladıktan biraz sonra tamamen hareket lehine değişti. (Akyüz) Fransa bu eğilimini daha sonra, 1921 sonbaharında bir anlaşmayla da perçinleyerek Ankara hükumetinden yana tavrını açıkça ortaya koyacaktır.

"Bu arada Clemenceau hükumeti düştü ve yerini Orta-doğu politikası bir önceki hükumetin tam tersi olan bir grup aldı. Bu politikanın ana özelliği Fransa'nın Türkiye'deki çıkarlarını korumaktı ve bu, Türkiye'nin yöneticileriyle -Mustafa Kemal ve milliyetçiler- anlaşmak ve Fransa'nın geleneksel Suriye politikasının, ülkenin sıkı ve doğrudan kontrolüne dayanan politikanın yeniden tesisi anlamına geliyordu." (Evans)

Başka bir yazar ise bu konuda şöyle yazıyor: "Fransa'nın içindeki koşullar -mali sıkıntı insan gücü eksikliği, savaş yorgunluğu- Fransa'yı Türk milliyetçileriyle anlaşma yapmaya ve Türkler aracılığıyla bölgedeki İngiliz politikasını geri püskürtmeye zorluyordu. Bu yüzden, eski bir bakan olan M. Franklin Bouillon, Ankara'ya görünüşte özel amaçlı bir ziyaret yaptı.

Ankara Anlaşması

Yusuf Kemal Tengirşenk, anılarında Ankara Antlaşması ile ilgili olarak, Ankara Hükumetinin Sovyetler ile anlaştıktan sonra, Avrupa'ya Fransa kanalıyla bir 'pencere açmaya' olan şiddetli ihtiyacın tatmin etmek için olduğunu açıklıyor. Yine aynı nedenle, sınır ve diğer sorunlarda Franklin Bouillon'a Türkiye'nin isteklerini; "Kabul ettirmeye muvaffak olamadık, onun menfi cevaplarını biz zaruri kabule mecbur olduk." diye izah etmeye çalışıyor. (Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu S.M.G.)

Yunanlıların Sakarya'dan geri çekilmelerinden 37 gün sonra 20 Ekim 1921 günü Franklin-Bouillon, Ankara Hükumeti ile bir anlaşma imzalıyor. (Uluslararası İlişkiler Tarihi s. 226)

Bu anlaşma onaylanmak üzere TBMM'ne getirilmiyor. Ankara Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal Bey'in anlaşma maddelerini Meclis'te okuyup bilgi vermesiyle yetiniliyor. (Türk-İngiliz İlişkileri Ö. Kürkçüoğlu)

Anlaşmada;

a) İki ülke arasında savaş haline son verilmesi,

b) Fransız birliklerinin işgal altında tuttukları Adana bölgesinden çekilmesi,

c) TBMM Hükumetinin, Pozantı ve Nusaybin arasındaki Bağdat demiryolu parçası ve bu hattın Adana bağlantısının imtiyazını (özellikle işletme ve ulaştırma haklarını) Fransız Hükumetinin belirteceği bir
Fransız grubuna bırakmayı kabul etmesi, gibi temel hükümler yer alıyor.

Onüç maddeden ibaret olan Ankara anlaşmasının tamamlayıcısı sayılması gereken, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk) Bey ile Franklin-Bouillon arasındaki teati edilen mektuplarda (Ki Yusuf Kemal Bey 6, Franklin Bouillon 5 mektup veriyor) imtiyazlar değişik deyimlerle daha önce kabul edilenler (Bekir Sami Bey-Briand anlaşmasında) aşağı yukarı aynen kabul ve teyit ediliyor.

Dışişleri Bakam Ankara Anlaşmasını 1 Kasım 1921 günü Meclis'te bilgi kabilinden okurken, mektuplara çok sathi değiniyor. (Anadolu İhtilâli S. Selek)

Şimdi mektuplara sıra geliyor: Yusuf Kemal Bey'in Franklin Bouillon'a birinci mektubu:

"BMM Hükumeti, iki millet arasında maddi menfaatlerin gelişmesini de takibe bahiskâr olduğu cihetle;

Harşıt vadisinde bulunan demir, krom ve gümüş madenleri imtiyazını 99 yıl süre ile % 50'ye kadar Türk sermayesi ile Türk kanunlarına göre kurulmuş

bir şirket tarafından işbu anlaşmanın imzalanmasından başlayarak 5 sene içinde tamamlamak şartıyla bir Fransız grubuna vermeyi kabul ediyor. Bundan başka Türk Hükumeti Fransız grupları tarafından madenler, demiryolları, limanlar ve nehirlere ait diğer imtiyazlar taleplerini işbu talepler Türkiye ve Fransa'nın karşılıklı menfaatlerine uygun olmak şartıyla en büyük bir hayırhali ile tetkik etmeye hazırdır.

"Diğer taraftan Türkiye, sanat okullarında Fransız öğretmenlerinden faydalanmayı arzu eder. Bu hususta ihtiyacın derecesi Fransa Hükümetine ileride bildirilecektir. Elhasıl Türkiye anlaşmanın imzalanmasından başlayarak Fransa Hükümetinin Fransız sermayedarlarının TBMM Hükümeti ile iktisadi ve mali ilişkilere girmelerine müsaade edeceğini ümit eder." (Anadolu İhtilali S. Selek)

Yusuf Kemal Bey'in Franklin Bouillon'a ikinci mektubu:

"Hükümetimin Türk jandarma okullarında Fransız öğretmenlerinden faydalanmak arzusunda bulunduğunu zati âlilerine iş'ar ile kesbi fahreylerim."

Yusuf Kemal Bey'in üçüncü mektubu;

"İki hükümet arasında bugün imzalanan anlaşmayı tamamlamak üzere, Fransız eğitim ve sağlık kurumları ile hayır kurumlarının hiçbir halde Türkiye'nin menfaatlerine ve Türk kanunlarına aykırı propaganda veya bir fiile girişmeyecekleri kararlaştırılmış olmak şartıyla Türkiye'de mevcut olmakta devam edeceklerine zati asilanelerine beyan etmekle kesbi fahreylerim." (Anadolu İhtilali S. Selek)

Franklin Bouillon'dan Yusuf Kemal Bey'e;

"Londra'da 1921 Mart ayında yapılan görüşmeler sırasında delegelerimiz Fransız Cumhuriyeti delegelerine, bir Fransız grubuna Ergani madenleri imtiyazını vaadetmiş olduklarını, zati âlilerinize bildirmekle kesbi şeref eylemiştim. Zati âlileri bu imtiyazın daha önce bu Türk grubuna verilmiş olduğunu beyan buyurdunuz. Bunun üzerine zati âlinizden, Fransız ilgililerinin de adil bir nispet dahilinde bu işe katılmaları için anılan grup nezdinde bütün gayretimizi sarf eyleminizi rica eylemiştim.

Aynı zamanda Vendeuse de Sesseps adındaki bir Fransız şirketinin Kilikya'da bir pamuk arazisi imtiyazı aldığını ve bu şirkete imtiyazını almış bulunduğu arazinin tesliminde en büyük güçlüklerin çıkarılmış olduğunu zati âlilerine arz eylemiş idim. Zati âlileri bu işin çabuk incelenmesi için mümkün olduğu kadar sarfı mesai eylemeyi temin buyurdunuz. Bu husustaki beyanatınızı senet ithaz ederek üstün saygılarımın kabulünü rica ederim efendim."

Yusuf Kemal Bey'in Franklin Bouillon'a cevabı:

"Bir Fransız grubunun Ergani madenine ve harpten önce Adana vilayetinde verilmiş olduğu söylenilen bir zirai imtiyaza dair talebi hakkında irsal buyrulan 20 Ekim 1921 tarihli mektuba cevaben bu iki meseleyi gecikmeden tetkik ettireceğimi beyan eder, kesbi şeref eylerim." (Anadolu İhtilali cilt II. s.359-360 S. Selek)

Ankara Anlaşması nedeniyle İngiltere ve Fransa arasındaki çekişme büsbütün su yüzüne çıkarken, Fransa anlaşmadan ve Orta-Doğu'da giriştiği maceraya son vermekten, Anadolu'da elde ettiği imtiyazlardan son derece memnun kalıyor. Anadolu Harekâtının başarıya ulaşması kendi menfaatlerine çok daha uygun düştüğü için Anadolu'da bir Türk devletinin kurulmasını samimiyetle istiyor. Anlaşmanın ruhuna uygun olarak, Fransa Klikya'dan kuvvetlerini çekerken Ankara Hükümetine birçok silah, cephane ve malzeme bırakıyor.

Uzun görüşmeler ve sınırın belirlenmesi konusunda yoğun pazarlıklar sonucu imzalanan bu anlaşmanın, daha imzalanmadan önce BMM'deki gizli oturumlarda karşılaştığı eleştirileri, Mustafa Kemal bizzat cevaplayarak, bu anlaşmanın Türkiye için önemini anlatmaya çalışıyordu. (Borak)

ABD Temsilcisi Gillespie, Ankara'dayken ekonomik durumla ilgili olarak Bayındırlık Bakanı Rauf Bey'e sorular veriyor. Bunların yanıtlarını düzenlemek için Bakanlar Kurulu bile toplanıyor. O zaman Ankara Hükumetinin görüşlerini açıklaması bakımından bu yanıtlar ilginç.

Sorular ve yanıtların bir bölümünü aşağıda aktarıyoruz:*

Soru: Hükümetin Amerikan sermayesi ve iş adamları konusunda tutumu nedir?

Yanıt: BMM Hükümeti iş adamlarına karşı iyi niyet beslemektedir. Hükümet, Amerikan sermayesinin bu ülkenin doğal kaynaklarını geliştirip ekonomik yaşamını kalkındırmasını içtenlikle görmek istemektedir.

Soru: Milliyetçi Hükümet tarafından Ermenistan'a, Gürcistan'a, Azerbeycan'a, Bolşevik Rusya'ya, Fransa'ya ya da başka bir ülkeye ne gibi iktisadi ve ticari ayrıcalıklar tanınmıştır?

Yanıt: Rusya, Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan ve Ukrayna ile dostluk anlaşmaları yapılırken, ekonomik ve ticari sözleşmeler üzerinde de durulmuş, ancak bunlar daha sonuca ulaşmamıştır. Dolayısıyla bu ülkelerden hiçbirine tek taraflı ya da çok taraflı nitelikte özel iktisadi ve ticari ayrıcalıklar verilmiş değildir. Fransa Hükümetiyle de durum aynıdır.

Soru: Hükümet tarafından şimdi ne gibi yatırım ve yapım projeleri üzerinde durulmaktadır? Bunlardan hangileri Amerikan sermayesinin incelemesine açıktır?

Yanıt: Hükümet tarafından incelenmekte olan projeler şunlardır: Mersin Limanı, Adana Ovasının sulama projesi, Zonguldak ve Bayburt'un elektrik projeleri. Bu projeler hemen incelenecektir: Bütün Karadeniz Limanları, bu limanları iç bölgelere bağlayacak demiryolları, bu bölgelerdeki madenler, Ankara-Sivas ve Trabzon-Rize demiryolları, Harput-Ergani-Mardin- Diyarbekir demiryolları.

Bu sayılan işlerin incelenmesi Amerikan sermayedarlarına açıktır.

Soru: Hükümetin Chester projesine ya da benzeri projelere karşı tutumu nedir?

Yanıt: Hükümet kendine getirilen her projeyi incelemeye hazırdır. Bu gibi konularda genel ve başlıca kural olarak şu formülü benimsemiştir. Bu projelerin hiç biri Türkiye'nin ekonomik ve siyasal bağımsızlığına zarar getirmemelidir. Özel koşullar ise somut bir öneri getirildiğinde hükümetçe belirtilecektir.

Soru: Amerikan sermayesinin Türkiye'ye yatırım için Hükümet ne gibi temel noktalar benimsiyor? Yeni Tekelci imtiyazlardan yana mıdır? Kiralama mı, yoksa Royalty yasasına mı bağlı kalmak istiyor? Transfer esası mı, yoksa Türk ve Amerikan sermayesinin bir şirketle birleşmesi esasını mı istiyor?

Yanıt: Hükümet, Türk ve yabancı sermayesinin birlikte tekelci biçimde çalışmasından yanadır. Bununla beraber bu genel tercih, soruda yansıtılan öbür sermaye yatırım biçimlerini, önlemlerine ve genişlemelerine göre uygulamasını engellemeyecektir.

Soru: İç borçlarınız ne kadardır?

Yanıt: Konsolide iç borçların miktarı nedeniyle 16 milyon Türk lirasıdır. Başka iç borç yoktur.

Soru: Dış borçların miktarı ne kadardır? Başka bir devlet tarafından Türkiye'ye verilen borçlar ne kadardır?

Yanıt: Dış borçların miktarını şimdi söylemek olanak dışıdır. Osmanlı borçları içinden bu günkü Türkiye'nin payı, bir genel barış anlaşmasından sonra belirlenecektir.

Soru: Ülkenin altın rezervi ne kadardır? Hükümetin mali durumu ile ilgili bir açıklamayı mutlulukla karşılarım.

Yanıt: Darphane'de basılan altınların miktarı ile ilgili kayıtlar BMM Hükümeti'nin elinde olduğu gibi, halkın altınını tedavülden çekmesine yol açmıştır. Dolayısıyla tam altın rezervini bilmek olanak dışıdır.

Soru: Ulusal ya da devlet bankaları kurmak hükümetçe düşünülüyor mu?

Yanıt: Hükümet tarafından ulusal bankalar kurulacaktır. (Amerikan Gizli Belgeleriyle Türkiye'nin Kurtuluş Yılları s.142-143, 167-147)

Başka bir konu; Chester Projesi.

Milli Mücadele döneminde emperyalizmle ilişki kurmak için sabırsızlanan üst düzey siyaset erbabının marifetleri saymakla bitmez.

Bunlardan en çok bilineni ünlü Chester imtiyazıdır. Bu imtiyaz tarihi 8 Nisan 1923'tür ve henüz Lozan Antlaşması'nın imzalanmasına aylar vardır... Söz konusu imtiyaz anlaşmasına göre (Fikret Başkaya): "Chester grubu, Ankara'dan Kerkük'e ayrıca Samsun ve Doğu Beyazıt'a kadar uzanan 4400 km. uzunluğunda demiryolu ve üç liman yapımını üstleniyor. Buna karşılık inşa edilecek demiryolu hatlarının çevresinde kırk kilometrelik şeritler içerisindeki bütün maden ve petrol kaynaklarının işletilmesi imtiyazına doksan dokuz yıl için sahip oluyordu. Demiryolu ve limanların işletilme hakkı da aynı süreç için Amerikalılara bırakılıyordu. İmtiyazlı Şirkete Türk özel sermayesinin de azami %50 oranında ortak olması öngörülmüştü. Şirket oldukça sınırlı tutulan bir vergi yükümlülüğünü de üstleniyordu. (Korkut Boratav)

Bu proje Lozan ve sınıfsal tercihin açıkça ortaya konduğu İktisat Kongresi günlerinde Meclis'te kabul edilmiştir. Bu projenin onanması sürecinde ABD başkanından mektup -ya da haber- gelmiş ve hatta ABD Dışişleri Bakanı Türkiye'ye gelerek proje ile bizzat ilgilenmiştir. (Tolga Ersoy) Ama daha sonra Amerikalılar gerekli parayı bulamadıkları için bu projeden vazgeçmişlerdir.

"Chester projesinin gerçekleşmemesinin yarattığı hayal kırıklığına karşın, hükümet özel yabancı sermayeyi Türkiye'de yatırım yapmaya özendirici tavrını ve uygulamasını sürdürdü. 1923 yılında İstanbul'daki tramvay, telefon, su, elektrik şirketleri ve Aydın Demiryolu şirketi gibi yabancı şirketlerle, bunların Osmanlı Hükümeti'nden almış olduğu imtiyazları onaylayan yeni sözleşmeler imzalandı. 1924 yılında, yabancıların Türkiye'de belediye sınırları içinde taşınmaz mal edinmelerini sınırlayan yasal engeller kaldırıldı. 1925'te Osmanlı Bankası'nın imtiyazı, bankanın hükümete açtığı kredi karşılığında uzatıldı. Aynı yıl içinde Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalan devlet sanayi işletmelerinin özel anonim şirketlere satılması için çıkartılan kanunda, yabancıların şirketlerde %49 oranında pay sahibi olmasına olanak tanındı. Öte yanda 1927 Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun getirdiği olanaklardan yabancı sermaye şirketleri de yararlandırıldı.

"Bazı iyi araştırılmamış sanılarla yazılıp söylenenlerin aksine, 1920'ler Türkiye'si, Türkiye için önemli bir yabancı sermaye akımına tanık oldu ."(Yahya Tezel) Bu dönemde ülkeye akışı süren yabancı sermayenin, 'Türklerin ortaklığında anonim şirketleri kurma' yolunu seçtiği görülmektedir. (Okçun)

Bu, hem Kemalist 'Milli İktisat' politikasına uygun olması açısından, hem de genelde "ulus-devletleşme" döneminin iktisadi sömürü yöntemlerini anlamamız için altı çizilmesi gereken bir olgudur.

Bankacılık sektörüne gelince "1923-1930 yılları arasında yabancılar tarafından Türkiye'de banka kurulmamıştır. (Okçun) Ama, daha önceki dönemlerde kurulmuş olan yabancı bankalar Türkiye'deki faaliyetlerini büyük oranda sürdürmüşlerdir (Y. Tezel).

Yahya Tezel'den başka bir alıntı, Kemalist kadronun milliyetçiliği konusunda bize önemli ipuçları veriyor:

"Kemalist kadronun milliyetçiliği, Türkiye'nin dış ticaretinde önemli denetleme gücü olan yabancı kapitalistlerin Türkiye'deki birincil araçları olan yerli gayri-Müslimlerin yerini, bu aracılık rolünü üstlenmek üzere Müslüman-Türk tüccarların almasının ötesine geçmiyordu. Türkiye'nin dış ticaretinde yabancı kapitalistlerin denetimlerinin azaltılması gibi bir iktisadi politika hedefi söz konusu değildi. Milli Ticaret burjuvazisinin milliliği, bu sınıfı oluşturan tüccarların dinlerinin Müslüman, ana dillerinin Türkçe olmasından başka bir anlam taşımıyordu.

İzmir İktisat Kongresi'ndeki en örgütlü ve en güçlü katılımcı "Milli Türk Ticaret Birliği" "İstanbul tüccarı tarafından Lavanter ile Rum ve Ermenilerin ellerindeki ticari mevkileri, milliyetçilikten yararlanarak ele geçirmek ve yabancı sermaye ile ortaklıklar kurmak" amacıyla Kurtuluş Savaşı kazanılır kazanılmaz örgütlenmiştir. (Doğan Avcıoğlu)

Nitekim "Milli Mücadele sonunda İstanbul'daki Türk sermaye çevrelerinin, Batı ile mevcut iktisadi ilişkileri kökten değiştirmek değil, sadece bu ilişkileri gayri Müslim burjuvazinin yerine bizzat yürütmek; azınlıkların yerine geçmek çabaları" (K. Boratav) Milli Ticaret Birliği aracılığıyla İzmir İktisat Kongresi'nde de sürdürülmüş ve Kongre'de 'Milli Ticaret Birliği'nin yabancı sermaye ile ilgili esasları benimsenmiştir. Sonraki yıllarda da "yeni rejimin liderleri, esas olarak bu tavra uyan politikalar izlemişlerdir." Nitekim daha sonraki dönemde iktisadi yaşamda da önemli rol oynayan Türk-Müslüman işadamları ve firmalar arasında, "birliğin aracılığıyla, ya da.... (bu) havadan yararlanmak suretiyle mümessillik almış olanlar az değildir."

(Birliğin kurucularından ve önde gelenlerinden olup, sonraki yıllarda Atatürk'e çok yakın olmasıyla tanınan Ahmet Hamdi Başar. Barış Dünyası.)

Bu arada 19 Eylül 1922'de kurulan ve kurucuları arasında 54 milletvekili, 37 tüccar ve bazı yüksek rütbeli memur ve askerler bulunun "Türkiye Milli İthalat ve İhracat Anonim Şirketi", 15 Haziran 1923'te, Lozan'daki ikinci dönem görüşmelerinin sürdüğü sırada "Corporation for the Economic Development of Turkey" adlı bir İngiliz şirketi ile bir imtiyaz anlaşması imzalayarak bu işbirliği tavrının en ilginç örneklerinden birini vermiştir. (İlkin)

Bu örnek de gösteriyor ki gerek İstanbul ticaret burjuvazisi, gerekse Kurtuluş Savaşı'na öncülük yapan asker ve sivil aydınlarda emperyalizmle uzlaşma eğilimleri açıktır. (Timur) Çünkü savaşın hemen ardından kurulan ve içinde çok sayıda milletvekilinin bulunduğu bu şirketin kurucuları "hükümet çevrelerinin koruması ve desteğine" sahiptir.

Bu anlaşmanın hayata geçirilmemesi ise tamamen anlaşma imzalayan İngiliz şirketinin başarısızlığıyla ilgilidir. "İngiliz şirketinin işlememesi nedeniyle başarılı olamayan ortaklığın amacı, Türk girişimcilerin sahip olduğu siyasal korumaya dayanarak Türkiye'nin dış ticareti üzerinde tekelci bir denetim kurmaktı." (Tezel)

En kısa ifadesi ile Lozan Antlaşması sömürge durumuna düşmüş Osmanlı Devleti'nin tasfiyesi ve (en az farkla) Misak-ı Milli hudutları içinde bağımsız bir Türk devletinin kuruluşudur. Bununla beraber, Batılılar iktisadi alanda Lozan'da bile bazı ödünler koparmayı başarmışlardır. Bu ödünler asıl sulh anlaşmasına ek olarak imzalanan bir ticaret konvansiyonu ile ikâmet ve kaza salâhiyet konvansiyonunda yer almaktadır. Ticaret konvansiyonuna göre gümrük tarifelerimiz 1916 tarifeleri üzerinden donduruluyordu. Anlaşma 5 yıllıktır ve yenilenmemiştir. İkâmet ve kaza salahiyeti ile ilgili anlaşma ise Türkiye'deki bütün yabancı şirketlerin bütün haklarını garantiliyordu. Bu anlaşma da yedi senelikti ve yenilenmemiştir. (Timur)

Lozan Antlaşması'nda emperyalizme verilen iktisadi tavizler Chester tipi teşebbüsler ve (....) yabancı sermaye-yerli sermaye-siyasetçi ortaklıkları, aslında ortaya öyle bir tablo koymaktadır ki, bu tablodan siyasi iktidarın emperyalizme ve onun yerli ortaklarına kesinlikle teslim olduğu sonucunu çıkartmak pek de güç olmayacaktır." (K. Boratav)

"Yani 24 Temmuz'da imzalanan Lozan Antlaşmasının işlevi de, daha çok bu yeni sömürgeci koşulların onaylanmasından ibarettir." (K .Boratav)

Daha başından itibaren yabancı sermaye konusundaki ılımlı tavrım her ortamda gösteren Mustafa Kemal, zaferden sonra 1 Mart 1923'de T.B.M.M.'de yaptığı konuşmada da bunu ortaya koymaktaydı: "Demiryolları ve limanlar ve mümessilleri gibi pek muhtaç olduğumuz tesisat-ı esimenin yeniden inşa ve işletmelerindeki siyasetimiz, kevenin-i hazıra ve müstakbelimize tabi olmak ve bu balada kabul ettiğimiz milli prensiplere tetabuk etmek şartıyla müracaat edecek ecnebi sermayelerini memnuniyetle kabul etmektedir." (Öztürk)

Yine bir hükümet yetkilisinin 1923 sonbaharında Meclis'te yaptığı konuşmada, sömürgecilik koşullarına karşı çıkıp, yabancı sermayeyi teşvik etme tavrına iyi bir örnek oluşturuyordu: "Maliye vekili Hasan Fehmi Bey, büyük zaferden üç ay sonra, memleketin mali durumunu öğrenmek isteyen mebuslara, Meclis'te verdiği izahat sırasında şunları diyordu: (...) Ecnebi sermayesine karşı ise, Türkiye'nin hiçbir bugzu adaveti yoktur ve onun memlekete girmesi için her türlü kolaylığı, bütün milletlere olduğu gibi göstermeğe hazırdır. Ancak yirminci asrın ortasında kendimizi hiçbir devletten geri görmediğimiz gibi, hiçbir milletten aşağı şartlar kabul ederek, Türkiye'yi esirler ülkesi haline sokmayız. Bu tarzda muamele etmeğe muvafık gören ecnebilerin sermayesine kapımız da memleketimiz de açıktır. (Yakın Tarihimiz)

1923 yılının Ağustos ayında, yani Chester 'hayali'nin suya düşmek üzere olduğu bir sırada, Türkiye'nin "İkinci Adam'ı İsmet Paşa da Meclis'te ulusal bağımsızlıklarına 'saygılı' olacak yabancı sermayeyi savunmaktaydı. (Boratav)

Artık yabancı sermaye konusunda daha derinlere inmekte yarar var.

Lozan görüşmeleri ve İzmir İktisat Kongresi'nin konularını bütünleştirmek açısından en önemli konu olan 'yabancı sermaye' konusunda gerekli karar alınıyor. 'Milli Türk Ticaret Birliği'nin Kongreye getirdiği yabancı sermaye hakkında rapor kabul edilerek hükümete iletiliyor. Bu raporda yabancı sermayenin Türkiye'ye gelmesinin koşullan şöyle saptanıyor:

a. Ülkenin kanunlarına göre kurulmuş olması,

b. Lisan olarak Türkçenin kullanılması ve memleket evladını çalıştırmaya mecbur olması,

c. Türklere ait hisse senedi oranında, yönetim kurullarında Türk üyenin bulunması,

d. Ödenmiş sermayelerinden Türk vatandaşlarına pay ayrılmış olması,

1. Ulaşım, özel sanayi, bankacılık gibi işlerde ödenmiş sermayenin %75'i,

2. Orman işleri sermayesi Bir milyon lirayı geçen özel sanayi şirketlerinde ödenmiş sermayenin % 5'1'i,

3. Maden, demiryolları ve diğer şirketlerde ödenmiş sermayesi beş milyonu geçen teşebbüslerde ödenmiş sermayenin % 411,

4. Bütün sermayesi bir milyonu geçen şirketlerde ödenmiş sermayenin % 31'inin Türk sermayesine ayrılması gerekiyor.

Belgede açıkça yerli sermayenin küçük yabancı sermaye istemediği, tekelci büyük sermaye istediği özellikle belirtiyor.

Türkiye hakim sınıfların 'millilik' ve yabancı sermaye karşısındaki tavırlarını bundan daha iyi gösteren başka bir belgeye ihtiyaç var mıdır?

Bundan sonra İktisat Bakanlığı'nın 9 Şubat'ta basına verdiği bir bültende, Kongre'nin kesintiye uğramış Lozan görüşmeleri ile ilgili olduğu bildiriliyor. Kongre sonunda, Avrupa ülkelerinin halklarına yönelik bir bildiri yayınlanması ve Avrupa kamuoyunun Türkiye lehine etkilenmesi için gerekli çalışmaların yapılması üzerinde duruluyor. Sistem olarak kapitalizmin seçildiği ve yabancı sermayeden yana olunduğu tekrar edilerek şöyle deniliyor:

"Ülkemize gelmek isteyen yabancı sermayeye karşı Türkiye'nin kini yoktur. Yabancı sermayedarlara karşı her türlü yardımı göstermeye hazırız."

Yabancı sermaye konusunda niçin Türkiye böyle bir bildiri yayınlamak ihtiyacı duyuyor? Çünkü Lozan görüşmeleri kesintiye uğrayınca Batılılar ve Yunanlılar, Anadolu'da yeni kurulmakta olan rejimin yabancı sermaye karşıtı olduğunu büyük kampanyalarla ispat etmek için uğraş veriyorlar.

İktisat Vekili Mahmut Esat Bey, Hakimiyeti Milliye gazetesine önemli bir demeç vererek kendilerinin yabancı sermayeye karşı olmadığını söylüyor: "Bazı ecnebi ve ezcümle Yunan gazeteleri ve ajansları Kongre aleyhine propaganda yapıyor ve bizim ecnebi sermayesine düşman olduğumuzu iddia ediyorlar. Bunlar külliyen yalan ve iftiradır. Chester projesiyle memlekete 400 milyonluk bir ecnebi sermayesi girecektir."

İzmir İktisat Kongresi'nin açış konuşmasında da M. Kemal Paşa şunları söylüyor: "İktisat sahasında düşünür ve konuşurken sanılmasın ki, ecnebi sermayesine karşıyız; hayır, bizim memleketimiz geniştir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet etmek şartıyla ecnebi sermayelerine lâzım gelen teminatı vermeye her zaman hazırız. Ecnebi sermayesi bizim emeğimize katılsın ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin."

Anadolu harekâtını yürüten Anadolu eşrafı ile küçük burjuva kökenli asker-sivil aydınların sınıfsal yapılan gereği, çıkarları açısından hiçbir zaman gerek ideolojik, gerek ekonomik olarak yabancı sermayeye karşı olması mümkün değil. Ayrıca İstanbul Türk Ticaret Burjuvazisi, şimdiye kadar geri kalmanın dezavantajlarından kurtulabilmek için Rum ve Ermenilerin yerini almaya koşuyor, İzmir İktisat Kongresi'nin toplanmasında bu sınıfın çok büyük rolü oluyor. Aslında kapitalist sistemle çıkarları en çok bağdaşan sınıf bu 'milli' Türk Ticaret Burjuvazisi oluyor. Uluslararası sermaye ile ilişkiler yapılan üstyapı değişiklikleriyle birlikte gelişiyor. İş Bankası umum müdürü eski İttihatçı Celal Bayar, İtibari Milli Bankası ile birleşmeyi şöyle anlatıyor: "Ülkenin ekonomik güçleri o kadar dağınık ki, genel yararlar açısından bunların birleşmesi zorunludur... Ülkenin çeşitli yerlerinde sadece yerel kaynaklara dayanan küçük bankalar kurulmuştur. Bunların Uluslararası sermaye ile hiçbir bağları olmamakta ve üstelik de ülkede önemli bir rol oynamamaktadır. Bu yüzden iş merkezleri ile sıkı bağlan olan mali müesseseler yaratmak çok önemlidir."

Böylece İş Bankası'nın hızla gelişmesi ve Uluslararası sermaye ile bağlantı kurulması dönemi başlıyor.

Türkiye'de; 1450 km. Almanya'ya, 1550 km. Fransa'ya, 1250 km. Avusturya'ya, 500 km. İngiltere'ye ait toplam 4.750 km. Demiryolu bulunuyor.

Buna göre, yabancı sermaye yatırımlarının pek azı sanayiye yönelmiş, bunların yarısından çoğu da demiryollarına gitmiş. Demiryolları devlet gelirlerine el koymak suretiyle gerçekleştirilen rizikosuz kârlı teşebbüsler olduğu için yabancı sermayenin göz bebeği oluyor. Tabloda hayli önemli yatırımların bulunduğu banka sektöründe ise kazanç kaynağını devletle olan ve devlet istikrarlarına aracılık vs., bankaların ticari faaliyetleri kadar önemli bir kazanç sağlıyor. Yabancı sermayenin ilgilendiği başka bir konu ise, tekel durumunda çok büyük kazanç getiren su, havagazı, elektrik, telefon, tramvay vs. gibi tesislerden oluşuyor. Uzun süreli imtiyazlara dayanan bu tesislerin çoğu, ekonomiye doğrudan doğruya bir katkıda bulunmaksızın, tekel fiyatlarıyla tatlı kazançlar elde etmekte ve birkaç şehrin konforunu sağlamaktadır. 1920-1930 yıllan arasında kurulan Türk Anonim Şirketleri aracılığıyla Türkiye'ye giren yabancı sermaye, İstanbul, Ankara, İzmir ve Adana şehirlerinde toplanmış durumdadır. Türkiye'nin diğer şehir ve kasabalarında kurulmuş olan Türk Anonim şirketlerinde yabancı kurucu ve yabancı hissedarlara rastlanmıyor.

Gelelim, İngiliz, Fransız sermayeleri ile kurulmuş olan Osmanlı Bankası'na;

İstanbul'un işgali üzerine M. Kemal Paşa'nın yayınladığı 18 Mart 1920 tarihli genelgeyle Anadolu'nun gelir kaynaklarına el koyuyor. Bu arada Reji ve Duyunu Umumiye idareleri ile Osmanlı Bankası'nın İstanbul'a para ve altın göndermesi engelleniyor. Meclis açıldıktan sonra yapılacak masraflan karşılamak için gelir bağlama sorunlarının çözümü için çareler düşünülüyor. Meclis Hükümeti adına kısa sürede bir örgüt kurulup, çeşitli harcamalar yaparak el konan gelirleri toplamaya olanak bulunuyor. Bunun için daha pratik ve akılcı gelir sağlama yolları aranıyor. Bilindiği gibi Anadolu'da Emperyalizmin en büyük sömürü örgütü olan Duyun-u Umumiye İdaresi Muharrem Kararnamesinden beri önemli gelir kaynaklarını tutuyor. Yaygın bir örgütü ve etkinliği var. Emperyalizme karşı mücadele eden BMM bu örgüte dokunamıyor. Tersine bu örgütten yararlanma yollarını arıyor. Bu bakımdan, hem siyasi açıdan, hem de kurulu örgütten yararlanmak için Duyun-u Umumiye İdaresinin ilk Maliye Bakanı Behiç Bey, bu gerekçelerden hareket ederek Duyun-u Umumiye İdaresinin Ankara Temsilcisi Ali Cevat Bey'e şu öneride bulunuyor: "Biz harb halindeyiz. Vergileri toplayıp bize verin, ancak masraflarınızı alın. Sulh olunca hesaplaşırız."

Maliye Bakanı'nın bu önerisi Duyun-u Umumiye İdaresince benimseniyor. İngiliz ve Fransız Hükümetlerinin M. Kemal Paşa'yı boyun eğdirmek için bir yandan uğraş verirken, diğer yandan BMM'nin mali sorunlarını halletmek için izin veriyor. Bu nasıl oluyor, anlamak mümkün değil.

Savaş boyunca İdare Osmanlı Devleti'nden alacaklı olanlar adına yapacağı vergi tahsilatını, giderleri düşecek Ankara Hükümetine aktarıyor. Böylece hem Duyun-u Umumiye İdaresi varlığını koruyor, hem de alacaklar güvence altına alınmış oluyor. Ankara Hükümeti de harcama yaparak ayrı bir örgüt kurup gelir sağlamak zorunluluğundan kurtuluyor. Ayrıca Duyun-u Umumiye'nin Merkezi ve Damga Matbaası İstanbul'da olduğu için, normal zamanlarda olduğu gibi damga pulu İstanbul'da basılıp Anadolu'ya gönderiliyor. Ankara Hükümeti Anadolu'da satılan bu pulların parasını da İstanbul'a göndermeyip gelir olarak bütçeye ekliyor. (Anadolu İhtilali S. Selek)

Sonuç olarak Emperyalizme karşı mücadele eden BMM ile emperyalizmin örgütü olarak tarihe geçen Duyun-u Umumiye kardeş kardeş ve bir yandan mücadele ederken bir yandan da biri öbürüne para sağlıyor. 28 Şubat 1921 tarih ve 103 sayılı "1336 Senesi Muvazenesi Umumiye Kanunu" adını taşıyan bütçe yasasının 21. maddesinde konuyla ilgili olarak şu hüküm getiriliyor: "Duyun-u Umumiye İdaresi, kendisine ait devlet gelirlerinin yönetimini Büyük Millet Meclisi Hükümetinin egemen olduğu yerlerdeki örgütüne ve görevlerine zarar vermemek koşuluyla ve yaptığı tahsilatı makbuz karşılığı BMM'nin Maliye Bakanlığı'na bağlı olarak sürdürecek ve giderleri bütçeye konulan ödeneklerden karşılanacaktır."

Öte yandan aynı yasanın 22. maddesinde: "Reji İdaresi, BMM Hükümetinin Egemen olduğu yerlerdeki yönetim ve örgütüne zarar vermemek koşuluyla çalışmalarını sürdürür." denilerek Tütün Rejisi İdaresi'nin de varlığının devamını sağlayan anlaşma yasa hükmüne bağlanmış oluyor. (Atatürk Dönemi Maliye Politikası C. Duru Cilt: 1)

Duyun-u Umumiye'den sonra Reji İdaresi ile olan ilişkilerin sağlamlaştırılması için BMM'nin çaba göstermesi şunu gösteriyor: "Emperyalizme karşı değil, Rum ve Ermenilere karşı toprak mal ve mülkümüzü savunmaktan başka hiçbir gayemiz yok."

BMM'nin çalışmaları içinde 10-22 Nisan 1922 gün ve 224 sayılı kanunu da bu çerçeve içinde görmekte yarar var: "Düşman istilâsından kurtulan yerlerden kaçan Rum ve Ermenilerin (adları söylenmeksizin) mallarının paraya çevrilerek hazineye gelir kaydedilmesini" amaç güden bu kanun, "gizlenen, emvali metruke'yi ihbar edenlere, meydana çıkan malın bedelinin % 10'u nispetinde mükâfat verileceğini" öngörüyor. Kanunda, söz konusu mal bedellerinin hazineye gelir kaydedildiği ifade edilmemiş, "emanet hesabına kaydedilmek üzere" ibaresi kullanılmıştır. İleride bir takım suistimallere ve haklı dedikodulara yol açacak bu kanun 15 Nisan 1923 gün ve 333 sayılı kanunla yürürlükten kaldırılıyor. Artık Anadolu Harekâtı bitmiş, her şey yerli yerine oturmuş duruma gelince kanunun görevi de zaten bitmiş oluyor. Atı alan Üsküdar'a geçmiş. Geriye Bir şey kalmamış ki. Kaldırılan kanun yerine Birinci Dünya Savaşı içinde İttihat ve Terakki Hükümeti tarafından çıkarılmış olan 13 Eylül 1915 günlü geçici kanun bazı maddeleri değiştirilerek yürürlüğe konuluyor. (Anadolu İhtilali Cilt II Sabahattin Selek)

Büyük Taarruz yaklaşınca, Ankara Hükümeti'nin para ihtiyacı her gün artıyor. Hasan Saka'nın Maliye Bakanlığı zamanında Temmuz 1922'de Osmanlı Bankası'na başvuruluyor ve Osmanlı Devletiyle Banka arasındaki anlaşma uyarınca 'Hesabı cariden' 1,5 milyon lira isteniyor. Osmanlı Bankası, Paris'in görüşünü aldıktan sonra Ankara Hükümeti'ne şu yanıtı veriyor: "Size 1,5 milyon vereceğiz. Yalnız İstanbul Hükümetine vereceğimiz 500.000 lira'dan haberdar olduğumuza dair bir yazı isteriz."

Hasan Fehmi (Aytaç) Bey'in Maliye Bakanı olduğu dönemde gelen bu yanıtta ileri sürülen koşul, İstanbul Hükümeti'nin tanınması anlamına geldiği için kabul edilmiyor ve bu nedenle de sözkonusu olan para alınmıyor.

Büyük Taarruz öncesi para gereksinimi çok arttığından M. Kemal Paşa Maliye'den 1,5 milyon lira para istiyor. Maliye Bakanı Hasan Fehmi Bey durumu şöyle anlatıyor: "Taarruz yaklaştı. Ordu durmadan para istiyor. Aşar vakti yakın. Fakat zamanı gelmedi. Vergiler hep tahsil edilmiştir. Hiçbir yerde metelik bırakmamıştım. Bir gün Osmanlı Bankası'nın Ankara Şubesi Müdürü Bojet'i çağırttım. Dedim ki: Osmanlı Bankası tarihi ânını yaşıyor. Maliye'ye 1,5 milyon lira lazım. Bizim idaremizdeki bölgede 16 şubeniz var. istediğim parayı vermezseniz şubelerinizin 16'sına vaziyet eder kasalardaki parayı makbuz mukabili alırım. Düşünmek için sana bir çeyrek saat mühlet veriyorum. Git düşün cevabını ver. Böylece istediğimiz 1,5 milyon lirayı Osmanlı Bankası'ndan aldım." (Atatürk Dönemi Maliye Politikası s. 337-339 Cilt 1)

Osmanlı İmparatorluğu'nda bir yabancı sermaye kuruluşu olmasına rağmen tüm işlemlerini ve şubelerini Osmanlı topraklarında yoğunlaştıran Osmanlı Bankası, Türkiye Cumhuriyeti'nde de eski yaptığı anlaşmalarla çalışmalarını sürdürmeye devam ediyor. Yapılan anlaşmalara göre "Osmanlı İmparatorluğu dahilinde Osmanlı Bankası'ndan başka hiçbir müessese banknot ihracı hakkına sahip olmadığı gibi devlet de kâğıt para ihraç edemiyor."

Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nde devlet olabilmenin en doğal haklarından birisi yabancı bir kuruluşa veriliyor. Türkiye, bir Merkez Bankası kurma hakkını yabancı sermayeli bir banka ile imzaladığı bir mukavele ile alıyor. Ancak altı yıl daha bu hakkı kullanmıyor. Bunu anlamak mümkün olmuyor. Bu arada önemli bir sorun da Osmanlı İmparatorluğu'ndan kalan borçlar. Bu borçlar sorunu çok sayıda devleti ilgilendirmekle birlikte bu konu en çok Fransa'yla ilişkilerde gündeme geldi. Osmanlı devletinin tahvil satmak suretiyle en çok borçlandığı ülke Fransa'ydı. Lozan Antlaşması'nın 46. maddesine göre Osmanlı borçlarının Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılan devletler arasında bölüşülmesi ilkesi kabul ediliyor, 47. maddede ise bu borçların taksiminin Duyun-u Umumiye Meclis'i tarafından yapılacağı belirtiliyor. 49 maddede ise ödeme şartlarının saptanmasını Paris'te kurulacak bir komisyona bırakıyordu.

Bu arada borçların ödenmesi konusunda Türk Heyeti arasında bir fikir birliği yoktu; İsmet Paşa kâğıt parayı tercih ederken, heyetin iktisat sorumlusu Cavit Bey, altın parayla ödeme yapılmasını istemişti. Lozan sonrasında bu konudaki görüşmeler 1928'e kadar sürdü ve 13 Haziran 1928'de dönemin Paris Büyükelçisi Fethi Okyar'la Duyun-u Umumiye temsilcisi arasında bir anlaşma imzalandı. Buna göre Türkiye 1912 öncesindeki Osmanlı borçlarının % 62'sini, daha sonra alınan borçların % 73'ünü ödemeyi kabul etti. Bunun tutarı 82.456.377'si ana para, kalanı faiz olmak üzere 107.528.461 altın lira olarak hesaplandı. (Bu hesaplamada yanlışlık yapıldığı somadan anlaşılacak, ödenecek miktar daha da düşürülecekti.)

Türkiye 1936'ya kadar her yıl 2.000.000, 1936-42 arasında 2.800.000, 1942-47 arasında 2.780.000, 1947-52 arasında 3.180.000 ve bu tarihten sonra da 3.400.000 altın ödemeyi kabul ediyordu.

Türkiye ilk ödemeyi zamanında yapmakla birlikte, bir yıl sonra 1929 ekonomik bunalımının baş göstermesi ve borç taksit tutarının bütçenin %14'üne ulaşması üzerine bir ödeme sorunu ortaya çıktı. Bütün ülkelerin aynı duruma düştükleri bir ortamda Türkiye 25 Kasım 1930'da Osmanlı Bankası'na 6.000.000 TL. kağıt para yatırarak ödemeyi durdurdu. Bunun üzerine iki tarafın yetkilileri arasında Ankara ve Paris'te görüşmeler yapıldı. Türkiye borç ödemesinin ekonomisinin genel durumunu etkilemeyecek bir biçimde düzenlenmesini istiyordu. Sonunda Paris'te başlayan ve yaklaşık bir yıl süren zorlu görüşmelerden soma 22 Nisan 1933'te ödemeler Türkiye'nin lehine yapılan düzenlemelerle bir sonuca bağlandı. (Tekeli-İlkin)

Duyun-u Umumiye borçları son taksitin yatırıldığı 25 Mayıs 1954 tarihinde tamamen temizlenecektir. (İlhan Uzgel)

Osmanlı İmparatorluğu yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti geçmişi reddederken ve yeni bir devlet kurulduğunu ilân ederken geçmişin borçlarını niçin kabul ediyor? Osmanlı Devletinin sürekliliğini kabul edenler için bir sorun yok. Ama emperyalist güçlere karşı mücadeleyi ön plana alanlar için geçmişin emperyalist güçler tarafından kıskaca aldıkları Osmanlı Devleti'nin borçlarını kabul etmek inanılmaz görünüyor. Buna bir cevap vermek gerekiyor.

Şimdi yabancı şirketlerin durumunu incelemek, konuya daha açıklık getirmek için önemli oluyor.

Lozan'da önemli bir sorun da Türkiye'deki yabancı şirketlerin durumu idi. İlgili şirketlerin temsilcileri hükümetle görüşmek üzere İstanbul'a geliyorlar. Ankara Hükümeti bu şirketlerin otuz delegesini görüşmek üzere Ankara'ya davet etmişti. Ama bu delegeler temsilci sıfatlarını öne sürerek Ankara'ya gitmek istemiyorlardı. Çünkü İtilaf Devletleri Paris'te "onların işlerini düzeltmedikçe sulhu imzalamayacaklarına dair söz vermişlerdi." Bu nedenle delegeler zaferle sonuçlanacağından hiç şüphe duymadıkları "Doğu Barışı" çerçevesinde imtiyazları sunacak olan Ankara Hükumeti'nin, ayaklarına gelip binbir rica ile kendilerini davet etmesini bekliyorlardı. Ancak gerçek çok farklıydı. Lozan'da anlaşma gerçekleşse bile yalnız bu imtiyaz sahipleri yüzünden daha aylarca sulhu beklemek gerekecekti.

Şirketlerde çözülecek anlaşmazlıklar ikiye ayrılıyordu:

a- Bu şirketlerin savaş sırasında uğradıkları zararların tazmini,

b- Bu şirketlerin ve imtiyazlarının yeni şartlara uygun hâle getirilmesi.

Şirketlerin durumunu Lozan görüşmelerinden ayırıp, doğrudan doğruya Ankara Hükümeti ile şirketler arasında yapılacak görüşmeler ile çözüme bağlamak, Lozan Antlaşması'nın önündeki çok önemli engellerin ortadan kalkmasına neden olacaktı. Sonunda şirketler durumu kabul edince Ankara'ya gelen şirket temsilcileriyle Hükümet arasında görüşmeler başladı.

Ancak, Ankara'da görüşmeler sürerken Lozan'da yapılan müzakereler sırasında şirketler konusunu Fransız temsilcisi General Pelle ortaya atmaktan bir türlü vazgeçmiyordu.

Konu; General Pelle ile İsmet Paşa arasında bir söz düellosuna dönüşmüştü. En sonunda İsmet İnönü, "Şirket mümessillerinin Ankara'ya gitmeleri Osmanlı şirketleri oldukları içindir. Türkiye Hükümeti ile uzlaşamazlarsa mesele buraya gelir diyorsunuz. Uzlaşamayarak gelirlerse siz de o meseleyi o zaman müzakere mevkiine koyarsınız" diyordu.

Yabancı şirketlerin Ankara'da görüşmeleri son derece olumlu bir hava içinde geçiyordu. Birkaç şirketle olan itilaflı noktalar halledilmiş ve anlaşma yapılmıştır. Fransız gazeteleri alınan imtiyazlardan dolayı görüşmelerin çok iyi gittiğini yazıyorlardı. Müttefiklerin şirketleri konusunda Lozan'daki isteklerini kısaca şöyle özetlemek mümkün:

a. Şirketlere verilen eski imtiyazlar makbul ve muteberdir.

b. Bu imtiyazlar yeni şartlara göre tadil edilecektir.

c. İmtiyaz sahiplerinin savaş yüzünden uğradıkları zarar ve ziyanları ödenecektir.

Ankara'daki müzakereler şirketlerin istekleri doğrultusunda çözülüyor.

Şimdi, buna göre en önemli konulardan biri olan Lozan'da imzalanan Antlaşma'nın Boğazlar'la ilgili hükümleridir.

Buna göre;

Madde 4- Çanakkale ve İstanbul boğazlarındaki kimi bölgeler askerden arındırılmaktaydı.

Madde 6- Askerden arındırılmış bölgelerde asayişin korunması için gerekli olan polis ve jandarma kuvvetlerinden başkasını yasaklamaktaydı.

Madde 8- (...) İstanbul ve çevresinde, başkentin ihtiyaçlarını karşılamak üzere en çok 12.000 kişilik bir garnizon bulunabilecektir.(...)

Madde 10- İstanbul'da (...) (Boğazlar Komisyonu adında) bir Uluslar arası komisyon kurulacak(tır).

Madde 11- Komisyon yetkilerini Boğazların suları üzerinde kullanacaktır.

Madde-12 Komisyon, bir Türk temsilcisinin başkanlığı altında işbu sözleşmenin imzacı devletleri olmaları bakımından Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya, Bulgaristan, Yunanistan, Romanya, Rusya ve Sırp-Hırvat-Sloven Devleti temsilcilerinden kurulu olacaktır.(...)

Madde 14- Komisyon (...) savaş gemilerinin ve askeri uçakların geçişine ilişkin hükümlerin gereği gibi göz önünde tutulup tutulmadığına bakmakla görevli olacaktır.

Madde 18- Boğazların güvenliği tehlikeye düşerse, böyle bir durumun imzacılar ve "her halde" Fransa, İngiltere, İtalya, Japonya tarafından önleneceği hükmünü getirmekteydi.

Görüldüğü gibi Lozan Boğazlar Sözleşmesi Türkiye'ye iki tür egemenlik kısıtlaması getiriyordu.

Birincisi; askerden arındırılmış bölgeler,

İkincisi; Boğazlar Komisyonu (Baskın Oran)

Bağımsızlığına, Lozan'da kavuştuğu iddia edilen Türkiye'nin Boğazlar'ın denetimini Uluslararası bir komisyona bırakmasıydı söz konusu olan bu anlaşmayla. Bu nasıl bir bağımsızlık? Askerden arındırılmış bölgeler ne demek? Türkiye kendi askerlerini bu bölgelere sokamıyor.

Bu durum daha sonra Montrö Antlaşması ile düzeltildi.

13 sene sonra dünya şartlarının değişimi ile ortaya çıkan Montrö Antlaşması ile Türkiye bağımsızlığına mı kavuştu?

Sağlık Sorunlarına İlişkin Bildiri

(bağıt no X) Türk Dış Politikaları Cilt 1 s.236)

Bu bildiri Türk Heyeti tarafından imzalandı ve
"( ) Türk Hükümetinin, beş yıl süreyle, sınırlarının Sağlık Yönetiminin Danışmanı olarak, Avrupalı üç hekim atayacağını (....) kabul etti. Gerçi, bu hekimler, Türk memurları olacaklar ve Sağlık Bakanlığına bağlı bulunacaklardır" deniliyordu ama böyle bir zorunluluk ulusal egemenliğe bir kısıtlamaydı. Bu kısıtlama da 5 yıl sonra kalkacaktır.

Yargı Yönetimine ilişkin Bildiri (bağıt no XI) Bu belge de Türk Heyeti tarafından imzalandı ve yine geçici olarak ulusal egemenliği sınırladı. Buna göre, 'Türk Hükümeti beş yıldan az olmamak üzere gerekli göreceği bir süre için, hizmetine derhal Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetindedir (...) ve bunlar Türk memurları olacaklardır.(...) Bunlar hukuk reformları komisyonlarının çalışmalarına katılacaklardır).

Bu bildiri de 5 yıldan sonra geçerliliğini yitirdi; zaten Türkiye hukuk reformlarının en önemlilerini bu arada yapmıştır.

Bu belgede Türkiye tarafından imzalandı ve yine de geçici olarak ulusal egemenliği sınırladı. Böylece tıpkı sömürge ülkelerde olduğu gibi kapitalist hukukun koruyucuları Türkiye'ye sadece hukukun yol göstericiliğiyle kendi menfaatlerini korumak açısından değil, aynı zamanda üst yapıdaki gerekli değişikliklerle de yön vermek açısından önemli bir rol oynayacaklardı.

Lozan Konferansı'nda, özellikle Türk Temsilci Heyeti'nin verdiği çok büyük tavizlere rağmen Konferansın yarıda kesilmesi üzerine İsmet Paşa gazetecilere ne kadar taviz verildiğini göstermek için çok ilginç şeyler söylüyor:

"Ben fedakârlığı son haddine vardırdım. Ekalliyetler meselesini Müttefiklerin dilediği gibi hallettik. Boğazların serbestliğini kabul ettik. Adli Kapitülasyonlar meselesinde anlaştık. Kapitülasyon rejiminin haksız olduğunu, kaldırılması lâzım geldiğini herkes kabul etti. Halbuki Müttefikler son zamana kadar bu kapitülasyonları şeklen kaldırarak yerlerine kayıtlar koymaya çalıştılar. Nihayet bu meselede de her aklı başında insanın kâfi addedeceği bir hâl tarzını kabul ettik. İktisadi meselelerde adil, meşru olan her şeyi kabul ettik. Biz namuslu borçlularız. Duyun-u Umumiye İdaresinin faaliyetinin devamına razı olduk. İktisadi ve mali meselelerden çoğunu Müttefiklerin lehine hallettik.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Birtakım

İmtiyazlara İlişkin Protokol ve Bildiri

Bu belge Osmanlı döneminde verilen imtiyazları tanımaktaydı.

Md.1: "Bir yandan Osmanlı Hükümeti ya da herhangi bir yerel makamla, öte yandan, Türkiye dışında Bağıtlı Devletlerden birinin (ortakları da kapsamak üzere) uyrukları arasında 29 Ekim 1914 tarihinden önce usulüne uygun olarak yapılmış ve imtiyaz sözleşmeleri ve bunlara ilişkin olarak sonradan yapılmış anlaşmalar geçerli tutulmuştur."

Yine Türk Heyetinin İngiltere, Fransa ve İtalya'ya verdiği mektuplar bu hükmü tamamlıyordu.

Buna göre, "(...) Barış Antlaşmasının imzası gününden başlayarak beş yıllık bir süre içinde, anılan günden sonra yapılacak sözleşmelerle, Türk Hükümeti (...) yabancı endüstriyel ya da sermayeye başvurmayı düşünürse, sözü geçen ortaklıklara bu düşüncesini bildirecek ve onların herhangi bir kişi ya da ortaklıkta tam bir eşitlik içinde rekabete girmesine olanak verecektir."

Böylece protokol ve bildiride adı geçen iki şirketle 1913 ve 1914 yıllarında yapılmış olan imtiyaz sözleşmeleri konusunda ciddi bir angajmana girilmeksizin İngiltere memnun edilmiş olmaktaydı. Benzeri bir ifade Fransa'ya verilen mektupta da bulunuyordu. Yine Protokol ve Bildiri'de adı geçen ve 1914'te kendisine imtiyaz verilmiş bir Fransız demiryolu şirketi herhangi bir nedenle yeniden imtiyaz alamazsa, Türkiye'nin Karadeniz demiryolu ağını ihale etmesi halinde bu şirkete duyuru yapılacaktı. Burada da "tam bir eşitlik içinde rekabet" sözü veriliyordu.

Yine benzeri bir ifade, İtalya'ya verilen mektupta görülmekteydi. "Osmanlı Hükümeti ile 29 Ekim 1914 gününden önce Anadolu, Bağdat, Mersin-Adana Demiryolları ile Doğu Demiryolları ve Haydarpaşa Limanı konusunda, yöntemine uygun olarak yapılmış imtiyaz sözleşmeleri(nin) (...) saklı olduğunu" bildiren mektup şunu da eklemekteydi. "Bu sözleşmeler ve anlaşmalar hükümleri, bu günkü Barış Antlaşmasının yürürlüğe konulmasından başlayarak bir yıl içinde yeni ekonomik koşullara uydurulacaktır." [(Soysal s.236-238) (Türk Dış Politikası Editör Baskın Oran İletişim yay. s.237)]

Kısa söze ne denir. Lozan'ı böyle özetlemek herkese nasip olmaz. Lozan konusunda son olarak Musul konusuna kısaca değinmekte yarar var. İngiltere Başbakanı Bonar Law ile Lord Lazon arasında yapılan yazışmalarda 28 Aralık 1922 günü Bonar Law şöyle yazıyor: "Eğer Türkler Musul'u işgal eder ve konferans yarıda kesilirse halkımızın yarısı ve bütün dünya petrolden dolayı barışı baltaladığımızı iddia edecektir. Onun için petrol işini halletmek için Türkleri ve diğer batılı dostlarımızı bir araya getirip Mezopotamya'daki Arap devletlerinin garantisini sağlamak gerekir."

Lord Curzon ise 6 Ocak 1922 tarihli mektubunda, "İsmet Paşa sadece Musul'u istemiyor, aynı zamanda petrolleri de almak niyetinde. Çünkü Amerikalılarla da petrol üzerine görüşmeler yapmaktadır."

Bu mektuba 8 Ocak 1923'de cevap veren Bonar Law, halihazırdaki durumdan mutlu olduğunu söyleyerek şunları yazıyor: "Musul için savaşa girmemeliyiz. Fransızlar bize yardım etmedikleri taktirde Sevr Antlaşmasının geri kalanını biz tek başımıza savaşarak kurtarmaya çalışmamalıyız." (Dr Kemal Melek)

Bu arada Fransız delegasyonunun, Türkiye Petrollarına ait hisse senetlerinin % 25'ini talep etmesiyle olay yeni boyutlar kazamyor. Bunun üzerine Lord Curzon, hemen ABD temsilcileriyle temasa geçerek pazarlığa girişiyor ve "Türkish Petrolu'na ait hisse senetlerinin % 25'ini vaat ediyor., ABD petrol şirketlerine. Bu manevra bir yandan Fransa'yı oyun dışı bırakırken, bir yandan da Türkiye'yi ABD desteğinden yoksun kılıyor." (Uluslar arası İlişkiler Tarihi)

Bu durumda yalnız kalan İsmet Paşa, devamlı temaslarda bulunduğu Ankara'dan aldığı direktiflerle Musul konusunda aniden fikir değiştiriyor. Musul için bir savaşı göze alamayan İngiltere'nin politik baskısı karşısında, konferans kesintiye uğramadan önce 4 Şubat 1923 günü Müttefik Temsilci Heyetinin başkanlarına gönderdiği mektupta, "Musul sorununa gelince, salt barışın yapılmasına engel olmamasını sağlamak amacıyla ve Türkiye ile İngiltere arasında bir yıl içinde bir ortak anlaşmayla çözümlenmek üzere, bu sorunun konferans programından çıkartılmasının yerinde olacağını düşünüyorum." (Lozan Barış Antlaşması) diye yazıyor.

Böylece Musul konusunda tüm uğraşlar biranda yok oluyor. İngiltere'nin tam pes edeceği bir zamanda Türk heyetinin bu tavizi, konferans boyunca İngiltere ve müttefiklerinin durumunu, niyetlerini anlamak için en küçük bir istihbarat çalışması yapılmadığını gösteriyor. Bunun ötesinde Türk Heyeti'nin Ankara ile yapılan özel görüşmeleri bile saklayamadığı ortaya çıkıyor. Nitekim Türk Heyeti Ankara ile gizli görüşmeleri Köstence üzerinden yapıyordu. Burası ise tamamen İngiliz kontrolü altındaydı. İngilizler Türk Heyetinin Ankara ile yaptığı gizli görüşmelerin şifrelerini çözmüşlerdi. Churchill'in hatıralarında, 'Bu muhaberenin Londra'da her sabah kahvaltısında müzakere ve münakaşası yapıldıktan sonra serbest bırakıldığını" yazdığı ise bir gerçekti. Böylece B.M.M'nin yaptığı 19 Ocak 1923'teki gizli oturumlarda "savaşın her ne pahasına olursa olsun" önlenmesi yolunda alınan karar Londra'ya bildirilince İngiliz Hükümeti'nin rahat bir nefes almasına yol açmıştır. (Dr Kemal Melek)

Hilâfetin Kaldırılması ve Medeni Kanun

Müttefik Devletler, Türkiye'nin kapitalist sistem içinde yaşayabilmesi için gerekli hukuki değişikliklerin ivedilikle yapılmasını Konferans'ın ön şartı olarak öneriyorlar. Şeriat kanunlarının kapitalist üretim ilişkileri ile bağdaşmadığını, bu kanunlarla Türkiye'nin kapitalist sistemle ilişki kurmasının mümkün olmayacağını açıkça söylüyorlar. Özellikle Türkiye ile ilişkilerde bulunan yabancıların rahatlıkla işlerini görebilmelerini sağlamak ve bu yeni kanunların uygulanabilmesi için gerekli personelin yetiştirilme sürecini 10 yıl olarak belirlemeye çalışıyorlar. İtalyan delegesi Gozzoni bu konuda önemli bir demeç veriyor: "Türkiye'nin kısa bir zamanda modern icaplara tamamen uyan kanunlar ve mahkemeler meydana getirmeye başlayacağı kanısındayım. Fakat bugün hâlâ birçok şeriata dayanan kanunlarla idare olunduğu kanısındayım." (Gotlard Jaeschke)

Türkiye'nin Lozan'dan sonra kapitalist ilişkilere uygun yeni kanunlar çıkartacağı konusunda İtalyan delegesinin bu kehaneti ileride doğrulanıyor.

Nitekim Osmanlı Devleti'nde din, hukuk kurallarını da önemli ölçüde belirliyordu. Osmanlı hukuku tam bir teokrasi hukuku değildi, fakat yine de dini kurallar halkın kişisel yaşam tarzını olduğu kadar kamu hukukunu da büyük ölçüde belirliyordu. Bunu ilk değiştirme çabaları 1909'un başlarında İttihatçı liderlik, Avrupalı hukukçu ve ünlü şarkiyatçı Kont Leon Ostrong'un Adliye Nezareti'nde özel müşavir olarak istihdam edilmesini sağlayarak başlatıldı. Ostrong'a 'Osmanlı Medeni Kanununu Avrupa'daki medeni kanunlarla uyumlu hâle getirme' vazifesi verilmişti. Mustafa Sabri ve Mecelle girişiminin diğer destekçileri hukuk sisteminin ıslâh edilmesi görevinin yabancılara değil, Müslüman âlimlere verilmesi gerektiğini güçlü bir şekilde savunarak Ostrong'un atanmasına karşı çıktılar. İtirazları dikkate alınmadı. Ancak o günkü şartlarda Osmanlı Medeni Kanununun değiştirilmesi gerçekleştirilemedi.

Lozan'da Müttefiklerin doğal üstünlükleri karşısında Türk Heyetinin her sıkıştıkça başvurduğu iki önemli silah oldu.

Birincisi Misak-ı Milli; ikincisi Batılılaşma. Ankara'nın genel taktiği; azınlıklar haklarından yargı yetkisine ve imtiyazlara varıncaya kadar kendisine dayatılan hususların gereksiz olduğunu, çünkü yeni devlet kurulur kurulmaz hemen Batı tarzı yasaların ve özellikle de Medeni Kanunun çıkarılacağını ileri sürmek idi. Nitekim Mustafa Kemal Paşa 16 Ocak 1923'te yaptığı bir konuşmada bu konuya şöyle değiniyordu: "Lozan'da hâlâ müşkülat çekiyoruz. Orada diyorlar ki, sizin yapacağınız kanunlar yine fıkıhtan, Kuran'dan istinbat ahkâm edecek."

Özellikle kapitülasyonların kaldırılması noktasında bunun yardımı büyük oldu; çünkü realist olmak gerekirse kapitülasyonların bir nedeni de Osmanlı'daki laik olmayan düzenin uygar dünyadan fazlasıyla farklı olmasıydı. Yabancıların ve gayri Müslimlerin ayrıcalıklarına son vermenin ön koşulu Müslüman-Hristiyan ayrımını ortadan kaldırmak ve bütün vatandaşlan eşit kılmaktı. (Türk Dış Politikası Cilt I s. 219)

Daha sonraları M. Kemal Paşa'nın 1938 yılında gazeteci Nadir Nadi'ye verdiği bir cevapta bu konunun gizemi ortaya çıkıyor: "Lozan zabıtnamelerinde benim Frenklere Avrupa Medeni Kanununu aynen alacağımızı söylediğim görülür." (R.Nur)

Nitekim Türkiye'nin bunu yapacağı Konferans tutanaklarına geçirildiği 24 Temmuz 1923'te Barış Antlaşması imzalandıktan ve 23 Ağustos'ta T.B.M.M. tarafından onaylandıktan 4 ay sonra 2 Ocak 1924'te hafta tatilinin Cumadan Pazara alınmasıyla Batıcı reformlar Hilâfetin kaldırılması başta olmak üzere Hukuk ve diğer tüm alanlarda birbirini izleyecekti. (Türk Dış Politikası Cilt I s. 219)

3 Mart 1924'te Halifelik kaldırılmış ve Halife Abdülmecid, hanedan üye ve mensuplarıyla birlikte yurt dışına çıkarılmıştı. Bu karar Halifeliğin sonu anlamına geliyordu. Ancak burada dikkat çekici bir nokta var. Dr. Özoğlu ile yapılan söyleşide, Hakan Özoğlu'nun ABD arşivlerinde rastladığı bir diplomatik yazıda, Türkiye'nin halifeliği kaldıracağı bir hafta önce Washington'a bildirilmişti. İşin daha ilginç yanı, ABD'li Diplomatın bu bilgiyi bir Fransız meslekdaşından almış olmasıydı. Bu demek oluyor ki Fransızlar ve ABD'liler, daha Türkiye'de yaşayanlar olup bitenlerden habersizken açıktan veya gizliden haberdardı ülkemizdeki gelişmelerden. Bu durumda sömürgelerinde milyonlarca Müslüman bulunan ve hilâfetten ödleri kopan İngilizlerin bu işe çok önceleri angaje olduklarını, lafı uzatmaya gerek yok, hilâfetin kaldırılmasını bizzat istediklerini ve gerçekleştirdiklerini tahmin etmek zor olmasa gerek. (Satılık İmparator Mustafa Armağan s. 163)

Lozan 24 Temmuz 1923'te imzalanmış, Ekim ayında da Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, ancak Mustafa Kemal Paşa Lozan'ı hilâfetin kaldırılmasından (3 Mart 1924) 28 gün sonra onaylamıştır. Bu arada Yunanlılar bizden daha atik davranmışlar ve 11 Şubat 1924'te onaylamışlardı Lozan'ı. İtilaf devletleri başkanlarının onay tarihi ise 6 Ağustos 1924. Peki neyi beklemişlerdi bunca süre?

Anlaşılan önce Lozan'da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği (icraat) görülecek, sonrasında nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletleri demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra 5 Eylül'de Lozan Antlaşması'nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması Uluslar arası garanti altına alınacaktı. (Satılık İmparator M. Armağan s. 166)

Atatürk 25 Ekim 1925 tarihinde Ankara Hukuk Fakültesi'nin açılışında yaptığı konuşmada, diğer şeylerin yanı sıra şunları söylüyordu: "Ulusumuz, devrimci değişmelerin doğal ve zorunlu gereği olarak ihtiyaçların değişip gelişmesiyle sürekli olarak değişip gelişme kuralına dayanan dünyevi bir rejim görüşünü hayatın sorunlu koşulu olarak benimsemiştir. Artık devrimin hukuk temellerini atmak; devrimimizin düşünce biçimine ve gereklerine uygun hukukçular yetiştirmek zamanı gelmiştir."

M. Kemal Paşa'nın bu konuşmasından sadece birkaç ay sonra 17 Şubat 1926 tarihinde Medeni Kanun yasa tasarısını TBMM kabul ederek, anayasayı ve yasaları dini kuralların dışına çıkardı ve ülkemiz tarihinde ilk kez bütün hukuksal ilişkiler laik bir hukuk sistemi içerisinde birleştirildi.

İsviçre Medeni kanunu en başarılı ve gelişmiş bir kanun olarak görüldüğünden, ne yazık ki roman tercüme eder gibi, lisan bilen memurlar arasında forma forma taksim edilerek, her birinin aslında aynı olan bir kelimeye muhtelif manâlar vermeleriyle yamalı bohça halinde birleştirilerek çıkmıştı .(R. Nur)

Daha sonra ceza hukuku İtalya'dan, Ticaret Hukuku Almanya'dan tercüme edilerek alınmıştır.

Medeni Kanun başka çağdaş kanunların çıkartılmasının da yolunu açmış, bu çerçevede, kişi ve soyadları, miras hukuku, özel mülkiyet ve ticaret kanunları, borçlar kanunu gibi önemli işlevleri bulunan gelişmelere yol açarak burjuva hukukunun temellerini oluşturmuştur. Ne yazık ki emperyalizm döneminde burjuva devrimleri söz konusu olmadığı için bu çalışmalar emperyalistlerin istediği işbirlikçi kadroların yetişmesinde önemli bir rol oynamıştır.

Tampon sorunu

Bolşevik İhtilali üzerine Çarlık Rusya ordularının dağılmasıyla birlikte Osmanlı için Kafkasya ve İran'ı ele geçirerek Turan'a ilerleme umutlan yeniden canlanmıştı. Öte yandan Bolşevikler için de bu durum çok önem taşıyordu. Buna karşılık İngiliz Hükümeti, Çarlık Rusya'dan doğan boşluğu doldurmak için, Lord Curzon'un yaptığı plana göre, Kafkasya ve Türkistan'ı, İmparatorluğa katmak ve İran'ı tam kontrol altına almak istiyor. Birinci Dünya Savaşı sonunda durum Ön Asya'da böyle şekilleniyor. Dünya petrol şirketleri, Kafkasya'da ve Türkmenistan'da "yeni bir Hindistan yeni bir Mısır" yaratma yolunda eşsiz fırsatlardan söz ediyorlar. Lord Curzon bu genişlemeyle petrol kazançlarının yanı sıra imparatorluğun Kafkasya ve Türkmenistan'ı kapsayan yeni bir güvenlik kuşağı kazanacağı, Afganistan'ın artık İngiltere'yi tehdit edemeyeceği, Hindistan güvenliğinin tam sağlanacağı emin bir biçimde Kafkasya'nın Asya ile Avrupa arasında bir köprü olacağı kanısına varıyordu. Aynca Kafkasya Bolşeviklere ve Türklere karşı yapılacak bir mücadelede bir hareket üssü olarak planlanıyor. Loreher'e göre Londra Hükümetinin hazırladığı bu plan çok geniş bir alanı kapsıyor.

"İran'dan ilerleyerek Hazar Denizi kıyısındaki Enzel'i daha sonra Bakü'yu almak, burada bir kara ve deniz üssü kurmak ve Bakü'yu politik merkez yapmak, Bakü petrolünü ele geçirmek, Urmiye Hristiyanları ve Kafkasya ve Türkmenistan'ın anti-Bolşevik unsurlarıyla işbirliği yapmak, Kafkasya ve Türkmenistan'da Türkiye'ye karşı bir Müslüman federasyon kurmak v.s. (Milli Kurtuluş Tarihi Cilt I s. 80-81 D. Avcıoğlu)

Mondros bırakışmasının ardından, 1918 sonlarında İngiliz birlikleri, Bakü ve Batum'da kurdukları karargâhlar sayesinde hem Bakü-Batum demiryolunu, hem de Karadeniz'den Hazar'a uzanan bir koridoru denetimleri altına aldılar. Bu 'set'le bir yandan Karabekir komutasındaki birliklerin Kafkaslardaki ilerleyişine son veriliyor, öte yandan Bolşevikler enerji kaynaklarından yoksun bırakılarak, olası yayılmaları engelleniyordu. Üstelik İngilizlerin Boğazlan da işgal etmeleri sonucu güneyden Beyaz Ordu'ya yapılacak yardım Bolşevikleri güç durumda bırakabilecektir. (Türk Dış Politikası s. 166 E. Tellal)

Ancak bu planın yanlış olduğunu Ali Fuat Cebesoy "Moskova Hatıraları" kitabında şöyle anlatıyor: "Ne General Denikın ve General Vrongel ve ne de mahalli kuvvetler Kafkaslar'daki anarşinin önüne geçememişlerdir. Bolşevikler ise propaganda sayesinde kısmen duruma hâkim olmaya çalışıyorlardı. Eğer o tarihlerde Şarkta hakkıyla nüfuz edebilmiş bir İngiliz siyaseti olsaydı, derme çatma Denikın ve Vrongel ordularıyla, Çarlığın yeniden ihyasına çalışmazdı. Bilakis Ahmet İzzet Paşa ile anlaşır, oralardaki Türk fırkalarının yardımıyla müstakil devletlerden mürekkep bir Kafkas Federasyonu kurabilirdi. Bu suretle bütün tarih boyunca Orta-Şarka o taraflardan gelmiş olan büyük tehlikelere karşı da kuvvetli bir TAMPON tesis edilebilirdi. Meğer beşeriyetin, tarihin bu nevi hataları yüzünden daha çok çekeceği varmış."

Ali Fuat Cebesoy, son Osmanlı paşalarından, Rauf Orbay gibi, M. Kemal Paşa gibi Osmanlı İmparatorluğunun görevini çok iyi bilen bir asker. Yeni kurulacak Türk Devleti'nin görevini çok iyi biliyor. Ama İngilizler bölge devletleri (Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan) arasında anlaşmazlıklara engel olamadılar. Buna bir de General Denikin'ın, Kasım ayında Beyaz Ordusu'nun yenilgisinden ve bir de İslâm Bolşevik ittifakından sonra iç politikada yükselen muhalefet eklenince bu planı hazırlayan Lloyd George'un direnci azalıyor. 25 Aralık 1919 tarihli Deniz Yarbayı Luke'un raporu bu bakımdan çok ilginç: "Bolşevik başarılarının, İslâm dünyasını İngiliz İmparatorluğu'na karşı çevirmek biçimindeki en önemli Bolşevik amaçlarından birine hız vermesi bekleniyor...

"Bolşevikler, bu yolda tamamen başarısız sayılamayacak girişimlerde bulunuyorlar; Müslümanları İngiliz İmparatorluğu'na karşı savaş veren Bolşeviklerle İslâm Dünyası'nın ittifakının çok olumlu olacağı yönünde kandırmaya çalışıyorlar. Hâlen Türkiye, Kafkasya, İran, Türkistan, Afganistan ve Mısır bu yolda girişimlerde bulunuyorlar... İngiltere'nin bu ana kadar Müslümanların başlıca koruyucusu olma unvanı tehlikeye giriyor. M. Kemal Paşa'nın, İran, Hindistan, Afganistan v.s.'den gelecek delegelerle Sivas'ta bir Panislamik Konferans toplamaya çalıştığı söyleniyor. Konferans toplanırsa kuşkusuz İngiltere'ye karşı menfi propagandalarla dolu olacak...."

Luke bu durumu önlemek için, İngiltere'nin İslâm Dünyası'nın dostu olduğunu açıklamasını; Kral Hüseyin, Emir Faysal, Ağa Han hatta Türkiye'deki Sunu-si Şeyhi Ahmet'e aynı yolda demeçler verdirilmesini öneriyor. Ryan ise Panislamistler ile Bolşeviklerin İngiltere'ye karşı yaptıkları eylemlerden duyduğu kaygıyı şöyle belirtiyor: "Hareketin İslâm Dünyası açısından doğal ekseninin İstanbul olduğunu" yazıyor. Ryan Bolşeviklikten korkmuyor. Bolşevik onun gözünde en ideal biçimde anarşistlik olduğundan ezilecekti. Milliyetçilik ve Panislamizm ise ezilmesi mümkün olmayan cereyanlar. Ryan bu nedenle şu öneride bulunuyor: "İslam Dünyası'nı bölmek ve uzlaşmak gerekiyor. Çünkü 'Müslümanlar, Müslüman olmayanlar tarafından yönetilemez' ilkesinin tekrar canlandırılmasını istemiyoruz." (Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk Cilt I, s. 312-315'ten aktaran Milli Kurtuluş Tarihi Cilt II s.492) D. Avcıoğlu

Tüm bunlara ek olarak Loyd George'un ısrarı İngiltere'nin bu ana kadar Müslümanların başlıca koruyucusu olma unvanı tehlikeye giriyor. Buna karşın İngiliz Genel Kurmay Başkanı Sir Wilson olmak üzere tüm askerler karşı çıkıyorlar, direniyorlar. Bunlara bir de o zamanın Milli Savunma Bakanı Churchill'i de eklersek karşı politikanın gücünü görmek mümkün oluyor. Özellikle askerlerin görüşüne göre Yunanlıların Türkleri yenmesi olanaksız olduğuna göre, yapılacak tek şey Türklerle dostluk anlaşması yapacak Kafkas devletlerini Türk ordusu ile takviye etmek ve böylece gelişen Bolşevik Rusya'ya karşı güçlü bir "Kafkas Şeddi" oluşturmak İngiliz politikasının temel hedefi olmalıydı. Ama askerlerin çizmek istediği strateji İngiliz Başbakanı Lloyd George tarafından daha önceden reddedilmişti. Tüm bunlara ilaveten bu sefer de İngiliz Başbakanının karşısına Hindistan Bakanlığının politikası çıkıyor. Hindistan Bakanlığı politikasını Hindistan'daki duruma göre ayarlıyor: Hindistan Müslümanları genellikle İngilizleri tutuyor. Hindistan ordusunun çoğunluğu onlardan oluşuyor. Çünkü Hinduların boyunduruğuna girmektense, İngilizleri yeğ tutmak onların işine geliyor. Hindistan'da Müslüman olmayan Hinduların çoğunlukta olması bunun en önemli nedenlerinden biri. Bu durum İngilizlerin de işine geliyor. Hatta Birinci Dünya Savaşı'nda İngiltere ordusunda savaşan dominyon askerlerin çoğunu Müslüman Hintliler teşkil ediyor. Hindistan Müslümanları varlıklarını dinleri ile koruyorlar. Tek dayanakları bu oluyor. Aksi takdirde çoğunlukta olan Hindular arasında erimeye mahkum olacaklar. Bu açıdan Hilâfete dört elle sarılmalarına şaşmamak gerekiyor.

Bu arada Hinduların lideri Gandi İngilizlere karşı mücadelesini yürütürken son derece kurnaz davranıyor. Hinduların çok önemli isteklerini geri plana alarak Müslümanlarla işbirliğini güçlendirmek için onların isteklerini ön plana çıkarıyor: "Müslüman kardeşlerimizin davası önde gelir. Dini bir davadır. Hilâfet davasıdır. Onlar mademki dinlerini tehlikede görüyorlar, biz de onlarla beraberiz."

Böylece İngiltere için çok büyük tehlike teşkil eden Hindu-Müslüman işbirliği kuruluyor. Bu durum Hindistan'ın bağımsızlık mücadelesine yeni açılımlar getirerek İngiltere'nin buradaki durumunu son derece tehlikeye sokuyor. Bu da İngiliz İmparatorluğu'nu temellerinden sarsabilecek bir duruma getirebilirdi. Hindistan Bakanlığı bu tehlikeyi önlemek için devamlı olarak İngiliz Hükümeti'ne Türklerle yumuşak bir barış yapabilmesini, hatta Medine ve Mekke'nin Halife'nin egemenliğinde kalmasını öğütlüyor. Türkiye'nin istediğinden daha fazlasını Hindistan Bakanlığı İngiliz Hükümetinden istiyor. (Cumhuriyetin 50 nci Yıldönümü Semineri Atatürk'ün Dış Politikası Hikmet Bayar)

İngiliz Devleti tüm bunlardan sonra Bolşeviklerin Gürcistan ve Azerbaycan'ı işgal etmesi ile planını değiştirmek zorunda kalıyor. Böylece İngiliz Birlikleri Kafkasya'dan çekilmeye başlıyorlar. Yalnızca çok küçük bir garnizon bırakıyorlar.

İngilizlerin çekilmesinin ardından bölgede İtilaf denetiminde bağımsız devletler kurma girişimleri yaşandıysa da bu, hem Bolşeviklere, hem de Anadolu Hareketine zararlı olduğu için başarısız oldu.

T.B.M.M. Hükümeti daha kuruluş aşamasından başlayarak bölgede Bolşevik yönetime karşı çıkmadı. Çünkü hem Doğu cephesini güvenceye almaksızın Anadolu'da savaşını sürdürmesi olanaksızdı, hem de bağımsız devletler Bolşeviklerden gelecek askeri ve parasal yardımın önünde engeldiler. (Türk Dış Politikası Cilt I s. 166 E. Tellal)

Bu arada Irak'taki Şeyh Mahmut İsyanı, İngiliz yönetiminin buralarda pek tutulmadığını gösteriyor. Irak'ın en önemli zenginliği petrol. Petrol de Musul'da bulunuyor. Musul'un ise, petrol yataklarından başka bir özelliği de sunni halkın çoğunlukta olması. Eğer, İngiltere Irak'ta kalacaksa, Güneydeki Şii çoğunluğuna karşı kuzeydeki sunni çoğunluğun bir nevi dini denge unsuru olması gerekiyordu. Ayrıca Irak'taki askeri hareket sonunda İngiliz hazinesi büyük bir mali külfete de giriyordu. İngiliz askeri ve yöneticilerinin maaşları, Osmanlı borçlarının Irak'a düşen kısmı, yeni kurulan Irak Ordusunun silah ve gereçlerinin temini ve bakımı, epey pahalıya mal oluyordu. Bu masrafların Musul petrollerinden gelecek olan gelirlerle karşılanacağı düşünülüyordu. Genellikle İngiltere'nin Irak'taki amaçları Hindistan ve İmparatorluk ticaret yolunun güvenliği ve aynı zamanda İran ve Musul petrollerinin korunmasını hedefliyordu. Fakat Uluslararası olayların gelişmesiyle, yeni amaçların ortaya çıkması, yeni perspektiflerin doğmasına neden oldu. (İngiliz Belgeleriyle Musul Sorunu s. 39-40 Dr. Kemal Melel)

Sonuç olarak, artık 1920 başlarında Azerbaycan ve Ermenistan'ın Batı gündeminden çıkmasından sonra "KAFKAS ŞEDDİ" çizgisi Batılıların, özellikle İngilizlerin Türkiye'ye doğru kaymasına neden olmuştu. Hem Bolşevizmin yayılması, hem de Batı'nın Orta-Doğu'daki çıkarlarının korunması için Sovyet Rusya'ya karşı çekilen çizginin artık daha güneyden çizilmesi gerekiyordu. Bu durumda çizginin bir ucu Boğazlar'a diğer ucu Musul Bölgesine uzanıyor. Batı bu iki nokta arasında duran Türkiye'yi Sovyetler'den koparıp kazanmak gereğini açık açık görmeye başlamış ve yeni politikalar üretme yollarını aramaya koyulmuştu. (Milli Mücadele'nin Sosyal Tarihi s. 327 D. Ergil)

Böylece Çarcı generallerden ümidini 1920 başlarında kesen Batı, özellikle de İngilizler artık Bolşevik Rusya'yı bırakmak zorunda kaldılar. Yüzlerini Türkiye'ye yeni bir TAMPON ülke olarak çevirdiler.

Hünkar İskelesi Antlaşmasından beri Çarlık Rusya ve İngiliz İmparatorluğu arasında, Hindistan yolu üzerinden, TAMPON bölge görevini yerine getiren Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra yeni kurulacak Türkiye Cumhuriyeti bu görevi üstlenecektir.

Bu durum Sovyetler Birliği açısından da son derece önemliydi. Çünkü; Sovyet rejiminin çıkarları güneyde bir TAMPON bölge yaratarak rahatlamayı gerektiriyordu ve bu yüzden Milli Mücadele'ye verilen destek, hareketin anti-emperyalistliği ile ilgili değildi. Lozan görüşmeleri sırasında Sovyetler Birliği delegesi Çiçerin, İngiliz Lordu ve Dışişleri Bakanı Lord Curzon'a şunları söylemişti: "İngiliz muhafazakârlığının en iyi gelenekleri Rus ve İngiliz nüfuz bölgeleri arasında bir ara duvar örmekti. Biz de şimdi Türk halkının özgürlüğü ve egemenliği temeli üzerinde bu duvara dayanarak aynı şeyi önermekteyiz." (Fikret Başkaya)

Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, bir yandan Sovyetler Birliği tarafından "Güney sınırlarının güvenliği için güvence olarak görülürken, diğer yandan Batı tarafından 'Sovyetlerin Akdeniz'e ve Hindistan'a inmesini engelleyen bir barikat olarak görülmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin "Tampon bir cumhuriyet olarak kurulduğu"nun söylenmesi de zaten Türklerin onu ilelebet yaşatma arzu ve iradesine verilmiş bir cevap değil, o günkü dünya nizamını kuran büyük güçlerin TC. devletine yükledikleri anlam ve önemi anlatır.

--------------------------------------------

(*) M. Kemal'in kongreyi açış nutku, kongrenin en önemli belgelerinden biridir. Atatürk bu konuşmasında, hem emperyalistlere karşı tutumumuzu hem de rejimin gelişme yönünü ortaya koymuştur. Bu bakımdan, bu konuşma üzerinde ısrarla durmak gerekir. M. Kemal açış konuşmasında uzun uzun milletlerin iktisadi gücünün tarihi gelişmelerindeki rolünü anlatmıştır. M. Kemal'e göre; "Tarih, milletimizin itila ve inhitatı esbabında ararken birçok siyasi, askeri, içtimai sebepler bulmakta ve saymaktadır. Şüphe yok bütün bu sebepler hadisatı içtimaiyede müessirdirler.

"Bir milletin doğrudan doğruya hayatıyla alakadar olan o milletin iktisadiyatıdır. Tarihin ve tecrübenin teksif ettiği bu hakikat bizim milli hayatımızda ve milli tarihimizde tamamen mütecellidir. Hakikaten Türk tarihi tetkik olunursa itila, inhitat esbabının iktisadi meseleden başka bir şey olmadığı derhal anlaşılır."

Milletlerin bağımsızlıkları açısından bu görüşün mantıki sonucunu M. Kemal şöyle çıkarıyor: "İstiklali tam için şu düsturu var: Hakimiyeti milliye, hakimiyeti iktisadiye ile tarsin edilmelidir... Siyasi ve askeri muzafferiyetler ne kadar büyük olursa olsun iktisadi zaferle tetviç edilemezse semere, netice payidar olamaz."

Osmanlı Devleti iktisadi bağımsızlığını koruyamadığı için siyasi bağımsızlığını da kaybetmiştir.

"Milletin duçar olduğu bu hazin hal ve sefaletin esbabını arayacak olursak doğrudan doğruya Devlet mefhumunda buluruz."

Görüldüğü gibi M. Kemal, bir devrimci olarak devletin muhtevasına eğilmiştir. Gerçekten her devrimin özü siyasi iktidarın, devletin sınıfsal niteliğidir. Osmanlı Devleti Batı sömürgeciliğinin bir aracı haline gelmiştir.

"Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır."

M. Kemal Osmanlı Devleti'nin bir sömürge haline geldiğini açıkça ifade etmektedir: "Osmanlı ülkesi ecnebilerin müstemlekesinden başka bir şey değildi."

Somut olarak sömürgeleşmiş bir devlet nedir? M. Kemal bunu şöyle tanımlıyor: "Bir devlet ki tebaasına koyduğu vergiyi ecnebilere koyamaz; bir devlet ki gümrükleri için rüsum muamelesi vesaire tanzimi hakkında menedilir; bir devlet ki ecnebiler üzerinde kaza hakkını tatbikten mahrumdur. O devlete müstakil denemez."

Bu sözler son derece önemlidir ve Kurtuluş Savaşımızın temel hedefini ortaya koymaktadır: Sömürge devleti yerine tam bağımsız bir devlet kurmak.

"Bugün cihan bilsin ki bu millet tam istiklalin temin edildiğini görmedikçe yürümeğe başladığı yoldan bir an tevakkuf etmeyecektir." (Taner Timur)

(**) 4 Şubat'tan 23 Nisan'a kadar ara verilen Lozan Konferansı'nın ikinci dönem hazırlıkları sırasında Lord Curzon 13 Şubat günü Lordlar Kamarası'nda yaptığı önemli bir konuşmada şunları söylüyor: "Lozan'a Ankara'yı Sovyetler, İran ve Afganistan'dan uzaklaştırmak ve Batı dünyasına kazanmak için gittik."

A. Hamdi Dinler

Kızılcık Dergisi Sayı 58

2014 OCAK-ŞUBAT   

Bookmark and Share

21/11/2024 Bugün845 ziyaret var  Sitede 33 Kişi var  IP:18.118.0.48