Açılım 1 :
TÜRKİYE’NİN KRİZİ
Eşit olmayan gelişme yasası kapitalist ülkelerin farklı hızlarda geliştiği gerçeğini formüle eder. Ama, bunun tam terside geçerlidir; eşit olmayan yıkım yasası. Üretici güçlerin gelişim hızı ve şiddeti ülkeden ülkeye değiştiği gibi, kapitalist dünya sisteminin genel buhranı koşullarında bu güçlerin yıkım hızı ve şiddeti de ülkeden ülkeye değişir. Türkiye, üretici güçleri en şiddetli yıkıma maruz kalan ülkelerin başında geliyor.
Kaba istatistiksi verilere bir göz atmakla bile kapitalist üretim ilişkilerin üretici güçleri geliştirme kapasitesini yitirmiş olduğu, maddi yaşamın üretim biçiminin maddi yaşamın üretimini açıkça engellemeye ve hatta yıkıma uğratmaya başladığı görülüyor. 1950’den bu yana, geçen elli yılda, üretim yeteneğinde tam bir kayıp söz konusu. Yıllık üretim artış hızı söz konusu dönemin son on yılında ilk on yılına göre yarıya inmiş durumda. Üstelik inmeye de devam ediyor. Bir bütün olarak üretim düzeyine değil, kişi başına üretim düzeyine bakacak olursak daha da vahim bir durumla karşılaşırız.
Son dönemde kişi başına GSMH artış hızı %1’i bile bulmuyor. Öte yandan, yerlere serilen sadece üretici güçleri geliştirire bilme kapasitesi değil, onun yanında, ekonomik yapının istikrarı da kayıplara karıştı. Son on yılda ekonomi sürekli ve şiddetli krizlerle sarsılır oldu. Her kriz bir öncekinden daha derin ve her çıkış bir öncekinden daha zayıf. Artan sıklık ve şiddetle gelen böylesi krizlere hiçbir toplumsal yapı dayanamaz. Verili tablo, pratik olarak, kapitalist sistemin iflasına işaret etmektedir. İflas ise ne bugünün olayıdır, ne de burjuvazinin iddia ettiği gibi kötü yönetimin sonucu. Onun tarihi gelişiminin doğal sonucudur.
İktisadi kriz Türkiye’de kapitalizm oldukça geç bir aşamada gelişmeye başladı. Gelişmeye başladığı aşamada verili olan teknoloji için sermaye birikimi çok az, bu teknolojiyle karlı bir üretim yapabilmek için pazarı son derece dardı. Bir işe, elinde ne varsa onunla başlarsın. Sermaye sahipleri sınıfları da öyle yaptı. Gümrük duvarlarıyla koruma altına aldığı küçük iç pazarın talep ettiklerini elindeki son derece cılız sermaye ile üretmeye girişti. Başlangıcının verili koşulları kapitalist üretimin daha sonra kazanacağı yapıyı belirledi: Esas olarak iç Pazar için, daha ziyade dayanıklı ve tüketim malları üreten ithal ikameci bir yapı kendisini dayattı.
Hiçbir burjuva kendine cesaret veren bir Pazar olmadan yatırım yapmaz. Yatırıma cesaret veren Pazar ise halkın gündelik tüketimiydi. Geniş bir tüketim malları sektörü ortaya çıkmadan yatırım ve ara malları sektörü için güven verici bir Pazar oluşmaz. O nedenle, özel yatırımlar tüketim sektörüne yönelirken gerekli ve mümkün olan yerlerde sermaye malları sektöründe yatırım kamu tarafından yapıldı. Bu ekonomik yapı içinde üretimi geliştirmek iç pazarı genişletmekle mümkündü. Bir yandan tarımsal üretimin daha büyük kesiminin yaşam malları için pazara başvurması sağlanırken, diğer yandan hem işçilerin hem de tarımsal üreticilerin reel gelirlerinin arttırılması yoluyla Pazar genişletilmekteydi.
Tüketim sektörüne dayanan iç pazara yönelik “kalkınma” üretici güçlerin 1970’lerin sonuna kadar, özellikle de 1950 ve 1960’lı yıllarda, büyük bir hızla gelişmesine olanak sağladı. Ama içerdiği çelişkilerle birlikte: tüketim sektöründe artan yatırım ve üretim miktarı, yatırım ve ara malı ithalatında artışa neden oluyordu. Oysa verili üretim pazara yönelikti, ihracata değil. O nedenle, ihtiyaç duyulan üretim mallarını ithal etmek için gerekli döviz kazanılamıyordu. Sermaye mallarında ithal ikamesi, yatırım ve ara malı üretimine geçiş ise iki nedenle mümkün olmuyordu. Birincisi, tüm dünyada korumacı eğilimlerin güçlü olduğu, iç pazarların korunduğu bu dönemde sermaye malları için garantili tek Pazar ulusal tüketim malları sektörüydü. Söz konusu sektör ise yüksek verimliliğe sahip bir sermaye malı sektörü için fazla küçüktü. İkincisi, sermayenin organik bileşimi aradan geçen kırk yılda çok daha fazla yükselmişti. Kitle tüketimine cevap verebilecek kitlesel üretim büyük sermaye yatırımlarıyla mümkündü. Bu denli büyük bir sermaye birikimi ise Türkiye burjuvazisinde yoktu.
İç pazara yönelik kalkınma yolunun içerdiği çelişkiler, önceleri, dış yardımlarla çözülüyordu. Dış yardımlar dış ticaret kapatıyordu. Böylece ithalat ve dolayısıyla kalkınma mümkün oluyordu. Fakat, kapitalist dünya sisteminin 1970’li yıllarda girdiği uzun kriz ve uluslar arası piyasaların ve ilişkilerin değişen durumu Türkiye’yi de şiddetle etkilemeye başladı. Hükümetten hükümete veya Dünya Bankası gibi uluslarüstü kurumlardan hükümetlere verilen kredinin yerini mali piyasalardan hükümetlere verilen krediler almaya başladı. Bu değişiklik aşırı miktarlara ulaşan ve küçük karlara bile razı hale gelen, o nedenle de dünyanın her yerine gidip borç vermeye çalışan mali sermayenin ihtiyaçlarına uygundu. Öyle ki, 1970’li yıllar azgelişmiş ülkelere son derece uygun koşullarda büyük miktarlarda borcun aktığı yıllar oldu. Fakat, 1979 yılında ABD dünya mali piyasalarına alıcı olarak girmeye başlayınca durum değişti. Bu ülke öylesine büyük bir alıcıydı ki, mali piyasaların yönü hızla ABD’ye döndü. Artık azgelişmiş ülkelere net sermaye girişi sona ermiş onun yerine net sermaye çıkışı almıştı. İşte bu olay Türkiye’nin dış borç yoluyla diş ticaret açıklarını kapatarak iç pazara yönelik gelişiminin bitişine son noktayı koydu. 1979 yılından itibaren Türkiye net sermaye ihracatçısı haline geldi. “yetmiş çente muhtacız” sözü bugünkü başbakanla birlikte o dönemden kalmadır.
İç pazara yönelik kapitalist gelişim doğal sınırlarına ulaşmış ve yolun sonu görünmüştü. Türkiye’de burjuva üretim ilişkileri kendi “uzun krizi”ne girdi. Verili sermaye birikim modeli ile bu krizden çıkmak mümkün değildi. Bundan sonra, ya ekonomide bir yapısal dönüşüm olacak ve ihraç ekonomisi ortaya çıkacaktı, ya da üretici güçler kamulaştırılacak ve burjuva üretim ilişkileri altında sınıra dayanan bağımsız ekonomik gelişim başka üretim ilişkileri içinde yoluna devam edecekti. Gidişin yönünü tayin edecek olan ise sınıf mücadelesiydi. Nitekim 12 Eylül darbesi gidişin yönünü tayin eden şiddetli bir darbe oldu. İşçi sınıfı ve onun örgütlü kesimleri bu darbeye karşı koymayı, onu etkisizleştirmeyi başaramadılar.
Sonraki yıllarda uluslar arası alanda işçi sınıfı hareketine yönelik saldırıyla da birleşen bu darbenin yol açtığı yıkım hala şiddetle hissediliyor. Darbenin 24 Ocak kararlarında formüle edilen hedefi, kısaca tarif etmek gerekirse, bir yandan işçi ve emekçilerin, tarımsal üreticilerin reel gelirlerini düşürmek yoluyla iç pazarı küçültmek ve böylece burjuvaziyi ihracata zorlamak, diğer yandan da değeri düşük TL. KDV iadesi gibi tedbirlerle burjuvaziyi ihracata teşvik etmekti. Düşük maliyetin yanı sıra sermayeden alınan vergilerin düşürülmesi gibi mali politikalar sayesinde yükselen kar oranları sayesinde sınai kesimde sermaye birikimini hızlandıracaktı. Bunun yanı sıra, sermaye yüksek reel faizle bankacılık sisteminde toplanacak ve merkezileştirilecekti. Böylece dünyayla rekabet edebilecek yeni yatırımlar için kaynak oluşturulacaktı. Dünya pazarlarında rekabet edebilecek kapasitedeki yeni yatırımlar için bir başka önemli kaynak da düşük ücretlerin çekiciliğine kapılmış yatırıma yabancı sermaye girişi olacaktı. Kağıt üzerinde her şey iyi duruyordu. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.
Aslına bakılırsa, planın ilk bölümü başarıyla uygulandı. İşçi sınıfı için düşük ücret ve yüksek işsizlik, yarı-proleter ve küçük tarım üreticisi için topraklarının kaybı ve proleterleşme, orta direk adını verdikleri küçük ve kısmen de orta burjuvazi için iflaslar ve proleterleşme ve en nihayetinde yüksek reel faizlerle güçlenen mali sermaye planın gerçekleşen bölümüydü. Biriken sermaye ve yabancı sermayeye dayalı yüksek yatırım oranı yoluyla dünya pazarlarında rekabet edebilecek bir ekonominin inşası ise kağıt üzerinde kalan bölümü oldu. Ücretlerin ve tarımsal fiyatların düşük tutuluşu yoluyla maliyetlerin düşürülmesi ve TL’nin değerinin düşük tutulması sayesinde fiyatların aşağıya çekilmesinin yarattığı uluslar arası rekabet imkanı darbeden sonraki 7 yıl boyunca ihracatın artmasına ve ihracat içinde sanayi ürünlerinin öne çıkmasına yol açtı. Ama, 1987 yılına gelindiğinde mevcut sınai işletmelerin kapasite kullanımı doygunluk noktasına ulaşmıştı.
Bu aşamadan sonra, ihracatı artırmak ancak yeni yatırımlarla mümkün olabilirdi. Ama içte biriken sermaye yeni yatırımlarla kaynak oluşturmadığı gibi, yabancı sermayenin geldiği de yoktu. Bu arada kar oranlarını artırmak ve sermaye birikimini hızlandırmak için sermayeden alınan vergiler büyük ölçüde düşük tutulmaktaydı. Vergilerde düşüş bütçe açıklarına yol açıyordu ve açıklar mali piyasadan borçlanılarak kapatılıyordu. Böylece bir taşla iki kuş vuruluyordu. Hem burjuvaziden daha az vergi alınarak kar oranı yükseltiliyor, hem de mali piyasada sürekli artan bir talep oluşturarak reel faizler yükseltiliyor ve mali sermaye semirtiliyordu. Ne var ki, uygulamanın sonucu hiç de umulduğu gibi yeni yatırımlara yönelme olmadı. Tam tersine, düşük vergilerin açığını kapatmak için alınan iç borçların yol açtığı yüksek reel faizler karlarla rekabet etmeye, faiz katma değerden kar payını tırtıklamaya başladı. İhracata yönelik saniyeleşme stratejisinin tıkanmaya başladığı noktada işçi sınıfının sendikal mücadelesi de yükselmeye başlamıştı. İşçiler yedi yılın getirdiği reel ücret kayıplarını telafi etmeye çalışıyorlardı. 1987 yılı grev sayısında da greve katılan işçi sayısında da büyük artışlara şahit oldu. 1989 yılı ise bahar eylemleri adını alan yangın ve genelleşmiş işçi eylemlerine sahne oldu. Böyle devam edemezdi. Sermaye birikim modelinde yenilenme zorunluluğu kendini dayatmaktaydı.
Uygulanan ekonomi politikaya karşı yükselen toplumsal hoşnutsuzluk, bunun açık ifadesi olarak işçi eylemleri iç pazarı baskı altında tutmayı giderek imkansızlaştırırken kapasite kullanım oranının iyice yükselmiş olması ve yeni yatırımların olmayışı ihracata dayalı gelişimin yolunu kapatıyordu. Bir kere daha iç pazara yönelme zorunluluğu ortaya çıkıyordu. Fakat, meydana gelecek dış ticaret açıklarını kapatarak ithalatı devam ettirmenin yolu bulunmalıydı. Bulunan çözüm TL’nin konvertibl hale getirilmesi, Türkiye’nin uluslar arası mali piyasalarla bütünleştirilmesi ve ülkeye sıcak paranın girişinin sağlanmasıydı. Böylece ücretlere yapılan yüksek zamlar ve iç ticaret hadlerinin tarım lehine düzeltilmesi ile sermaye hareketlerinin serbestleştirilmesi aynı yılda gerçekleşti. Reel ücretler hızla yukarı tırmandı. İki-üç yıl içinde seksen öncesi düzeylerine yaklaşmıştı bile. İç ticaret hadleri de tarım lehine değişti. Tarımsal üreticinin geliri de artmaktaydı. Öte yandan, yeni dönemde gelmesi arzulanan doğrudan yabancı yatırımların yerini sıcak para aldı. Yatırım için gelmiyorsa eğer, faiz için gelmeliydi. Ama muhakkak gelmeliydi.
Böylece o güne kadar ihracatı teşvik etmek için uygulanan düşük değerli TL yerini, sıcak para girişini teşvik etmek için yüksek değerli TL politikası aldı. Yüksek reel faiz hadlerine değerli TL’nin sağladığı arbitraj karı da eklendiğinde sıcak para için tatlı karlar söz konusuydu. Bol miktarda sıcak para ülkeye girince ithalatın önündeki döviz sınırları da ortadan kalkıyordu. İç pazara yönelik üretimin sebep olduğu dış ticaret açığı sıcak para girişi ile kapatılabilirdi. Böylece, ekonomi bir kere daha iç pazara yönelebilirdi. Hem bu sayede gelişen işçi sınıfı mücadelesi ile tarım kesiminin yükselen muhalefeti de kontrol altına alınabilirdi. Gerçi ihracata yönelik sanayileşme stratejisinden sapılıyordu ama, artık her tedbir günü birlik olmaya başlamıştı. Gerçi yüksek reel faiz değerli TL kuru sayesinde iyi kar getiriyordu ama işin içinde olan herkes bu işin, saadet zinciri gibi, bir yerden kırılacağını da biliyordu. Her geçen yıl büyüyen dış ticaret açığı da, sürekli yükselen iç ve dış borç ödemeleri de hızla sürdürülmesi imkansız bir seviyeye ulaşıyordu. Bu sapma baş yıl devam edebildi.
Sonunda, önceden görülen gerçekleşti ve 1994 yılında büyük bir kriz patlak verdi. Beş yıllık bir kaçamaktan sonra patlayan kriz verili kapitalist dünya sistemi içinde ihraç ekonomisi haline gelmekten başka çıkar yol olmadığını bir kere daha gösterdi. IMF de görmek istemeyenlerin görmesine yardımcı oldu. Dışarı kaçan yabancı sermayenin girişine önayak olabilir ve böylece iç ve dış borçların döndürülmesini sağlayabilirdi. Dolayısıyla, ekonomi krizden çıkardı. Fakat, işçilerin ve emekçilerin reel gelirlerini düşüren ve böylece iç pazarı baskı altına alıp ihracatın gelişimine bağlanan sermaye birikim modeline geri dönmek koşuluyla. 1994 krizini takip eden süreçte tekelci burjuvazi görüşünü tamamen netleştirdi. İç pazarın efektif düzeyi mevcut sermaye birikimi için fazla küçüktü. Ortaya çıkardığı ithalat ihtiyacı ise ciddi bir handikaptı.
Öte yandan, ihracat ve dünya pazarında rekabet için mevcut sermaye birikimi yetersizdi. Sıcak para girişi iç pazarı ve ithalat olanaklarını genişletme bile yeni yatırımlar için hiçbir temel sunmadığı gibi gidiciydi ve giderken büyük krizlere yol açıyordu. Dünya pazarına açılabilmek için yabancı sermayeyle ortaklıklar kurmak zorunluydu. Öyleyse, yapılacak iş siyasi ve iktisadi ortamı yatırıma yönelik yabancı sermaye için cazip hale getirmek ve ihracata yönelmekti. Elbette, egemen blok ve onun yönetici eliti biliyor ki, ihraç ekonomisi stratejisinin başarılı bir uygulaması bile Türkiye’yi belli başlı sanayileşmiş ülkelerle dünya çapında rekabet edebilecek bir gelişmişlik düzeyine taşıyamaz. Öyleyse, yabancı sermayeye bağlı yatırım atağı ve ihraç ekonomisinin gerçek pazarı bölge ülkeleri, en başta Kafkasya olacaktır. Ama bu pazarın da az çok garanti altına alınması gerekmektedir. Bölge ülkeleri, başta petrol ve doğalgaz olmak üzere, büyük yer altı zenginliklerine sahipler. Yer altı kaynakları tam kapasiteyle işletilmeye başlandığında gelirlerinde muazzam bir artış olacak. Ortaya çıkan zenginliğin çoğu emperyalist şirketlerin kasasına gidecek olsa da, geride kalan bile pazarı iştah açıcı bir oranda genişletebilecektir.
İç pazar için fazla büyük, dünya pazarı için fazla küçük sermaye birikimiyle Türkiye bu pazara güçlü bir şekilde yerleşmek istiyor. Böylece yabancı ortaklıklar tarafından güçlendirilmiş mevcut sermaye birikimi genişlemeyi sürdürebilecektir. Malların ve paranın ihracıyla siyasi ve askeri etkinliğini ihracı tarihte daima birlikte olmuş ve birbirlerinin elini güçlendirmişlerdir. 1994 yılından itibaren bir kere daha ve artık kararlılıkla uygulanan iç pazarı baskı altına alarak ihraç ekonomisine yönelme stratejisi, bölgede siyasi ve askeri etkinliğin geliştirilmesi stratejisiyle birlikte yürüyor. İç Pazar yönelimli birikim modellinin dış siyaset stratejisi olan “yurtta sulh, dünyada sulh” yerini ihraç ekonomisinin stratejisine “bir koyup, üç alalım”a bıraktı. Bu slogan, yeni delikanlı bir yayılmacılığın kendi gücünü tanımayan, maceraperest ve kumarbaz yanıydı. Derslerini alıp güçlerinin sınırlarının farkına vardılar. Şimdi bölge gücü olma politikası maceradan çok daha uzak, geçmiş döneme göre belirgin bir akıl eşliğinde yürütülüyor.
Siyasi kriz: temsil krizi ve rejim krizi Mali sermaye, 80 sonrasında, kendi politikalarını hayata geçirmeyi ve bu politikaların tüm toplumun ortak çıkarlarını ifade ettiğine işçi sınıfı ile burjuvazinin diğer kesimlerini inandırmayı başarabildi. Böylece, gerçekte kendi çıkarlarının ifadesi olan politikaları uygulamak için toplumun diğer kesimlerinin de rızasını aldı ve hegemonyasını kurdu. Hegemonyası öylesine güçlüydü ki, öz örgütü olan ANAP uzun yıllar süren koalisyonlar döneminden sonra ilk defa tek başına iktidara gelebildi. Bununla birlikte, bir yandan bu politikaların diğer sınıf ve kesimler üzerinde yol açtığı muazzam tahribat, diğer yandan kapitalizmin krizinin her geçen günle birlikte derinleşmesi ve mali sermayenin üretici güçleri geliştirerek bu krizi aşacak olanağa sahip olmadığının açığa çıkması, kısa zamanda politikaları için toplumdan aldığı rızayı ve partisi için sağladığı desteği eriterek Hegemonik gücünün zayıflamasına neden oldu. Aradan daha on yıl geçmeden, anayasası yüzde onluk bile destek bulamaz, öz partisi iktidarda kalamaz oldu. Rızanın yerini itiraz aldı. Hegemonyası eriyip giden mali sermaye burjuvazinin diğer kesimleriyle ittifaka girmek zorunda kaldı. Bu zorunluluğun ifadesi ANAP iktidarının yıkılması ve onun yerine DYP-SHP koalisyonunun almasıydı. DYP ve SHP’nin yelkenlerini şişiren rüzgar işçi sınıfının ve cunta ile ANAP’ın politikalarından şiddetle zarar gören burjuva kesimlerin bu politikalarının tasfiyesi yönündeki yakıcı talepleriydi. Gerek DYP, gerekse SHP “konuşan, örgütlü Türkiye” sözleri ve sendikal örgütlenme konusundaki vaatleriyle işçi sınıfını, yüksek taban fiyatları vaadiyle kırsal burjuvaziye, ucuz kredi ve vergilendirilmeyen kesimlerin vergilendirilmesi vaatleriyle de sınai burjuvaziyi yanına çekti.
Her siyasi parti bir sınıfın çıkarını temsil eder. Öte yandan, gene her siyasi parti bu sınıfın farklı kesimleri arasındaki belirli bir güç dengesini de temsil eder. Sadece sınıfın genel çıkarlarını temsil eden veya sadece sınıfın belli bir kesiminin çıkarlarını temsil eden bir parti yoktur. Dolayısıyla, ANAP iktidarı mali sermaye ile burjuvazinin diğer kesimleri arasındaki belli bir dengeyi temsil ederken, DYP ve SHP bu sınıfın çeşitli kesimleri arasındaki farklı bir dengeyi temsil eder. DYP-SHP koalisyonu, özellikle de kırsal burjuvaziye verilen vaatler temelinde, mali sermaye ve iş ilişkileri ile mali sermayeye bağlı olduğu için onunla ortak çıkarlara sahip kesimlerle burjuvazinin diğer kesimleri arasında bu ikinciler lehine değişmiş bir ittifakın siyasi temsilcisi oldu. Burjuvazinin herhangi bir siyasal temsilcisinden beklenebileceği gibi, ilk iş “konuşan ve örgütlü Türkiye” konusundaki bütün vaatlerini unutmak ve sendikal örgütlenme, özellikle de memurların sendikal hakları konusundaki bütün sözlerini yalayıp yutmak; ikinci işi ise, geçmişe göre yüksek taban fiyatlarıyla kırsal burjuvazinin konumunu pekiştirmek; üçüncüsü de, vergi yasasında yaptığı değişikliklerle bankaların pratikte yüzde 8 olan vergi oranını yaklaşık üç kat artırıp yüzde 25’e çıkarmak ve para politikasıyla devlet bono ve tahvillerinin faiz politikasını eşgüdümleştirip kredileri ucuzlatacak şekilde faizleri aşağıya çekmek oldu.
Yine de bu kısmi önlemler ne mali sermayenin işlerini derleyip toparlayabilir, ne de burjuvazinin diğer kesimlerinin sorunlarına az çok güçlü bir çözüm olabilirdi. Nitekim iktidarda kaldığı süre tam bir fiyaskoyla sonuçlandı ve krizin devam etmesiyle birlikte burjuva içi kesimlerin ittifakı üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başladı. Durumu fark eden Demirel’in kapağı cumhurbaşkanlığına atmasıyla birlikte boşalan DYP genel başkanlığı ve başbakanlık koltuğu için yapılan kongre DYP içinde mali sermaye ile burjuvazinin diğer kesimleri arasında yeni bir mücadeleye sahne oldu. Mücadeleyi kaybeden mali sermaye oldu. Küçük ve orta burjuvazinin örgütü TOBB’ UN başkanı Yalım Erez bir aydan uzun bir süre için bütün işlerini bırakıp Ankara’ya taşındı ve bütün güçüyle Tansu Çiller’in genel başkanlığı ve başbakanlığı için çalıştı. Çiller, DYP olağanüstü kongresinden, küçük ve orta burjuvazinin desteğinin yanında Bozkurt selamlarıyla genel başkan ve başbakan olarak çıktı.
Böylece DYP içinde iktidarı mali sermaye ile iç pazara yönelimli sermaye arasında bu ikinci kesime verecek daha ileri tavizlere dayalı bir ittifakı savunan kesimin eline geçti. Refah Partisinin yükselişi temsil krizinin derinleşmeye başladığının göstergesi olduğu gibi, bu krizin derinleşmesine de hizmet etti. Burjuva siyasal yaşam açısından sorun sadece partilerin oy kaybına uğraması değildi. Hatta, siyasal rejimin şu veya bu özelliğine muhalefet eden bir partinin yükselmesi de değildi. Bunların yanı sıra çok ciddi bir sorun seçmenin belli bir sınıfsal yarılmaya uğramasıydı.
Refah Partisi yoksulların partisiydi. Halefleri de öyle. Söz konusu yarılma, ordunun geleneksel devletçi laiklik çizgisiyle birlikte, 28 Şubat’ın altında yatan nedendir. Bu post-modern darbenin deklarasyonu siyasal tehlike sıralamasında islamı birinci sıraya yerleştirirken Türkiye’nin stratejik hedefinin AB olduğunu açıklıyordu. 28 Şubat’tan sonra siyasi İslam her alanda saldırıya uğradı. Siyasi temsilcileri mahkemelerde yargılandı, militan kitlesi camilerden dışarı çıkarılmadı ve en nihayet doğrudan doğruya temsilcisi olduğu burjuva kesimlere, bu kesimlerin önde gelen şirketlerine saldırdı. Militarizmin ve mali sermayenin ordusu medyanın o tarihten sonra düzenlediği geniş çaplı saldırılar RP’ni hızla teslimiyet çizgisine çekti. Ama bu savaşta esir alınmıyor, teslim olanın canı bağışlanmıyor. Dolaylısıyla, teslimiyetçi çizgisi RP’yi, hatta halefi Fazilet Partisi’ni dahi kapatılmaktan kurtaramadı. Militarizm ve burjuvazinin güçlü saldırıları siyasi islamı çok daha uzlaşmacı bir çizgiye çekmiş olsa da, onun kitle tabanını mali sermayenin çizgisine çekmeyi başaramadı. Egemen bloğun bu kesiminin politikalarına en yüksek sesli itirazları dillendiren MHP, FP’nin kitle tabanını siyaseten temsil etmeye başladı. MHP’nin yükselişi yıkıma uğrayan toplumsal kesimlerin siyasi tutumlarındaki kararlılığa işaret ediyor. Bu parti FP’nin seçmenini “ürkek değil, erkek politika” sloganıyla yanına çekmişti.
Seçilen slogan seçmenlerin RP ve FP’nin mali sermaye ve ordu karşısında takındığı ürkek, teslimiyetçi tavra yönelik eleştirisini ve bu nedenle söz konusu partilere karşı oluşan güvensizliği ifade ediyor ve seçmenlere MHP’ye güven duyabilecekleri mesajını veriyordu. Elbette bu parti FP ve selefleri gibi siyasi rejimin temel tezlerine muhalefet etmiyor. Tam tersine, 12 Eylül’den sonra dini argümanlar tarafında daha fazla belirlenen bir çizgiye sahip olsa da, esas olarak siyasi rejimin tezlerinin militan bekçisidir. Dahası, bu siyasi rejimle bütünleşmiş olan geleneksel devlet tipinin de tavizsiz savunucusudur. Hatta öyle ki, beklenmedik seçim zaferi siyasi rejimle sorunu olmasa da devlet tipini değiştirmek, militarizmin ve bürokrasinin devlet üzerindeki etkinliğini kırmak, siyaseti ekonomiden mümkün olduğu kadar uzakta tutarak kitlelerin siyaset üzerinden ekonomiye müdahil olmasını engellemek ve sonuçta sermaye piyasalarının devlet iktidarı üzerinde tam ve dolaysız egemenliğini kurmak isteyen mali sermayede şaşkınlık yarattığı kadar tedirginlik ve korku da yarattı. O günden sonra tekelci medyanın bu partiyle ilişkisinin esası onu merkeze çekmeye çalışmak oldu.
Şimdi, üç yıllık hükümet pratiğinden sonra MHP’nin uzlaşmacı tavrı aynı kitlelerde güven kaybına yol açıyor ve bu sefer SP ve AKP onun sloganını kendisine karşı kullanıyorlar. Zaten, tam da bu nedenle ve seçimlerin yaklaştığı görüldüğü içindir ki, bu parti uzlaşmaz rolüne geri dönmüştür. Çünkü kitlelerin, yıkıma uğrayan toplumsal kesimlerin aranışı hızını hiç kesmeden devam ediyor. Topraklarını yitiren ve kırlardan kopup şehirlerin varoşlarında gettolar oluşturan işsizlerle giderek işsizleşen ve yoksullaşan işçi ve emekçiler IMF politikalarını uygulayan siyasi partilerden hızla uzaklaşıyorlar. İktidara gelip de bu politikaları hayata geçirmeye soyunan partiler bir sonraki seçimlerde barajı geçemez hale geliyorlar. Öte yandan, en imkansız hükümetler bile itilmedikçe yıkılmıyor. Tarihimizin en olmayacak koalisyonu siyası tarihimizin en uzun ömürlü koalisyonu oldu. İktidar ortağı iki partinin oy oranı barajın çok altında, yüzde beşlerde, üçüncü partininse barajın sınırında seyrettiği bu hükümet kitle desteğini tamamen yitirmiş olduğu halde, sapasağlam yerinde durdu. Çünkü, burjuvazi içinde mali sermaye dışında hiçbir kesim bağımsız bir programa sahip değildi. Burjuvazinin herhangi bir kesiminin IMF programları dışında alternatifi mevcut değil. Bu hükümet ise söz konusu programı mümkün olan en büyük sadakatle hayata geçiriyor. O nedenle, işçi ve emekçilerin kitlesel hareketinin bulunmadığı bir ortamda, onu itip devirecek hiçbir güç yok ortada.
Türkiye Cumhuriyeti siyasi rejimi kuruluş döneminde üç harekete karşı yürüttüğü bir dizi mücadelenin içinde edindiği temel özellikler tarafından kuruldu. Bu mücadelelerde uğruna kavga verilen siyasi hedefler siyasi rejim biçiminde donup kaldılar. Egemen blok ve onun yönetici kesimi hiçbir zaman siyasal sınıf hareketi, siyasal İslami hareket ve siyasal Kürt hareketine karşı aynı anda kavga vermek zorunda kalmadığı gibi, her zaman İslami hareketi diğer iki mücadele alanındaki muhataplarına karşı kullanmıştır. 12 Eylül’den sonra, devrimci düşüncenin halk içindeki bağlarını zayıflatmak için İslami hareketi destekleyerek güçlendirmeye çalıştıkları gibi daha sonra da gelişen Kürt hareketine karşı Hizbullah’ı güçlendirmişlerdir. Ne var ki, halk içinde siyasallaşmadan güçlenen İslami düşünce, burjuvazinin temsil krizinin derinleşmesiyle birlikte siyasal İslami hareketle buluşmaya, onun kitle tabanı haline gelmeye başladı. 28 Şubat kontrol altından çıkan bu dönüşümün geri döndürülmesi çabasıdır. Öte yandan, siyasi rejim ve devlet tipi krizin kendini gösterdiği diğer alan Kürt sorunu oldu.
Aslına bakılırsa, PKK 1984 yılında saldırıyı başlattığında ne egemen sınıfın yöneticileri ne de Kürtler bu hareketin rejim için tehdit oluşturacak denli güçlenebileceğini düşünmemişlerdi. 12 Eylül’ün ezici bir başarı kazandığı dönemdi. Devrimci hareket ve sınıf hareketinin bütün biçimleri unufak edilmişti. Halkın üzerinden buldozer gibi geçmişlerdi. Kimse, silahlı mücadelenin kötü tecrübelerini yaşamış ve onları hiç unutmamış olanların, uzun zamandır suskun kalanların eski kötü günlerin anısını silip yeniden konuşmaya başlayacaklarını düşünmüyordu. O nedenle de, ilk saldırı örneğin burjuvazinin dahi çocuğu Özal tarafından “bir avuç çapulcunun işi” olarak değerlendirilmişti. Ama, genel olarak uluslar arası ortamı, özel olarak Ortadoğu’yu ve İran Irak savaşının yarattığı konjonktürü değerlendirmesini iyi bilen PKK 12 Eylül zulmünün doruğa çıkarttığı kin ve nefret duygularını da doğru kavrayarak uzun soluklu bir mücadele başlattı.
Kendinden öncekilerden daha uzun ömürlü olduğunu, baskı ve saldırı altında çözülmediğini ve gücünü korumaya devam ettiğini gösterdikten sonradır ki, geçmiş tecrübelerin ışığı altında o güne kadar daha ziyade izlemeyi tercih eden Kürt halkını kazanabildi. İster ulusal kurtuluş mücadelesi olsun, ister devrim mücadelesi her büyük hareketin başarısından uluslar arası konjonktürün belirleyici payı vardır. Aynı faktörün, elbette, bu hareketlerin yenilgisinde de payı bulunur. Başka birçok faktörün yanı sıra, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte iki kutuplu dünyanın ortadan kalkışı ve bunun Ortadoğu’daki dengelere yansıması PKK’nın yürüttüğü askeri mücadelede dengelerin değişmesine sebep oldu. Silahlı mücadele gerilerken, bağlı olduğu siyasi hedeflerin taş gibi yerinde kalması mümkün değildir. Dolayısıyla, değişen dengelerle birlikte hem mücadele yöntemi, hem de mücadele hedefini gözden geçirmek ve değiştirmek gerekmekteydi. Tabii ki yıllara yayılmış olarak ve adım adım, doğaldır ki bir safhadan diğerine geçerek kademe kademe, fakat sonuçta PKK silahlı mücadele ve siyasi taleplerin yerine siyası mücadele ve kültürel talepleri geçirmiştir. Artık siyasi rejimi değiştirmeyi hedeflemeden, bazı kültürel haklar elde etmeye çalışmaktadır.
Kürt hareketinin uğradığı bu dönüşüm, aslına bakılırsa, oldukça tanıdık. Refah Partisi’nin günümüze siyasal İslami hareketin başına gelenler de burada şahit olduklarımızın bir benzeri. Aşamaları, uygulama biçimi ve şiddeti farklı da olsa her iki harekete karşı devlet güçlerinin yürüttüğü mücadele taktiği aynı ve basit. Siyasi hareketin tabanı üzerinde gözünü kırpmadan milyonların yaşamını telef eden bir baskı uygula, militanlarını fiziken imha et. Hareket alanı daralan örgütü uzlaşmaya mecbur et. Lider kadrosunu ele geçirerek örgütü siyaseten teslim olmaya zorla. Teslimiyetin tabandaki kitlelerde yarattığı geri çekilmeyle birlikte örgütü tamamen ortadan kaldır.
Ve hiç kuşku olmasın, gelecekte güçlenecek olan siyasal sınıf hareketi de aynı ya da benzer mücadele taktiğiyle boğuşmak zorunda kalacaktır.