İttihat ve terakki örgütlenmesi burjuvazinin varlığını, yani burjuvazinin kendisini ortaya çıkarmak için oluşturulmuş bir harekettir. Rum, Ermeni işbirlikçileri yerine “Müslüman” işbirlikçiler ve Yahudi dönmeleri oluşturmak diye adlandırabileceğimiz bu sürece baktığımızda, Kurtuluş Savaşı'ndaki olayların altında yatan gerçek nedenler bunlardır diyebiliriz. Yani 19. Yüzyıldaki Osmanlı'da özgürlükçü akımların burjuvalığı ideolojik bir olaydan ibarettir. 1908 burjuva devrimi mi? 1908 devriminin öznesi İttihat ve Terakki'nin sınıfsal yapısı incelendiğinde bu durum net olarak görülecektir.
Önce bir soru: Kurtuluş Savaşı'nda halk neden yok? Sakarya Savaşı'nın bir adı da subay savaşıdır, niçin? dönemin iyi anlaşılması için kilit nokta burası. Kurtuluş Savaşı'nın örgütlenmesine eşraf ve mülk sahipleri daha büyük bir istekle katılıyorlar. Neden? Çünkü; İşgal altında kalan bölgelerde eşraf önceleri işgalcilerden yana, işgalcilerin eşrafa karşı tutumları, eşrafın hareketlerini de belirliyor. Kurtuluş Savaşı ileri gelenlerinden Sabahattin Bey, “... Antalya İslamlarından bazı eşrafın evvelce İtalyanlara imza vererek davet ettikleri malumdur.” diyebilmektedir. İşgal tehlikesi içine giren şehirlerin eşrafla işgalci kuvvetler arasında seçme yapma ve seçtikleri işgalci kuvvete heyetler göndererek şehirlerini işgal etmelerini istemektedir.
Örneğin; Isparta eşrafından ilk mecliste milletvekili olan Mehmet nadir, Isparta'yı işgal etmeleri için İtalyanlara ricaya giden heyetin başında bulunuyor olması bu durumu yeterince açıklıyor. Sonrası vatana ihanetten yargılanırken Mehmet Nadir şunları söylüyor: “yunan ordusu durmadan ilerliyor. Girdikleri yerlerde yapmadıkları eziyet ve kötülük bırakmıyor.” Mehmet Nadir yargılanıyor ve suçunu itiraf ediyor. Ve suçu örtbas ediliyor. Fransızlar tarafından Maraş'ın işgali, Maraş eşrafı tarafından ziyaretle karşılanıyor. Batıdaki hareketi Ermenilerle sürdüren mücadele doğudaki hareketi yaratıyor. Eşrafın durumu tehlikeye girdiği sürece eşraf mücadelenin içinde oluyor. Doğuda Ermeni tedhişçilerinden sonra bey ve ağaların topraklarına Türk ve Kürt ağaları tarafından el konuluyor. Bu Bey ve ağalar Ermeniler tekrar gelip bu malları ellerinden alacakları korkusuyla mücadeleye katılıyorlar. Örneğin: Nazilli Heyeti Milliyesi 27 Ağustos 1919'da General Milne'ye aşağıdaki telgrafı yolluyor. “... eğer başta İngilizler olduğu halda İtilaf devletleri Yunanlıları bütün Aydın İlinden çıkartacak olurlarsa biz de derhal teşekkür edip köylerimize döner işimiz gücümüz ile uğraşırız...” (1) Yine Alaşehir kongresi delegelerinden hepsi eşraftan diye belirterek imzalayıp General Milne'ye gönderdikleri bildiri de İtilaf devletlerine karşı çıkma fikri hiç kimsenin aklından geçmeyen boş bir düşüncedir, Kongre Başkanı Hacı Muhittin, Hiçbir itirazla karşılaşmadan delegelere şu itirafta bulunur: “İşgal, İngiliz, Fransız ya da Amerikalılar tarafından yapılmış olsaydı kimse ses çıkarmayacaktı.”(2 )
Örneğin; Şevket Süreyya Aydemir “Yalnız Yunanlılara karşı bir savaş mı idi İstiklal Savaşı?” diyebilmektedir.
Bir kez daha net olarak altını çizmekte yarar var. nasıl ki feodallere dayanılarak feodalizmi tasfiye etmek mümkün değilse emperyalizmin işbirlikçilerine dayanarak emperyalizme de karşı olunamaz.
Emperyalizmin özü Uluslar arası sermayenin dünyaya yayılması ise o zaman sormak gerekir; bağımsızlık savaşının anlamı nedir? Kısaca ve öz olarak emperyalizme karşı olmak. Bir başka deyişle; yabancı sermayeye karşı olmak ve emperyalizmin bir ülkeye girişi ile ortaya çıkan askeri. Siyasi, ideolojik tüm ilişkilere karşı olmak...
Örneğin: Afrika kıtasında 1960'larda birçok ülkenin siyasal bağımsızlık kazanmalarına rağmen, ekonomik bağımsızlığını kazanamaması önemli bir olgu olarak ortada duruyor. Ama, birileri “1945 sonrasında orta ve güney Amerika ülkeleri gibi Türkiye'de büyük bir hızla emperyalizme teslim olacaktır. Koşullar uygun olsaydı bu teslimiyet daha önce gerçekleşirdi. Ne var ki, ne İngiltere ve Fransa ne de ABD'nin 1925-1945 arasında kimseyi teslim alabilme durumu yoktu.” diyerek kafa karıştırmaya devam ediyor. Ergin Erkiner yazısında “İç dinamikler oldukça zayıf Türkiye her zaman emperyalizmle bağlantı aramıştır.”(3) diyebilmektedir. Yine “sosyalizm ve kalkınma” başlıklı yazıda “pazar sosyalizmi'ni inceleyen Engin Erkiner; 1920 ile 1950'lerde toplam 30 yıl emperyalist ülkelerin büyük oranda iç sorunlarıyla uğraştıkları yıllardır diyerek “emperyalizm değil karışmak çağrıldığında bile gelemeyecek durumdadır.”(4)
Bu bilinenleri niye yazıyorum, çünkü, yeni sömürgeciliğin ne olup olmadığının yeterince anlaşılmadığına ve cumhuriyet sonrası iktidarı alan burjuva yelpazesinin, sınıfsal nitelikleri konusunda bir çarpıtma yapıldığına inanıyorum.
Bir küçük burjuva örgütü olan İttihat ve Terakki Cemiyeti 1908 devrimi ile bir milat başlatmıştır. Bunun adı ise, emperyalizmin yeni işbirlikçilerini yetiştirmedir. Kurtuluş Savaşı'nın niteliği ile ilgisi bakımından bu nokta son derece önemlidir. Ulusal burjuvazi mi, işbirlikçi burjuvazi mi? Bu soruların somutlanması anlamında bu süreç çok iyi anlaşılmalıdır. Burası çok, ama çok önemlidir. Zira sosyalist mücadele bu topraklarda bu kopuşa göre şekillenmektedir.
Sınıfsal temele oturmayan hiçbir konu bilimsel değildir. Bu yüzden de Atatürk, hep “inanç” olarak anlatılmış ve “inanç” olarak açıklanmıştır. İnanç coşturur ama akıl özgürleştirir. Bu nedenledir ki, bir dönemin kutsanmasının da bilimle Hiçbir ilişkisi yoktur. Türkiye tarihine ilişkin yazılanlara bakıyor ve şaşırıyorum. Günümüzde hala Türkiye'nin emperyalist kampa girişinin 1930'lu yıllarda başladığını bilimsel gerçeklik olarak savunan bir çok yazar var. İşte asıl sorun da burada başlıyor. Neden? Çünkü, önemli olan emperyalist sisteme hangi tarihte geçişin başlaması değil. Önemli olan geçişin somut olarak varlığı.
Bu noktada Londra Konferansı'nın düşündürücü olması gerektiğini düşünüyorum. Her ne kadar bu konferansın resmi tarih ve onun paralelindeki tarihçiler tarafından yeni bir anlaşma ile sonuçlanmadığı gerekçesiyle, hiçbir önem taşımadığı iddia edilse de Londra görüşmeleri öneminden hiçbir şey kaybetmiyor. Bu noktada Birinci Dünya Savaşı sonunda İngilizler Ön Asya'daki sorunları çözmek için istedikleri ile Lozan Anlaşması sonunda elde ettiklerini karşılaştırmada çok büyük yarar var.
Birinci Dünya Savaşı Sonucunda;-Osmanlı Devletinin parçalanması. - Padişah, halifenin ve nüfusunun, dini etkilerinin giderilmesi suretiyle İslam birliği düşüncesinin değerden düşürülmesi. - Arap ülkelerine hakim olan Mısır ve Hindistan yolunun güvenliğinin sağlanması. - Halifenin İngiltere himayesinde kurulacak Arap birliğinin eline geçmesi. - İngiltere'nin Doğu Akdeniz'de kuvvetli bulunması. - Irak petrollerinin elde edilmesi. - İstanbul ve boğazların kontrolünün ele geçirilmesi.
Lozan Anlaşması Sonunda; - Osmanlı devleti parçalanıyor. - Padişah-halifenin kuvvet ve nüfusu ve dini etkileri giderilmiş böylece İslam birliği düşüncesi değerden düşmüştür. - İngiltere Arap ülkelerine hakim olarak Mısır'ın ve Hindistan yolunun güvenliği sağlanmıştır. - Hilafet Anadolo toprağında ortadan kaldırılıyor. - Doğu Akdeniz'de en güçlü emperyalist güç oluyor. - Irak petrolleri İngilizlerin eline geçiyor. - İstanbul ve boğazların statüsünü Türkler İngiltere'nin isteği doğrultusunda kabul ediyor.
Özellikle bu görüşmeler iki açıdan çok ama çok önemlidir.
A) İlk defa Ankara hükümeti batılılarca bu görüşmelere çağrılarak fiilen tanınmış; Tevfik Paşa'nın başkanı olduğu İstanbul hükümeti delegasyonu, sözü Ankara delegasyonuna bırakarak, Ankara'nın politik konumunu güçlendirmiştir.
B) Ankara hükümetinin hangi şartlarda batılılarla işbirliği yapabileceğinin koşulları bu görüşmelerde ele alınmıştır.
Görüldüğü gibi Ankara hükümeti kendi görüşlerini batılı müttefiklere açıklama fırsatını, ilk kez bu konferansta bulmuştur. Dahası 25 Şubat günü yapılan toplantıda Türk delegasyonları, Ankara ve İstanbul hükümetleri olarak birbirleriyle uyumlu bir biçimde birer bildiri yayınlıyorlar.
1960'lardan günümüze istisnasız bütün sol çevrelerde yaygın bir kanı var. Emperyelizm kapıdan kovuldu, bacadan girdi. Ama bu kanının doğru olup olmadığı hiçbir zaman tartışılmadı. Kapıdan hiç çıktımı sorusuna, sol; bütünsel bir yanıt üretmekte hep mesafeli durdu. Neden? Nedenini Ahmet İnsel'den alalım; “Sol'la kemalizm arasındaki ciddi kopuşun 70'lerde başladığını söyleyen Ahmet İnsel şöyle devam ediyor: “Buna karşılık kemalizmin tarihsel konumlarıyla bir hesaplaşmaya girmek bunların Türkiye toplumunda bıraktığı olumlu olumsuz izlerin muhasebesini yapmaktan ürküyor.” Bunun birkaç nedenini de şöyle sıralıyor. “... bir, bunu yaparken aynı zamanda kendi tarihini de sorgulamak zorunda kalacak ve bundan korkuyor. İkincisi, böyle bir eleştirel bilonço çıkarırken önermek zorunda kalacağı alternatif kurumlar konusunda kendisine güvenmiyor. Üçüncü olarak, sol şimdi çok büyük bir yenilgi dönemi yaşıyor.”(5)
Şimdi sormak gerekiyor; kendini topluma hitap edecek bir güç olarak görmeyen sosyalist hareket ve düşünceler kapıdan hiç çıkmayan emperyalizmin pencereden içeri girdiğini nasıl iddia edebilir. Kapıdan hiç çıkmayanın pencereden nasıl içeri girdiğini hiç tartışmayan sol 1961-1971 sosyalist hareketinde büyük yanılgılara neden oldu, olmaya da devam ediyor. Bugün hala birçok yazar sorunu çarpıtıyor. Emperyalizmin Türkiye'ye 1930'larda mı 1946'larda mı yoksa “karşı devrim” olan 1950'lerde mi girdiğini tartışıyor. Oysa günümüzde bu tartışmanın hiçbir anlamı yok. Tabii ki emperyalist sistem içinde ilişkilerin yoğunlaşması İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra oluyor Ama bu durum emperyalist metropoldaki gelişme düzeyi ile Türkiye'nin yapısındaki gelişme düzeyleri arasındaki ilişkilerden kaynaklanıyor. Öz, gözden kaçırılırsa görüntü insanı yanıltır ve boğar. Örneğin, emperyalizme karşı verilen mücadele sonunda bağımsızlığını kazanmış bir ülkede nasıl oluyor da yüzden fazla yabancı şirket varlığını sürdürebiliyor?
Osmanlıda ulusal burjuvazinin oluşmadığı görüş olarak kabul görmesine rağmen, cumhuriyet döneminde 1923-39 Türkiye'sinde (ulusal burjuvazinin) oluştuğunu ileri süren bir MDD tarih tezi vardır. Bu tez günümüzde de şu veya bu biçimde ileriye sürülmektedir. Öncelikle belirmem gerekiyor, 16 yıl içinde bir sosyal sınıfın oluşması imkansızdır. Avrupa'da bile ulusal burjuvaların oluşması 16. yüzyılın ikinci yarısından itibaren tarih sahnesinde yer aldı. Bu çok somut olarak görülebiliyor. Ama bizim MDD'cilerimiz kendi tarih tezlerine uygun olsun diye, 16 senede rahatlıkla bir sınıfı tarih sahnesine çıkarabiliyorlar. Kaldı ki, Türkiye'de 1930'larda uygulanan devletçilik, emperyalist sistemde yabancı sermaye ile işbirliğini güçlendirecek bir burjuvazinin temelini henüz atıyordu. 1930'lardaki devletçilik uygulaması iyi anlaşılmalıdır. Yani, 1908'lerin hayali 1930'larda ancak gerçekleşiyor. Bu açıdan baktığımızda 1923'lerden itibaren Türkiye'de İttihat ve Terakki geleneğini sürdüren egemen sınıflar bu hedeflerine ulaşmak için, siyasi iktidarı ellerinde bulundurdukları için iç şartları yeni yeni düzenliyorlar. Neden? Çünkü, yabancı sermaye kendisi ile ilişkilerini geliştirmek isteyen yerli sermayenin güçlü olmasını istiyor. Bu durum bilinen bir gerçektir. Zira, ancak ve ancak yoğunlaşmış yerli sermaye Uluslar arası sermaye ile işbirliğini gerçekleştirebilir. Günümüzün merkez ülkeleriyle, çevre ülkeler denilen 10-12 ülke ilişkilerinin de bu bağlamda değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Merkez ülkelerde muazzam ölçüde birikmiş sermaye fazlası üretken olmayan yatırımlara akıyor; ya da silahlanmaya ve finans yatırımlara. Finans yatırımlar ise spekülasyonların alanını alabildiğince genişletiyor.
Sonuç olarak; bütün bu dönemde bağımlılık azalmıyor, sadece emperyalist ülkelerde oluşan buhran nedeni ile ilişkiler asgari düzeye iniyor. İlişkilerin asgari düzeye inmesi başka, temel bağlantıların azalması başkadır. Bu iki farklı noktayı özleştirmek büyük bir yanılgıdır. Örneğin; İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra genişleme dönemine giren emperyalist ülkeler, Türkiye ile pazarı ölçüsünde ilişkileri sürdürüyorlar. Bu pazar geliştikçe ilişkiler yoğunlaşıyor. Burada sistemin işleyiş kurallarını iyi kavramak gerekiyor. Sistem bir ilişkiler ağıdır. Politik, ekonomik, ideolojik ve bu ilişkiler ağı tüm kapitalist dünyayı sarıp sarmalıyor. Türkiye bu ilişkiler ağının sadece ve sadece bir parçası.
Bu noktada, MDD tarih tezlerini ileriye sürenlere ve “geç burjuva devrimi” veya “geç kalmış kapitalistleşme süreci...” diyenlere sormak gerekiyor. Ulusal sermaye, hiç yabancı sermayenin etkisi altında gelişir mi? Gelişirse ulusal sermaye olur mu? Kaldı ki, 1920'lerden sonra yabancı sermayenin etkinliğinden hiçbir şey kaybetmediği gün gibi ortada iken, MDD tarih tezleri savunulabilir mi? Ya da “geç kalmış burjuva devrimi” yaşandığı iddiasını ortaya atmak doğru olabilir mi?
Not: Bu konuda bütünsellikli soyut bir kurgu yapılabilmesi için sadece 1919-22 kesitinde değil, Türkiye'nin tarihsel gelişim sürecinde ortaya çıkan olaylar tarihin bütününü kapsayacak bir biçimde incelenmeye alınmalıdır. Ve bu bağlamda; emperyalistler arasındaki çelişkiler (özellikle İngiltere- Fransa- İtalya), İngiltere'de iç politika çelişkileri, Yunanistan'da iç politika çelişkileri ve Yunanistan'ın emperyalist ülkelerle olan ilişkileri, Sovyetler Birliği ile kapitalist ülkeler arasındaki çelişkiler ve Türk- Sovyet ilişkileri, Türkiye ile emperyalist ülkeler arasındaki çelişkiler, İngiltere ile sömürgeler arasındaki çelişkiler incelenmelidir.
İsmail Özkan
Sosyalist Politika Aralık 2001 sayı: 31
(1) Doğan Avcıoğlu; Milli Kurtuluş tarihi, cilt1, s. 22
(2) Doğan avcıoğlu, a.g.e.,cilt 3.s.1031
(3) Engin Erkiner; “Biz Kime Benzeriz”, Sosyalist Politika sayı: 29, Haziran 2001, s.54
(4) Engin Erkiner; “Sosyalizm ve Kalkınma”, sosyalist Politika, sayı:30, Eylül 2001, s. 78
(5) Ahmet İnsel; Sol Kemalizme Bakıyor, Metis yay., siyah Beyaz dizisi, s. 198-199