Günümüzde Türkiye’nin bölgesel güç olma çabasının, dış politikada bir eksen kayması yaşanmasına, Türkiye’nin yıllardır süren ABD-İsrail ittifakından ayrılarak bağımsızlaşmasına, yüzünü batıdan doğuya çevirmesine işaret ettiği söyleniyor. Eğer Soğuk Savaş döneminde yaşıyor olsaydık, bu yaklaşım doğru olabilirdi. Emperyalist gücün hegemonyası altında, onun çıkarlarıyla paralel biçimde hareket eden Türk dış politikasında değişimler gözlemlendiğini söyleyebilirdik. Oysa Sovyetler Birliği’nin dağılmasından bu yana şekillenen uluslararası düzende strateji ve dış politikanın terimleri ve koşulları da değişiyor. Bölgesel güç, özellikle solun kullandığı alt-emperyalist kavramından oldukça farklı.
Bölgesel güç olmayı başaracak devleti i) bölgedeki sermaye hareketlerini, askeri ve siyasi faaliyetleri kısmen de olsa kontrol edebilen ii) bölgesel gelişmeleri etkileme, durdurma ya da tersine çevirebilme yetisine sahip olan iii) gerektiğinde (ABD gibi) büyük hegemonik güçlerin dar çıkarlarından bağımsız hareket edebilen, ancak kendi iç ve dış politika araçları küresel kapitalist sistemle uyum içinde olan iv) çıkar çatışmaları arasında arabulucu olma kapasitesine sahip olan devlet olarak tanımlıyorum. Bölgesel güç kavramını son 1990’lardan beri savunan, ABD eski Ulusal Güvenlik Yardımcısı Zbigniew Brezezinski ve CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski Başkan Yardımcısı Graham Fuller’in Türkiye’nin son dönemki çıkışlarını, uzun vadede hem küresel sistemin hem de ABD’nin çıkarları için olumlaması tesadüf olmasa gerek. Örneğin yakın zamanda verdiği demeçte Fuller Türkiye’nin Ortadoğu’da Amerikan planına dahil olmasının hem kendi hem de bölgedeki diğer ülkelerin çıkarları için bir idam fermanı anlamına geleceğini söylüyordu.
1990’larda geliştirilen bölgesel güç senaryosunun en yalın örneklerinden biri için yine Zbigniev Brezezinski’nin Büyük Satranç Tahtası başlıklı çalışmasına bakalım. Avrasya’nin dünyanın yeni güç merkezi olacağını iddia edilen bu kitapta Rusya’ya olan bağımlılığından kurtulmak isteyen ve Bakü-Ceyhan petrol boru hattını destekleyen Ukrayna, Hazar ve Orta Asya petrollerinin bulunduğu hattın en tepesindeki ülke Azerbeycan ve Orta Asya’nın en büyük ve milliyetçiliğin artmakta olduğu ülkesi Özbekistan bölgede öne çıkan üç aktör olarak tanımlanıyordu. Brezezinski’ye göre varolan hegemonik güç ABD ve yükselmekte olan Çin gibi ülkeler açısından Avrasya’nın kontrolü kritik öneme sahipti. Bölgesel güç kavramı artık ABD’nin tek başına hakim olamayacağı bir küresel sistemin istikrarı için farklı bölgesel odakların önem kazandığı düşüncesine dayanıyordu. Özellikle Türkiye, Rusya ve İran bölgenin rakip güçleri olarak belirtiliyordu.
Türkiye’nin değişen dengeler içerisinde bir oyuncu haline gelmesinin askeri altyapısı oldukça erken kuruldu. 1989’da ordu bünyesinde stratejik araştırmalar yapan Batı Çalışma Grubu’nun ardından, 1991’de dönemin Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş Türk ordusunun Balkanlar, Ortadoğu ve Kafkaslarda siyasi istikrarsızlığa karşı barışı korumakla görevli olacağını söylüyordu. 1990’lar boyunca ordunun Türk silahlı kuvvetlerinin elektronik ve güvenlik haberleşme sistemleri geliştirildi, ARGE yatırımları yapıldı, Kobra helikopterleri alındı, milli gemi projesi geliştirildi. Aynı dönemde doğal gaz kaynaklarıyla hakimiyetini pekiştiren Rusya’ya karşı Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesi üzerinde çalışıldı. İsrail ile stratejik işbirliği derinleştirildi. Türkiye, Orta Asya’daki Türki Cumhuriyetleriyle tarihsel açıdan da bağ kuracak bir ülke olarak görülüyordu. Ancak bölgesel güç olma fırsatı tam olarak değerlendirilemedi. Bunun nedenlerine ABD’nin politikası, Ortadoğu-Avrasya bölgesindeki diğer oyuncuların stratejileri ve Türkiye’nin kendi iç dinamikleri başlıkları altında kısaca göz atalım:
a)ABD’nin dış politikası uzun sure bölgesel güç senaryolarına izin verecek şekilde gelişmedi. Her ne kadar ABD’nin geliştirdiği Büyük Ortadoğu Projesi Türkiye’ye diğer bölge ülkelerine model olma (Ilımlı İslam) rolü vermiş olsa da, ABD daha çok kendisini merkeze alan bir genişleme politikası tercih etti. Soğuk Savaş dönemi ürünü olan NATO’nun yeni misyonlarla genişletilmesi, Birleşmiş Milletler’den bağımsız hareket edebilecek hale getirilmesi, Afganistan ve Irak Savaşları, ABD’nin Türkiye’yi bir üs olarak kullanmak istemesi, Çin’i sınırlandırma (containment) politikası, terörle mücadele adı altında her an her yere hem askeri olarak hem de siyasi olarak müdahale edebilmesinin meşruiyetini sağlama çabası gibi örnekler bu stratejinin bir parçası olarak görülebilir. Bu dönemde Türkiye’nin de Irak Savaşı döneminde kendi topraklarını geçiş merkezi olarak kullandırtmaması örneği dışında ABD’ye aykırı hareket ettiğini görmek pek mümkün değil.
b)Avrasya bölgesinde Türkiye’den daha çok, hem ekonomik hem de kültürel olarak Rusya’nın etkisi olduğu görüldü. Rusya, Türkiye’nin alternatif enerji projelerine karşı doğal gaz fiyat arttırımı gibi yaptırımlarla tehditte bulundu. İsrail bölgedeki en güçlü ülke konumunda kalmak istediğini Lübnan Savaşıyla hatırlattı. Türkiye, bölgesel güç olma tanımındaki arabuluculuk ya da bölgesel gelişmelerin yönünü belirleme özelliklerini taşıdığını gösteremedi.
c)Türkiye’nin ekonomik istikrarsızlığı da önemli bir engeldi. Sürekli ekonomik krizlerle başa çıkması gereken, borç problemi yaşayan bir ülke görünümünde oldu Türkiye. Ayrıca Türkiye’deki sermaye gruplarının da örneğin Rusya’daki gibi hükümete aktif, ulusalcı ve bölgesel olarak etkili bir dış poitika uygulaması için baskı yaptığını söylemek mümkün değil. Rusya’da hammaddeleri ve enreji kaynaklarını kontrol eden oligarşik ve milliyetçi burjuvazinin talepleri, Rusya’nın dış politikasına damgasını vuran ‘Büyük Rusya’ söylemleriyle örtüşürken, Türkiye’de iktisadi faaliyetleri yabancı sermayeyle işbirliği içerisinde olan, ithalat ve ihracatı etkileyecek döviz kurlarına, devletin verdiği teşviklere ve ticaret/üretim yaptığı Avrupa ülkelerine odaklı olan yerel burjuvazi için Ortadoğu’da bölgesel güç olma söyleminin uzun sure çok da öncelikli olmadığını ileri sürebiliriz. Örneğin bir başka bölgesel güç adayı Hindistan’da yerel sermaye gruplarının bazıları uluslararası sermayeye karşı hükümete baskı uygularken, Türkiye’deki güçlü sermaye gruplarının çoğu zaten bu şirketlerle yakın işbirliği içerisinde. Bu nedenle TÜSİAD gibi çıkar gruplarının Çin gibi yükselen güçleri ya Avrasya politikalarını takip etseler de, bahsettiğim senaryonun baskı kuran aktörleri olduğuna dair bir kanıt, en azından uzun sure için, olmadı.
2010 Türkiye’sinde bu üç başlık altında ele aldığım engellerin ortadan kalktığını söyleyebilir miyiz? Şu anda engellerin hepsi kalkmasa bile Türkiye bölgesel güç olmaya daha uygun davranmaya başladı: Kürt sorunu konusunda atılan adımlar, TÜSİAD heyetinin Kuzey Irak bölgesel yönetimi Mesut Barzani’yle görüşmesi, Barzani’nin ordunun Kuzey Irak’a girmesine tepki göstermemesi, Irak’la ekonomik ilişkilerin geliştirilmesi, son anda Brezilya çekilse de Brezilya, İran ve Türkiye’nin ortak işbirliği imzalaması, Rusya’ya olan bağımlılığı azaltacak tarzda Azerbeycan’la gaz anlaşması yapılması, hükümetin Ortadoğu ve Avrasya ülkeleriyle yapılacak ticarete teşvik vermesi. Ahmet Davutoğlu’nun ‘stratejik derinlik’ söyleminden ziyade hükümetin ve çıkar gruplarının bu davranışlarını daha once kullanılmamış bir fırsatın değerlendirilme çabasının kanıtı olarak görmek daha uygun.
Türkiye’nin izlediği stratejinin güçlenmesi için başka şartlar da mevcut: Irak Savaşı sonrası meşruiyet kaybına uğraması; ABD’nin Çin ekonomisine olan bağımlılığjının, (Çin ABD hükümet tahvillerini elinde bulunduruyor ve Amerikan dış ticaret açığını azaltıyor) ‘barışçıl yükseliş’ olarak tanımlanan bir dış politika geliştiren Çin’e tek başına meydan okuma yetisini sınırlaması; Rusya’nın bölgede emperyal bir güç olabileceğini göstermeye çalışması; dünya ekonomik krizinin etkileri ABD’nin de tek başına hareket etmesinin rasyonel temellerini gittikçe azaltıyor. 2009’da Çin’in Sincan bölgesindeki Uygur Türklerinin ayrılıkçı taleplerini destekleme gibi stratejiler de artık tek başına yeterli olamıyor. Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’ni ABD’nin tek başına sürüklemesi zor gözüküyor. Öyle ki yakın zamanda Brezezinski, Türkiye’nin bölgede daha aktif bir rol üstlenmesinin ABD için de daha yapıcı olacağını belirten demeçler verdi. Öte yandan bölgedeki diğer bazı aktörlerin de (İran, Kuzey Irak, Hizbullah, Suriye gibi) Türkiye’nin rolünü olumlamaya başladıklarını görüyoruz.
Ancak yine de Türkiye’nin önünde hala ciddi sıkıntılar var. Ekonomik yapı hala çok zayıf. AKP hükümeti, dış sermaye hareketlerinin döviz kurunu değerlendirdiği, yerel ekonomiyi kırılgan hale getirdiği, ithalata bağımlı, işsizliğin çok fazla olduğu bir büyüme modeline dayanıyor. Başka orta gelirli ülkelerde (Arjantin, Hindistan, Malezya gibi) IMF ve Dünya Bankası’na kısmen alternatif olarak görülen ekonomi politikaları (hükümet harcamalarının arttırılması, iç pazarın büyütülmesi, altyapı yatırımları sayesinde yeni iş alanları yaratılması, para arzının aşırı derecede sıkılaştırılmaması, döviz kurunun ihracat-ithalat önceliklerine göre kontrol edilmesi gibi) Türkiye uygulamıyor. Bu tarz politikaların başarılı uygulamalarını öneren alternatif siyasi partiler de mevcut değil. CHP bu açıdan oldukça zayıf kalıyor. O nedenle AKP’nin başarısız olduğu bir senaryoda bölgesel güç potansiyelini taşıyacak bir alternatif de yok. Ayrıca ekonomik şartlar iyileşse dahi sonucun ne olacağını bugünden kestirmek güç. Nitekim İngiliz The Guardian gazetesinden Simon Tisdall (21 Haziran 2010) Türkiye’nin bölgesel bir güç olma projesi sürecinde her defasında başını belaya soktuğunu ileri sürdü.
Gelecekteki belirsizliklere karşı daha belirgin olan nokta Türkiye gibi ülkelerin bölgesel güç olarak ortaya çıktığı bir uluslararası ilişkiler sisteminin küresel kapitalist sistemle çok güzel bağdaşacağı. Bölgesel güç olacak ülke, gerektiğinde ABD’nin dar çıkarlarından farklı hareket ederek küresel sistemin istikrarına çok daha fazla katkı sunabilir. Yirminci yüzyıla damgasını vuran askeri darbeler, tek yönlü bağımlılık ilişkileri, Amerikan imparatorluğu gibi senaryolar kapitalist sistemdeki uluslararası düzenin aldığı yegane ve kaçınılmaz biçim olmak zorunda değil. Türkiye’nin, bölgesel güç olmasının Osmanlıcılık ya da Batıya sırtını dönmek üzerinden anlaşılmak zorunda olmaması gibi.
Türkiye’nin sonuçta bölgesel güç olmayı başaramadığını varsayalım. Bölgesel güç olma yolunda atılan adımlar ve izlenen stratejiler bile Ortadoğu’daki dengeleri etkileyecek; alınan dış politika kararları Türkiye’yi etkileyecek. Bu nedenle solun şu anki hükümet politikalarını izlemesi, Soğuk Savaş döneminin kavramsal çerçevesinin ötesine geçerek değişen strateji kavramlarını anlaması, bunun üzerinden uluslararası ilişkilerde alternatif politikalar ve alternatif bölgesel işbirlikleri üretebilmesi gerek.
Ahmet Hamdi Dinler 2010
21/11/2024
Bugün602 ziyaret var
Sitede 35 Kişi var
IP:3.14.249.104