Yine bir çatışma, yine çok sayıda ölü. Adeta kıyma makinesine atılmış bir genç kuşağın bir türlü sonu gelmeyen trajedisini izliyoruz. Bu da yetmiyormuş gibi, adeta yaraya tuz basar gibi, durumu açıklamak için ortaya atılan saçmalıklara katlanmak durumundayız. Bu trajedinin her dönemecinde havayı kirleten bu metan gazı kokulu saçmalıklarla bu trajedinin bir türlü sonunun gelememesi arasında yakın bir nedensellik ilişkisi var.
Alper Birdal, 19 Haziran yazısında, bu saçmalıkları çok güzel özetledi. Okurken aklıma Platon’un mağara allegorisi geldi. Bu, açıklama olarak karşımıza gelen saçmalıklar mağaranın duvarındaki gölgelere benziyor. Ama mağaradakilerin sırtı mağaranın ağzına, ışığa dönük olduğu için bunların neyin gölgeleri olduğu, bir türlü belli olmuyor. Arada sırada birileri kendilerini bu durumda kalmaya zorlayan zincirleri kırıp da dışarı çıktıklarında, ilk anda gözleri kamaşsa da gölgelerin gerçek kaynağı hakkında bir bilgiye sahip oluyorlar. Geri dönüp de öğrendiklerini mağaradakilere anlatmaya çalıştıklarındaysa, başlarına gelmedik kalmıyor…
Gölgelere dönersek, Alper’in verdiği örneklere bir tane de ben eklemek istiyorum.
Ali Bayramoğlu Yeni Şafak’ta ağlaşıyor, tam yeniden “az da olsa çözüm umudu belirmişken” karakol saldırısı ve 8 can. Birincisi, 30’a yakın insan öldüğüne göre, geri kalanlar “can” değil mi? Taraflardan birine, “can” nitelemesini çok gören, onları insan dışı bir şeymiş gibi algılayan kafanın “çözüm umudu” kavramını kullanmasının ne anlamı olabilir acaba? İkincisi, ne anlama geldiği belirsiz “çözüm umuduna” yol açan gelişmelere bakar mısınız: CHP'nin çıkışı, AK Parti'nin yumuşayan yaklaşımı, Talabani'nin girişimleri, Leyla Zana'nın açıklamaları, Kandil'in yeni vurgularıyla…
Bunlardan en ilginci “Kandil’in yeni vurguları” olabilirdi ama aktarıldığı kadarıyla burada, “bu işi ben de anlamadım, kontrol edemedim” türünden bir şey var. İktidar, irade, çözüm kapasitesi değil bize aktarılan, aktarılmak istenen. Bir iktidarsızlık ve şaşkınlık görüntüsü yansıyor mağaranın duvarına…
Diğer umut kaynaklarına gelince, gölgelerden de bir şey anlamak olanaklı değil. Kim ne zaman yumuşadı? Zana, Erdoğan çözer darken ne kast ediyor? Talabani, hangi beklentiyle bu işin içinde?
Mağaranın dışına çıkarak, gözlerin kamaşmasını, hatta kör olmayı göze alarak ışığa bakmakta yarar var. Ortada dolaşan şeylerin üzerine yansıyan bu ışık bu gölgeleri oluşturuyor çünkü. Işık olmasa bu gölgeler de olmayacak değil mi?
Peki nasıl çıkacağız diye soracak olursak, çıkışın yolunu Alper’in yazısının son paragrafında bulabiliriz.
“Yoksa bu noktaya oluk oluk kan akmaya devam ederken, akılları, meselenin aslında ne kadar basit, ne kadar sınıfsal olduğundan uzaklara taşıyarak kör dehlizlerde kaybetmeye niyetli bir zevatın ayak oyunları nedeniyle mi geldik?” (abç)
Burada, Platon’un, duvara yansıyan şeylerin, asılları olduğunu düşündüğü “form”lar, “idealar” ya da realiteyi anlığımızda tutabilmemize olanak veren evrensel kategoriler kavramını, materyalist bir okumaya tabi tutarsak, “Peki bu kavramlar, bu realite içinde nasıl ortaya çıkıyor?” Sorusunu sorarak “düzeltirsek”, bu kavramların bu realite içinde ortaya çıkmasına olanak veren “ışığı” da, Alper’in tartışmanın içine katmaya davet ettiği “sınıf mücadelesinin” enerjisi olarak düşünebiliriz. Bu gölgelerin ve kategorileri, bu ışığın (varlığın-maddenin) titreşim ve devinimleri yaratıyor. Öyleyse, biz de bu tuhaf “açıklamaları”, Kürt sorununda karşımıza gelmeye başlayan olguları, sınıf mücadelesinin dinamikleri (titreşimleri ve devinimleri) üretiyor diyebiliriz pekala.
Bu devimim ve titreşimlere daha yakından bakmadan önce, mağaranın duvarındaki gölgelerin, sunulan saçmalıklar karmaşasını oluşturan resimlerin arasındaki boşluklarda, şekillendiğini düşünmeye başladığım bir söyleme, anlatıya, öyküye, senaryoya (artık neyse) dikkat çekmek istiyorum.
Bu öykü, ya da kıvrımları açılmakta olan anlatı, her aşamada, doğru yanlış, iktidarın ortağı olduğu varsayılan “Cemaat” denen bir şeye işaret ediyor. Bu olgunun ayrıntılarına girmeyeceğim, MİT başkanının hedef alınmasından bu yana gelişen, Başbakan-Cemaat tartışması olarak aktarılan şeyin içinde karşımıza gelenleri hem kronolojik sırayla, hem de kurulan nedensellikler zincirini izleyerek düşünmek yeterli.
Bu Cemaat bazen açıktan suçlanıyor, bazen de dolaylı, bazen de onun yerine konan temsili şeylere (polis, yargıçlar) göndermeyle, bazen de kurgulanan anlatının dışında bırakılarak, anılması gereken yerde anılmayarak, “zımnen” suçlanıyor.
Örneğin Yeni Şafak yazarı, az da olsa çözüm umudunun oluşmasına yol açan ortamın unsurlarını sayarken, “iktidarın ortağı” olduğu varsayılan, defalarca iddia edilen, polis ve yargı içindeki gücünden söz edilen “Cemaat” denen şeyi resmin dışında bırakıyor. Böylece, bu suskunluk yoluyla aslında ona, “umuda yol aşan şeyin dışında, onun karşıtı olarak” işaret etmiş oluyor, adını ağzına almadan.
Daha önce de Fehmi Koru, “MİT tartışmasıyla başlayan ve değiştirilmek istenen iki yasa maddesiyle yeniden tırmanan süreçte o‘çevre’nin takındığı tavrı fazla uzağında durmadığım ‘Hizmet’in bugüne kadar izlediği yöntemle bağdaştıramıyorum...”... “Şimdilerde yürütülen kampanyayı ‘Cemaat’ sahneye koymuş olamayacağına göre, bunu yapan ‘çevre’hangi‘ çevre’dir acaba?” diye soruyordu. Böylece Cemaati yakından tanıyan bir “bilen”, hükümetle Cemaat arasında yaşandığı sorunlara, Kürt sorununda çözümün önüne konulduğu varsayılan taşlara ilişkin bunlar benim bildiğim cemaatin işi olamaz diyor, “cemaati kayırır gibi görünürken, adeta “cemaat içinde cemaat” var, bu bünye içinde yabancı bir yapılanma var imasında bulunuyor. Böylece de, “Siyasal İslam” içinde, Cemaat’e ve duruşuna olan güvene (görüş ayrılıklarından öte) bir gölge düşürüyor. “İpler kimin elinde?” demeye getiriyor. Bu Cemaat’e, “diyalogcular” gibi isimler de takan bu çevrede, “ip” söz konusu olunca, akla Yahudiler, Hristiyanlar, CİA gibi canavarlar geldiğinden, mesaj da yerine doğru yola çıkmış oluyor.
Şimdi, gözlerimizi, mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin aralarındaki boşluklardan, karanlıktan uzaklaştırarak, dışarıya, aydınlığa, sınıf mücadelesinin devinim ve titreşimlerine çevirelim. Burada da kesin bir şeyler görmek pek olanaklı değil ama, daha anlamlı bilgiler bulacağız gibi geliyor bana.
AKP döneminde, devlet fonları, nüfuz ilişkiler yoluyla, yerel yönetimlerin de katkısıyla, savaşın yarattığı ucuz işgücü deposundan, taşeronlaşma gibi süper sömürü yöntemlerinden de yararlanan, bir metalaşma, yerel pazarların derinleşerek dış pazarlara bağlanma sürecinin hızlandığını, uluslararası sermayenin de bölgeye yerli ortaklar edinerek, en azından kredi vererek, mülk edinme yoluyla girmekte olduğunu biliyoruz. Irak Kürdistanı’nda yaşanan hızlı kapitalistleşme süreci de buna eklenince, Kürt bölgelerinde çok katmanlı bir kapitalist sınıf şekillenmesinin, feodal ağaları da kapitalist ilişkilere bağlayarak, dönüştürerek yaşandığını kolaylıkla söyleyebiliriz.
Bu çok katmanlı sınıf şekillenmesinin bir yüzünde AKP bürokrasisi ve seçkinleriyle arasında adeta bir bağımlılık ilişkisi de oluşturan sermaye sınıfları öbür yanında emekçi sınıflar var. Kürt toplumu içinde hızlanan, seçimlerde ve referandumda farklı siyasi tavırlarda da kendini açığa vuran bu sınıf ayrışmasının Kürt siyasi hareketine yansıyarak ayrışmalara yol açmaya başlaması kaçınılmaz.
Bu ayrışmada kapitalist sınıflar ve temsilcileri, AKP- Barzani eksenine yanaşarak, sorunun kendi talepleri, projeleri çerçevesinde kalarak çözülmesini, ya da ortadan kaldırılmasını istiyorlar. Kabaca söylemek gerekirse, Kürt halkı üzerindeki “hegemonya” ilişkilerini, uluslararası sermaye ile, Türkiye içindeki, bölgedeki ilişkilerini, bölge jeopolitiğinin efendileriyle bağlarını sağlama alan bir çözüm bu.
Siyasetin içindeki egemenlik ve bağımlılık sınırlarını, “konuşulabilen ve anlamlandırılabilenlerin” sınırı oluşturur. Aristotales’in vurguladığı gibi “köle efendisinin dilini konuşabilir ama asla ona sahip olamaz”. Bu yüzden “hegemonya” sorunsalı bağlamında, dil sorununun, toprak mülkiyeti (ulusal sorun her zaman öncelikle toprak sorunudur), bireysel özgürlükler, emekçilerin (eğitim, sağlık, konut, barınma vb.) hakları gibi hak taleplerinin üzerinden aşarak hızla öne çıkması da doğaldır. Ancak bu öne çıkış, belli bir sınıf tercihinin de ifadesidir.
Diğer taraftan, Kürt sorunu içinde Kürt emekçilerinin, yoksul ve topraksız köylülerinin, kentli küçük burjuvazinin, Türkiye proletaryasının özgürlük sorunlarıyla da bir çok noktada kesişen ama onu aşan, bir dil sorununa indirgenemeyecek, kapitalist sınıfların hak talepleriyle sınırlandırılamayacak talepler vardır. Bunlar kimilerinin “doğuştan gelen haklar” dediği (burjuva bireyin üzerinden tanımlanan insan hakları) şeylerle de sınırlanamaz, onlara indirgenemez.
Bu sınıf çıkarları, farklılıkları, hızla Kürt siyasi hareketini basınç altına alıyor, liderliğini seçim yapmaya, ayrışmaya zorluyor. Kısacası, Kürt siyasi hareketi de, her “ulusal talepli” hareketin bir aşamada kaçınılmaz olarak gelip dayanacağı “patrici - pleb”, (varsıllar ve yoksullar; sömürenler sömürülenler, konuşanlar ve konuşmak isteyenler, siyaseti yapanlar ve yapmak isteyenler, uzlaşmaz sınıflar) çelişkisine gelip dayanmıştır.
Bu, ne yazık ki, yönetilmesi, özellikle “kuruluş”, “çözüm” aşamalarında yönetilmesi son derecede zor, ölümcül bir çelişkidir. Çünkü bu çelişki, “hangi sınıf kazanacak?”- “hangi sınıf yönetecek?” sorularına cevap arayan hareketin arkasındaki çelişkidir.
Bugün, kapitalist sınıf şekillenmesinin gündeminde, BDP’nin bu hegemonya projesi bağlamında araçsallaştırılması, silahlı iradenin/aparatın tasfiyesi ve artık bölgede düzenin kurulması vardır.
Zana’nın çıkışıyla, BDP’nin bu bağlamda yaşamakta olduğu sancılar daha da ağırlaşmıştır. Belki de dağdakiler bu süreci en azından sezmeye başlamış, belki de bu yüzden, dağda olmanın tüm psikolojik ağırlığıyla da kendi başlarına davranmaya başlamışlardır.
Ben bu spekülatif düşüncelerden ve mantıksal denklemlerden sonra, bu sancıların daha da ağırlaşacağını, “beklenmedik” olayların sayısının artacağını, “bilenlerin”, ya olanları gerçekten anlayamadıkları için, ya da, bu ayrışma sürecinin bilinçlere çıkmasını engellemeye yönelik bir sınıf içgüdüsüyle saçmalamaya, parazit yapmaya, suyu bulandırmaya devam edeceklerini düşünüyorum.
Ergin Yıldızoğlu
soL 21 haziran 2012