Türkçe



PDF indir

 

 



28 Şubat’ın ardındaki içsel ve dişsal dinamiklere bir bakış

İzlenme 2960


28 Şubat 1997’de gerçekleşen müdahaleyi anlayabilmek için hem uluslararası alandaki ekonomi politik gelişmelere, hem de Türkiye’nin politika süreçlerine bakmak gerekiyor. İlk olarak, 28 Şubat sürecinde etkili olan uluslararası örgütlerden biri olan Diş İlişkiler Konseyi (CFR)’ni incelemek önemli ipuçları sağlayabilir. Amerika'nın dış politikasının sahip olduğu egemenliği global alanda belli bir eksene oturtmaya yardımcı olmak için 1921'de kurulan CFR (Council of Foreign Relations-Dış İlişkiler Konseyi) gizli güç odağı olarak adlandırabileceğimiz bir organizasyondur

Çok uluslu global şirketlerin temsilcileri, ABD başkanları, büyük elçiler, dış işleri bakanları, uluslararası ilişkiler ve strateji uzmanları, yüksek rütbeli deneyimli subaylar, hatta şirket yöneticileri, medya patronları, üniversite öğretim görevlilerinden Amerikan siyasetçilerine kadar ABD'nin stratejik amaçları için kullanabileceği kişiler bu konsey için çalışabilirler. CFR, üyesi olan çalışma gruplarının yönlendirilmesiyle ABD'nin politik entelijansiyasinin bakış açısını oluşturur. CFR'nin etkisi; Birleşmiş Milletler'in hukuki statüsünün hazırlanması aşamasında, Dünya Bankası kuruluşunda, IMF'nin yasal ve teknik çalışmalarında da hissedilmiştir. CFR’ye parasal destek sağlayan kuruluşlar arasında Bank of America, BP, Boeing, Ford Motor, General Electric, Shell, Exxon, Mobil sayilabilir. 
Bunun dışında CFR’yi belirleyen önemli isimler arasında dünyanın en güçlü bankeri, borsa spekülatörü George Soros, ABD Merkez Bankası'nı ve para trafiğini uzun yıllar yönetmiş (1987-2006) Alan Greenspan ABD dış politikasında kırk seneye yakın ağırlığı olan (özellikle 1969-1977) 20 yaşında ABD vatandaşı olmuş Almanya Fürt şehri doğumlu Henry Kisenger. Silah üreticilerinin adamı, silah komisyoncusu, Orta Doğu Uzmanı Mart 2003'te Bush yönetiminin Savunma Politikaları Kurulu Başkanlığı’ndan yolsuzluk suçlamaları nedeniyle istifa eden “Karanlıklar Prensi” lakaplı Richard Perle. 
Artık bütün dünyanın çok iyi tanıdığı Irak İşgali arkasındaki en büyük oyuncularından, Dünya Bankası kredibiletisini de yerlerde süründüren Paul Wolfowitz, ABD'nin dünyaya hakim olan stratejilerini çizen Zbigniev Brezenski, Çekoslovakya-Prag doğumlu, 20 yaşında ABD vatandaşı olan, Brezenski'nin hocalığını yaptığı, bilgi birikimi ve hakkıyla Bill Clinton hükümetinin ve ABD tarihinin ilk kadın Başkan Yardımcısı (1997-2001) Madeleine Albright sayilabilir.
CFR/Dış İlişkiler Konseyi'nin kurulmasına ilk defa 30 Mayıs 1919'da Paris'te bir otelde karar verilmiştir. Bu örgüt büyük finans sahipleri J.P.Morgan, John, Dr Rockefeller (1839-1937) ve Yahudi Worburg ailesinin başı çektiği bir avuç para babası elit tarafından New York'ta 1921 yılında kuruldu. CFR'nin temel görevlerinden biri, Amerikan dış politikasında, çokuluslu şirketlerin çıkarlarıyla uyumlu bir biçimde belirleyici rol oynamaktı. Bu tip kurumların kurucusu olan şirketlerin uluslararası piyasalarda karşılaştıkları en önemli sorun rekabettir. Örneğin anti tekelci yasaları aşabilmek için Rockfeller'in petrol şirketi Standart Oil farkli zamanlarda değişik şirket isimleriyle çalışmak zorunda kalmıştı (Canoco, Amoca, Chevron, Esso (sonra Exxon) Mobil..) CFR, anti-tekelci yasaları aşmanın yanında global alanda Amerikan sermayesinin de yayılmasında öncü olmalıydı. Bu da merkezileşmiş bir global finans sistemine dayalı, tek dünya yönetimine doğru gidiş demekti. Diğer bir ifadeyle ulus devletlerinin bağımsızlığını ortadan kaldırmak, bu devletlerin siyasetlerine hakim olmak, dünyadaki adaleti ve siyaseti sağlayacak kuralların da Amerika'nın çıkarları doğrultusunda şekillenmesi demekti. 
CFR'nin 1991 sanasindeki raporunda şöyle deniyordu: 
“Gerçekte Avrupa, Sovyetler Birliği ve Orta Doğu'da yeni dünya düzeni için sahne hazırlandı. Nasıl şekilleneceği konusu hala fazla belirgin değil. Onun için yorum ve tartışmalara ihtiyaç var.” Bu cümleleri sarfedenlerin bir jenerasyon önceki temsilcileri Amerikan dolarının arkasına “Yeni Dünya Düzeni” (Novos Orda Seclorum) yazıyorlardı. 1989’da Sovyetler Birligi’nin yıkılmasıyla beraber bu dünya düzenini istedikleri gibi kurabileceklerini düşünmeye başladılar. Güçlerini test etme alanı olarak da bugün Ortadoğuyu kullanıyorlar. CFR gibi kuruluslar hükümetler üzerinde denetimi, medya yoluyla çarpıtılmış propogandaları, etnik ayrımcılığı kıştırtmaları, kişileri satın almayı, komploları, dini teslimiyetçiliği ve paranın gücünü silah olarak kullanıyorlar.
CFR’nin 1949’da yöneticisi olan David Rockfeller Amerikan-Rus Ticaret Odası'nın 1922'de kurulmasında da önemli rol oynayan Rockfeller ailesinden geliyordu Bunun esas amacı Rusya ile olan ticaretin geliştirilmesiydi. 1933 yılında ABD'nin Sovyet Rusya'yı resmen tanıması için lobi yapan yine Rockfeller'di. Rockfeller, başta sahip olduğu Standart Oil Petrol Şirketi ile dünyada mümkün olan her yere el atma planları yapıyordu. 1940'lardan bu zamana gelirsek CFR'ya 1949'da direktör olan 1915 doğumlu David Rockfeller 2000'e kadar CFR ve dünya güç dengelerinde çok önemli rol oynadığını görürüz. Bu organizasyon zamanla Amerikan siyaseti üzerindeki en büyük baskı gücüne dönüşecekti. CFR güçlendikçe ABD Dışişleri Bakanlığından daha etkili bir rol oynamaya başlayacaktı. CFR amaçlarını gerçekleştirmek için hükümet görevlilerini, akademisyenleri, önemli medya mensuplarını, iş adamlarını, üst rütbeli subayları bir arayı getiriyordu. ABD'nin dış, zaman zaman da iç siyasetini tartışıp yeni fikirler ortaya koyarken burada göze çarpan yetenekleri tesbit edip, bunların medya, finans grupları gibi kuruluşların önemli yerlerine yerleştiriyordu.
CFR, devlet atamalarında büyük rol oynuyor, göze çarpan üyeleri ABD Başkanlığı adaylığını koyabilmek için gayret sarfediyordu. CFR, universitelerde kendi görüşleri doğrultusundaki akademisyenlere, medyada halkı etkileyecek yazarlara yorumculara ve yapımcılara büyük önem veriyordu. Dünyanın global güçlerinin en tepesindeki organizasyondan biri olan CFR'nin CIA ile de yakın ilişkiler içinde olduğunu ve Amerikan devlet kadrolarının belirlenmesinde, dış işleri görevlilerinin atanmasında büyük rol oynadığını belirtelim. Dış ülkelerde ileride iktidara gelebilme ihtimalı olan kişileri tespit edip onlara uzun vadede belli kolaylıklar sağlamak veya halihazırda önemli yerlerde olup da Amerika'nın dış politikaları ile uyum sağlayacak kişilere yardımcı olmak CFR'nin diğer misyonları arasındadır.
CFR’nin Turkiye’nin iç politikasina etkisini nerede gözlemliyoruz? Dört yıldan fazla Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunan, Ağustos 2007'de Cumhurbaşkanı seçilen Abdullan Gül, bu tarihten yaklaşık on yıl önce iki partinin kurduğu koolisyon hükümetinde devlet bakanıyken 26 Şubat 1997 tarihinde New York'ta CFR müzakeresine gitmiş, burada da siyasal ve bilimsel toplantılardan farklı olan ve tüm CFR üyelerine açık olmayan yuvarlak masa toplantısına katılmıştı. (Dünyayı yönetenler ve sistemleri, İsmail Tokolak, s.102-103) Bu toplantıdan tam üç gün sonra 28 Şubat müdahalesi gerçekleşti. 
28 Şubat’ın ardındaki temel dinamikler neydi? 
Türkiye'de 1950'den günümüze dek iç ve dış dinamikler ters olduğu dönemlerdeki krizler askeri darbelerle (27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül), iç ve dış dinamikler üst üste çakıştığı dönemlerde (1950) ise sorunlar demokratik seçimlerle çözülmüştür. Ancak post-modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat döneminde doğrudan askeri darbenin çözemeyeceği ve seçimlerin de beklenemeyeceği derecede karmaşık bir durum sözkonusuydu. MGK Danışmanı Prof. Hasan Köni'ye göre, 'ABD Refah'tan rahatsız değil. Tersine Türkiye'de demokratik sürecin kesintiye uğramasından korkuyor'du. Köni, ABD'nin Refah'la sıcak temasa geçmesinin ve bu mesajları vermesinin nedenlerini şöye sıralıyordu;
1.Latin Amerika yani az gelişmiş ülkelerde darbe modelinin modası artık geçmiştir. Eğer yönetim belli bir çıkmaza sürüklenirse, 'sivil darbe' denilen modele yönelinmesini istemektedir. (Ukrayna ve Gürcisten gibi). Örneğin Benazir Butto'nun görevden alındıktan sonra seçimlere gidilmesi ve yeni liderin yönetime gelmesini sağlamıştı. ABD, Türkiye'de gerektiği tardirde bu modelin değişik varyasyonlarının gündeme gelmesini istemektedir. 
2.Batı dünyası, İslam ülkelerinde islamcı partilerin seçimle iktidara gelip yine seçimle iktidardan düşürülme olanağının bulunmasını istemektedir. Batı, bu sayede islamcı partilerin demokratik sürecin bir parçası haline geleceğine inanmaktadır. Bu durumda RP'nin iktidara gelmesine şaşmamak gerekiyor. Nitekim 1995 seçimlerinde aldığı oy ve DYP ile kurduğu ortaklığı başka nasıl izah etmek mümkün. 
Bu açıdan 1995 seçimlerine biraz yakından bakmakta fayda var. 
1995 seçimleri 
PARTI 
OY 
DSP 
4.000.000 
MHP 
2.300.000 
ANAP 
5.500.000 
DYP 
5.400.000 
RP 
6.000.000 
CHP 
3.000.000 
HADEP 
1.200.000 
Bagimsiz 
500.000 
TOPLAM 
27.900.000
Seçim sistemi nedeniyle oyların 2/5'ini alan partiler iktidar oluyor. 12 Eylül diktatörlüğünün emperyalist sistemin istediği doğrultuda seçim sistemini %10 barajı kuralıyla değiştirmesi belki siyasi partilerin de işine gelmiyor. 
Kuveyt ve Suudi Arabistan'ın örnek gösterildiği bir raporda, “Türkiye'de islamcı bir yönetim kurulmasından korkulmaması” gerektiğini kaydeden Graham Fuller, ABD Hükümetine İran'da Şah'a verilen desteği zamanında çekmemekle düşülen hatanın yinelenmemesi uyarısında bulunuyor. Raporda ayrıca Türkiye'deki iktidara gelen islamcı partiyle doğrudan ilişki kurulması da öneriliyor. Henze, Fuller'den de ileri giderek işi tarikatların desteklenmesine kadar götürüyor. 
“Türk islamcılığında önemli modern yönelimler ve yeni modernist gelişme potansiyeli var. yaygın etkiye sahip Saidi Nursi'nin izleyicisi Nurcular hareketi, bilimin, modern düşüncenin ve ciddi modern eğitimin geleneksel olarak İslam'ın önemli parçaları olduğuna vurgu yapıyorlar. Bu hareket kimi aydınlarca gizli ve yıkıcı olarak değerlendiriliyor, ama bu konudaki yapılan değerlendirmeler yüzeysel kalıyor. Aynı değerlendirme çoğu Türk aydının sufi kardeşliğine, özellikle nakşibendiliğe ilişkin olumsuz tavır içinde doğrudur. Nakşibendilik Türkiye'nin doğusu ile kentlerde olduğu kadar, eski Sovyetler Birliği'nde ve islam dünyasının başka parçalarında da yaygın.”
Nurculuğun etkin kollarından biri Fettullah Gülen grubudur. Asya'da, Güney Afrika'da 150 dolayında İngilizce eğitim veren okul kuran Fettullahçılar, ABD'de dini merkezler açmış bulunuyor. Fettullah Hoca'nın bugün ABD'de ikamet etmesi tarihi tesadüf mü? Böylece Henze'nin Nakşibendiliğe ve Nurculara övgülerinin siyasi düzlemdeki anlamı Refahyol'a destek olmuştur. Hala varoşlarda imar yasalarının delinmesi ile yerel yönetimler de üstünlüklerini devam ettiriyorlar.
Dış desteğe örnek olarak, Suudi Arabistan'ın mali desteğiyle Fransa'da yayınlanan haftalık El Vatan El Arabia Dergisi Fransız resmi ve istihbarat kaynakları ile yakınlığı bilinen Lübnanlı gazetecilerin çıkardığı bir dergiye atıfta bulunabiliriz. Bu derginin 12 Temmuz 1996 tarihli nüshasının kapağında,  Erbakan'ın fotoğrafıyla birlikte, “Türkiye-ABD anlaşmasının gizli yanı: Amerikan onayıyla halife Erbakan” başlığı kullanılıyor. Amerikan emperyalizmine, NATO, Gümrük Birliği ve İsrail siyonizmine karşı radikal sloganlar atan Erbakan, nasıl oldu da altı ay içinde demokrat, gerçekçi ve pragmatik olabildi? Hükümet oluşu ordu ve Amerika'nın müdanalesiyle karşılaşacak olan RP'nin iktidar ortaklığına neden göz yumuldu?  gibi sorulara cevap arayan dergi, yine Batılı kaynaklara dayanarak şu yanıtı veriyor: 
“Kimi çevrelere göre ordu Refah efsanesi bitsin diye Erbakan'ın iktidara gelişine göz yumdu. Oysa, uyanık, zeki ve pragmatik Erbakan öncelikle ABD ile anlaştı. Amerikan stratejisi çerçevesinde hareket edeceğine dair teminat verdi. İsrail-Türkiye anlaşmasını kabul etti. Gümrük Birliği ve NATO'dan çıkmayacağı kunusunda vaatte bulundu. Bu yüzden ve Amerikan onayıyla iktidar oldu. Erbakan'ın İran, Suriye ve Irak gibi komşu ülkelere karşı tavrı olacağını ileri süren dergi, yazıyı şöyle noktalıyor: “RP lideri, ABD Dışişleri Bakanı Ortadoğu işlerinden sorumlu yardımcısı Peter Tarnoff'la görüşmesinde PKK lideri Abdullah Öcalan'ın Şam'dan çıkarılması için Suriye'ye baskı yapmasını istedi. Suriye ile PKK meselesi çözülmediği takdirde, Erbakan'ın Suriyeli Müslüman Kardeşler Örgütü'nü, bu ülkeye karşı kullanılacağı söyleniyor. Keza Erbakan'lı Türkiye, İran ile  Azerbeycan ve Orta Asya'da kapışabilir.”
RP iktidarı ABD'nin onayıyla iktidar olmasına rağmen, kısa sürede hem iç dinamikler, hem de dış dinamikler açısından Büyük Ortadoğu Projesi sürecinde verilecek görevleri yerine getiremiyeceği anlaşıldı. Orta-Doğu'da ekstremlere kaçarak ılımlı islam yerine yer yer şeriatçı islam görünümünde olması, yurt içinde büyük tepkilere yol açtı. Refah'ın en önemli özelliği sisteme entegre olmak istemeyenlerin var ettiği bir parti olması, ama ayni zamanda da sisteme entegre oldukca büyüyebilecek bir parti olmasıydı (daha sonra AKP’nin olacagi gibi).
Erbakan'ın İslam Ortak Pazarı, İslam Natosu, İslam Dinar'ı, D-8'ler gibi ortaya attığı projeler, istihbarat raporlarında ve islamcı kulislerde RP'nin sadece Osmanlı halifeliğini değil, bölge çapında yepyeni bir köktenci enternasyonalizmi kurmaya yönelik olduğu için ABD'ye ve onun uygulamak istediği BOP'ne ters düşmekteydi. Erbakan’in özellikle Malezya ve Libya'ya yaptığı geziler kuşkuların artmasına neden olmuştu. İstanbul'un Fethi'nin 534'üncü yıldönümü kutlamalarına çeşitli islam ülkelerindeki şeriatçı parti ve örgüt mensuplarından 250 temsilci ile diğer ülkelerdeki onlarca islamcı heyet katıldı. Kuşkuları çekmemesi için islam ve şeriatçı örgütlerle temaslarında ihtiyatlı davranan RP liderinin yeni bir islam enternasyoneli (ümmetçilik) için çaba harcadığı gözlerden kaçmadı ne yazık ki. 
RP Başkan Yardımcısı Menderes şunları söyluyordu: 
“Aslında RP, Türkiye'nin en önemli, en ciddi olgusu. RP'ci halk hareketi, bodrumdakilerin hareketi. Fakat sadece islami söylemle bütünü kucaklayamazsınız, çünkü bunların bir kısmı alkol tüketir, bir kısmı camiye gitmez. Ben kişisel olarak “Daha geniş bir kitleyi hedeflemeliydik” diyorum...RP'nin daha fazla demokrasi, insan hakları demesi lazım. Bir özgürleşme projesi RP'ye Hiçbir şey kaybettirmez. 'Biz laikiz' deyip sisteme şirin görünmek yerine, 'Biz demokratız' demek gerek, RP bundan kaçamaz. RP demokrasiyle daha fazla yüzleşecek.”
Menderes ileride kurulacak AKP'nin yapmak zorunda kalacağı işlerin ipuçlarını veriyor bu konuşmasında. Ama RP bunları kabul etmek istemiyor. RP'nin merkeze yönelişi zaten kendi içindeki dönüşümle birdenbire olmazdı. Bunun yolu bir koalisyondu. Onu alıp merkeze taşıyacak bir partnere ihtiyacı vardı. Bu da DYP oldu. Yani RP'nin merkeze yerleşme atağında geleneksel merkez sağ ile ilişkili bir formül denendi. Buna karşın, başka siyasal-toplumsal ittifaklar çerçevesinde demokrasi adına geniş bir cephe arayışını da tamamen gündem dışı tuttu.
Burada bir başka önemli soru karşımıza çıkıyor: RP aydınları yanına alabilir miydi? Taraf gazetesiyle AKP’nin yaptığı şeyi yapabilir miydi? RP sivil alana güvence vermek yerine iktidardaki acemilikleriyle dar bir çerçevede sıkışık kaldı. Yine de Erbakan'ın bölge çapında şeriatçı projesinin Mısırlı Müslüman Kardeşleri'nin bölgesel projesinden daha geniş ve kapsamlı olduğu bir gerçektir. Ancak RP siyasallaştırdığı dinle peşinden süreklediği kitleleri legal bir çerçevede hapsetti. Din RP olmasa da siyasallaşacaktı. Ama nasıl siyasallaşacaktı? Türkiye'de diğer islam ülkelerinde görülen radikal ve şiddeti araç olarak gören eğilimlerin güçlü olmasında ve başarıya ulaşamamasında RP'nin büyük bir rolü oldu. RP radikalleşmeye doğru kayan eğilimleri sistem içinde tutmak için elinden geleni yaptı demek fazla bir abartı olmayacaktir. Buna rağmen ılımlı islam perspektifi ile bağdaşmayan bazı çalışmaları (yukarıda anlatılan ikilem içinde bunlar hiç şüphesiz kaçınılmazdı) asker-sivil aydın zümrenin hoşnutsuzluğuna neden olurken, gerekli ekonomik tedbirlerin alınmasının (IMF doğrultusunda) geciktirilmesi, güçlü bir iktidara gereksinimini ortaya çıkarmıştı. 
RP iktidara geldiğinde, ABD Erbakan'a iki açıdan yaklaştı: Birincisi, ABD-Türkiye ikili ilişkileri ve NATO çerçevesindeki yükümlülüklerin devamı. İkincisi, Ortadoğu sorunu. Aslında ABD bu konularda gerekli anlaşmaları garantilemişti ama daha sonraları olaylar istediği gibi gelişmedi. Eski Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Anthony Fox, 1993'teki bir konuşmasında “Biz İslam'a karşı değiliz. İslam'ın köktendinci, şiddet yanlısı olanına karşıyız.” demişti. ABD Refahyol örneğinde ilk defa demokratik yöntemle işbaşına gelmiş ve güvenoyu almış, yarısı İslamcı bir hükümetle karşı karşıya kalmıştı. ABD bu duruma daha önce hesaplamıştı. Bu nedenle Refahyol  hükümetiyle özellikle DYP güvenliği ile kurulmuş bu hükümet ile işbirliği yapmak zorundaydı. Aksi takdirde kendi politikasına ters düşerdi. Bu durum ABD'nin Orta Doğu'da kurduğu senaryoların en başarılısı idi. Çünkü bütün bölge ülkeleri ABD'nin Ankara'daki hükümete tepkisini dikkatle izliyordu. Orta-Doğu ülkeleri, Loke'nin sözleri acaba o an için mi söylenmişti, yoksa bir politikayı mı yansıtıyordu?  sorusunun cevabını Türkiye pratiğinde aradılar. Bir yanda Cezayir ve Mısır'daki köktenci hareketler ve HAMAS olgusu yaşanırken, ABD'nin demokrasiye saygılı islamcılara karşı olmadığını göstermesi, bölge açısından çok önemli bir mesajdı. Refahyol'un ABD'nin temel değerlerini tehdit eden bir uygulamaması olmasına rağmen, Erbakan Libya'da ABD'nin terorist olduğunu ima eden bazı konuşmalar yaptı. Bu arada Başbakan Yardımcısı Çiller'in hazırladığı doğal gaz projesine Erbakan imza attı. Bunlara karşı ABD hemen tepkisini gösterdi. ABD'nin çıkarları açısından Erbakan'ın bir çok bakımından iyi bir başkan olmadığı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştı. Erbakan, ABD'nin Orta Doğu'da önem verdiği barış sürecini tam olarak desteklemiyor, ABD'nin karşı çıktığı islami Cihad ve Hamas gibi örgütlerle temaslarını sürdürmeye çalışıyordu. Bu durum ABD'yi zora sokuyordu. Örneğin ABD ile istihbarat alışverişi yaparken 'acaba bunun bir bölümü İran'ın kulağına gider mi’ şeklinde kuşkular ortaya çıkıyordu.
ABD, Refahyol projesi çerçevesinde Orta Doğu'da siyasi islam'ın demokratik yollarla iktidara gelmesi pratiğinin sonucları hakkında çok şey öğrenmişti. Yapılan hataların bir kez daha tekrarlanmaması için gerekli tecrübeyi kazanmıştı. Bu durumda artık RP'nin iktidarı sona ermeliydi. Ama nasıl? Daha önceleri Hasan Köni'nin getirdiği varsayımlar çerçevesinde askeri darbe yerine karanfil devrimi uygulanacak ve 28 Şubat süreci devreye girecekti. Bunun yalnız dış dinamikler açısından değil, iç dinamikler açısından da şartları olgunlaşmıştı.
Aynı dönemde özellikle STK'ların örgütlediği aydınlanmak için AÇ-KAPA eylemleri başladı. Susurluk eylemi sonrasında devletin yeniden reorganizasyonuna ihtiyaç duyan derin devletin desteklediği aydınlanma eylemlerine solcu çevreler de katılmaya başladılar. Saat 9'da ampüllerini söndürenler gericiliğe karşı mücadele ettiklerine inanarak eyleme katkıda bulunmaya devam ettiler. Bu çerçevede ÖDP'nin “Ne Hazırol, Ne Refahyol” şeklindeki postmodern sloganı yığınlara gericiliğe karşı mücadelede önemli bir açılım getirdiği kanısıuyandırıyordu. O dönemde solun, stratejik açıdan iç ve dış politikanın ciddi ve gerçekçi bir değerlendirmesini yaptığını söylemek zor. Sultanahmet'te yapılan mitinge 25 bin kişinin katılması ÖDP çevrelerinde sevinç uyandırırken, mitingin arkasında hangi güçlerin bulunduğu sorusu bir türlü çözülemedi.Daha sonra ÖDP bir daha böyle bir kalabalık bulamayacakti. Refahyol'un BOP çerçevesinde ABD'nin isteklerini yerine getiremiyeceği anlaşılmış, özellikle gerekli gücü  alması gereken Türkiye'deki güçleri de karşısına almıştı. Refahyol istifa etmek zorunda bırakıldı. Sincan’daki tanklar ilerici nitelikli darbeler olabileceğini iddia edenler için olumlu görülecek hale gelmişti.
Refahyol'un iktidardan düşmesi, Anadolu sermayesi açısından son derece düşündürücü idi. Bürokrasiye egemen  olarak, devletin elinde bulundurduğu rantlardan pay almak için ön plana çıkan Anadolu sermayesi (yeşil sermaye) enerji dağıtım şirketlerini ele geçirmek için yaptığı mücadelede 28 Şubat sonrası hüsrana uğramıştı. Sadece saf değiştirerek TÜSİAD'a üye olan İhlas Holding, Bursa'da dağıtım şirketini alabildi. Bu değişikliği bu holdingin bir kuruluşu olan TGRT proğramlarındaki değişiklikle de gözlemek  mümkün. Anadolu sermayesi bir kez daha anlıyordu ki, sistemle bütünleşmeden kendi güçleri ne olursa olsun sermayenin alanından pay almaları olanaksızdır. Büyümek için, dışa açılmak için islami sermayenin partisinin dünya ve Türkiye şartlarında hareket etmesi gerekmektedir. Böylece Anadolu sermayesi genişlemek istiyorsa, Refahyol deneyiminden ders çıkarmalıydı. 28 Subat kararlarından sonra, RP'nin islami camiadaki genel huzursuzluğu büyük bir fırsat olarak gören radikaller 8 yıllık eğitime karşı sokak gösterilerine ağırlık verdi. Güvenlik güçleriyle İslamcıların ciddi bir biçimde ilk kez karşı karşıya geldiği bu gösterilerde gerilimli anlar yaşandı, ama bütün çabalara rağmen geniş katılımlı ve etkili eylemler düzenlenemedi. Sokak eylemleri bütün çabalarına rağmen RP tabanını, özellikle de onun yan kuruluşu olan Milli Gençlik Vakfı üyelerini bu eylemlere katamadılar. Bunun ilk belirgin nedeni, partilerinin Anayasa Mahkemesi'ndeki davası sürerken, kapatılmaya elverişli bir ortam yaratmak istememeleriydi. Fakat bunun da ötesinde RP, bazı çevrelerin ileri sürdüğü ve umduğu gibi, geleceğini sistem dışında aramak istemiyordu. Sistem içinde, hatta  onun merkezinde yer alma çabalarını sürdürmeye mahkum olduğunun çok iyi bilincindeydi. Fakat bunun nasıl olacağını ve olsa bile neye yarayacağı konusunda RP'lilerin kafası iyice karışıktı. 
RP Genel Başkan Yardımcısı ve eski devlet bakanı Abdullah Gül bu durumu özetlerken epey iddialı konuşuyordu: “İslam ülkelerindeki birçok akım ve hareketin kendilerini gözden geçirmelerine, özeleştiri yapmalarına, varsa şiddete başvurmadan demokratik yollardan halka kendimizi kabul ettirebiliyorsunuz.” Abdullah Gül ılımlı islam ile BOP arasındaki ilişkiyi çok iyi anlamış gözüküyor, ama o dönemde herkes Gül'le hemfikir değildi. Akit Gazetesi'nin sahibi Mustafa Karahasanoğlu, Refahyol'un devrilmesini 'laikler, bu iş siyasi partiyle olmaz diyenlerin ekmeğine nefis bir Trabzon yağı sürdü' şeklinde yorumluyordu. Yeni Şafak Gazetesi'nde Hayrettin Oğuz imzasıyla 16 Temmuz'da yayımlanan “Bundan sonra ne yapacağız?” başlıklı yazıdaysa şöyle soruluyordu: “Bundan sonra da 'Demokrasiyi araç olarak kullanacağım' diye diye demokrasinin ve sistemin aracı konumuna getirecek miyiz?”
Sistemle bütünleşme sürecinin başlaması radikal kişi, çevre ve grupların tam anlamıyla ortadan kalktığı anlamına gelmiyordu. olmadığı ise bir gerçektir. Bu radikal grupların bazı tezlerinin RP tabanının bir bölümüne cazip geldiği de ayrıca üzerinde durulması gereken önemli bir noktaydı. Bununla birlikte radikallere ne RP'nin, ne de geleneksel köklü cemaatlerin iç disiplinini parçalayarak buralardan kendi saflarına taraftar devşirmede bir türlü başarılı olamadıkları görülüyor. Diğer bir deyişle İslami camiada devletle takışmama alışkanlığı eskisi gibi egemenliğini sürdürüyordu. Bunda belki de Cumhuriyet’in kurulduğu dönemden beri devam eden Kemalist gelenegin izlerinin de etkisi oldugu söylenebilir.
“İslamcı aydın” diye bilinen isimlerin büyük kısmının gerek RP tarafından devlet ya da belediyelerde danışman olarak istihdam edilmesi, gerekse kendilerine atfedilen gücün altından kalkamamaları nedeniyle, RP'yi eleştirmekten kaçınmaları da radikallerin önünü önemli ölçüde tıkıyordu. Ama radikallere en büyük darbe yine RP'den geldi. RP yöneticileri, iktidarı kaybetmelerinden sonra dillerini islami açıdan keskinleştirmekten kaçınarak, DYP, BBP ve hatta Hasan Celal Güzel'in YDP'siyle birlikte 'demokrasi savunmacılığını' yeğlediler. Bunda ne denli samimi oldukları bir yana, demokrasiyi 'bir küfür rejimi' olarak niteleyen radikallerle araları böylece daha fazla açıldı. Kesintisiz 8 yıllık eğitime karşı ülke çapında kampanya başlatan Türkiye Gönüllü Teşekkül Vakfı Genel Sekreteri Ahmet Şişman, radikalların etkili olmamasını samimiyetsizliklerine bağlıyordu:
“Türkiye'de müslümanlar var, İslamcı Hareket yok. İslamcı Hareket'e de ihtiyacı yok ülkenin. O radikal denilenler çocuklarını İmam Hatiplere (İ.H.L.) göndermez. Onların söylemlerinde düne kadar HİL'lilik de yoktu. İHL'ler düzenin mektepleriydi. İHL' kapansa da kapanmazsa da, Beyazıt'ta bir olay olacak: Bosna'yı, Keşmir'i, İHL'ler gündeme getirecekler, ama oradakilerin sayıları belli. Olayın vahametine göre bunlara katılanların sayısı inip çıkar. Bu yaygınlaşamaz.”
Bu arada 'ılımlı İslam'ın RP içinde yerleşmesi amacıyla hareket eden ABD, yeni bölünmeleri kışkırtıyordu. RP icindeki yenilikçi/gelenekçi çatışmasını desteklemek, ABD’nin planlarının bir parçası mıydı? 7 Şubat 2009'da eski Refah Partisi milletvekili Bahri Zengin şunları söyluyordu: “28 Şubat öncesinde 1-2 yıl boyunca Refah Partisi içinde görüş ayrılığı çıktı; anti-amerikan Erbakan'a karşı, ABD ile işbirliği yapılarak amaca ulaşacağını ifade edenler bulunuyordu. RP içindeki iktidar çekişmeleri iyiden iyiye 'gençler-yaşlılar, dinazorlar-yenilikçiler arasında yeni çelişkileri ortaya çıkartmaya başlayınca, bazı sorunlar da su yüzüne çıkmaya başladı.” Sağlık durumunun elverişsizliğine rağmen, RP Genel Sekreterliği görevini sürdürmek zorunda kalan Oğuzhan Asıltürk’un şu sözleri parti içi çevrelere de bir mesaj olarak algılanamaz mıydı?: “Rakip partiler önce genel başkanın, ardından benim, daha sonra da başkanlık divanımızın hemen emekliye ayrılmasını istiyor! 
Bu durumda parti'nin önemli isimlerinden Şevket Kazan'la bir gazetede yapılan röportajı anımsayalım. 
Soru: -TBMM tutanaklarında var. 1995'te Abdullah Gül, RP Kayseri milletvekili olarak Meclis kürsüsünde yaptığı konuşmalarda AB aleyhine söylenecek her şeyi söyledi. Şimdi ise ondan daha fazla AB şampiyonu yok. Siz bu değişimi nasıl değerlendiriyorsunuz?
-'Çocuktan al haberi, bazen de 'Hanımdan al haberi' derler. 1991'de biz 62 milletvekiliyle TBMM ye girdik. Sonra 22 milletvekili ayrıldı. Biz 40 milletvekille kaldık, ama sapasağlamız. O dönemde ana muhalefeti biz yaptık. Bizim hanım o tarihlerde “Yeni genç milletvekili arkadaşların hanımlarıyla zaman zaman toplanıp konuşuyoruz. Abdullah Gül'ün hanımı, 'Benim eşim genel başkan, başbakan olacak adam' deyip duruyor,' dedi. Ben de, 'Bırak desin dursun. Bizim partide bir disiplin vardır; o disiplin var oldukça bu gibi hevesler meydan bulup at koşturamaz' diye cevap verdim. Gerçekten de bizim partimizde bunu yapamadılar. Biz Gül'de ne kadar yanıldığımızı Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ndeki (AİHM) davada gördük.
-Nasıl yanıldınız? 
-Gül, RP'nin 1991'den kapatıldığı 1998 yılına kadar Avrupa Parlementosu'nda (A.P.) temsilciliğini yaptı. Biz sanıyorduk ki Gül AP'ye gittiği zaman Avrupalı parlamenterle konuşurken RP'yi anlatıyor. Halbuki hiç alakası yok. Bu, sadece kendini anlatıyormuş.
-Siz bunu ne zaman fark ettiniz?
-Bu acı gerçeği RP'nin kapatılması kararı ilan edildikten sonra AİHM'de açtığımız davanın aşamasında anladık. Benim AİHM Komisyon Başkanı olan Trechel adında bir dostum vardı. RP'nin kapatılmasına karşılık AİHM'de açacağımız davanın en azından sürümcemede kalması için nasıl bir yol izlenmesi gerektiği konusunda kendisinden akıl almam gerekiyordu.Kalktım Frankfurt'a gittim. O sıralar Kanal 7'nin Frankfurt Temsilcisi arkadaşımızla birlikteTrechel'i ziyarete gittik. O gün AP'de genel kurul var. genel kurulda Gül konuşma yapacak ve 'Türkiye'de bu siyasi parti kapatılıyor. Sizden tepki yok' diyecek. Ziyaretten dönüyoruz. Yanımızdaki arkadaşın cep telefonu çaldı. Ağlamaklı bir ses Kanal 7'nin canlı yayın aracı AP'ye gitmiş. Çünkü Gül konuşma yapacak. Onlar da canlı yayımlayacaklar. Telefonda ağlayarak anlatıyor: “Biz kalktık Frantfurt'tan buraya geldik. Adam otelde uyuyakalmış.” Söz sırası geçtiği için Danimarkalı bir parlamenter bu konuşmayı yapmasını söylemiş. O parlamenter de lafı ağzında geveledikten sonra şunları söyledi: “Şu anda Abdullah Gül ve arkadaşları lokalde çay içiyorlar.
-Tepkiniz ne oldu?
-O zaman Malik Akbaş bana dedi ki “Ah ağabey, AP'ye niye bu Abdulah Gül'ü tensip ediyorsunuz?Bu Abdulah Gül burada RP için hiçbir şey yapmamıştır. O sadece kendi reklamını yapmış, sadece kendini tanıtmıştır. Bunun İngilizcesi de mükemel değildir. Çok yazık etiniz. En hayati görevi yapacağı günde adam oturuyor.” Telefonu kapatıktan hemen sonra beni Erbakan Hoca aradı. Ona durumu anlatım. Strasbourg'daki çocuk yarım sat geçti geçmedi beni yeniden aradı: “Ağabey, bunlara birdenbire ne oldu? Birden ayaklandılar. Şimdi basın toplantısı yapacaklarmış. Bu saten sonra basın toplantısı mı olur?” İstanbul'dakini (Erdoğan) Morton Absamowitz, Ankara'dakini (Gül) de Marc Grosman parlattı.
-Peki, nasıl oldu bu?
-Gül biz hükümetteyken ikide bir gelip, “Hocam, bugün Grossman'la görüştüm. İngiliz Büyükelçisi'yle görüştüm” deyip dururdu. Biz de bunları dinlerken hiçbir art maksat düşünmedik, tam tersine faydalı bulduk. Bizim partinin Batı'yla ilişkileri kestiği gibi bir görüntü hasıl olabilirdi. Böyle bir görüntü olmasın diye de Gül'ün Batılı büyükelçilerle görüşmesinden memnun oluyor, “Sen tamam görüşmeye devam et. Dengeyi sağlamış olursun.” diyorduk. Halbuki bizim dengemiz bozuluyormuş. Perde arkasında da Korkut Özal'ın olduğunu inkar etmemek lazım. O ikisinin kafasına da “ABD'ye rağmen politika yapılmaz” inancını o yerleştirmiştir.
Artık gençlerin önü açılmalı talebi RP içinde o kadar güçleniyor ki partinin Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasının, böylesi bir gençleşmeye fırsat sağlayabileceğini düşünenler bile mevcutur. Ancak RP'de ilk günler epey baskın olan 'Galiba kapatacaklar' tedirginliği, yerini 'Nasılsa iktidardan düştüler, artık kapatmazlar' rahatlığına bırakmıştı. Yine de kapatılması durumunda (ki kapatıldı) yeni partinin (F.P.) her şeyiyle hazır olduğu, bunun yine ağırlıklı yaşlı kadroların denetiminde olacağı bilinen bir gerçekti. Yeni partide Erbakan Genel Başkan olamadı ama Recai Kutan parti kapatıldıktan sonra kurulan FP'nde bu göreve getirildi. 
Bu arada Aydın Menderes’in sözleri de çarpıcıdır: 
“RP temelindeki hatası demokrasiyle olan mesafesini ayarlıyamamış olmasıdır. Demokrasiyi tam olarak benimsemedi ve içseleştiremedi. Demokrasi haram mı helal mi tartışması Refah'ın da, tüm islamcıların da elini kolunu bağlamıştı. Bir siyasi parti, “Demokrasinin bana sunduklarından istifade edeceği, iktidar olunca da kendi kafama göre bir yönetim kuracağım” diyemez. Bu siyasi etiğe uymaz. Bir siyasi partinin böyle davranacağı kanati hasıl olursu toplumda ona rey vermeyenlerden çok büyük tepki doğar. RP'nin 95-96'da önünü kesen işte bu tepkidir. Doğrudan doğruya 'derin devlet'in kendisi değildir.” 
“Yeni bir Refah Türkiye'de olmaz. Siyaseten isteyenler olabilir ama toplumsal olarak Refah'ın tekrarı mümkün değildir. Refah'ı tekrarlamıyacak olanlar genç kuşaklardır. Mevcut olan kuşak bunu yapamaz; gelenekçilerle beraber olmamak yenilikçileri beli bir imaj kazandırabilir ama beli bir içerik kazandırmaya yetmez. İçeriği doldurulacak bir proğram sunmaları gerekir. Sunabilseler yeni kurulan FP bunu ister istemez kabul eder. Bir bakıma Erbakan'ın  görünür görünmez bir egemenliği varsa, bunun nedeni yenilikçilerin henüz yeni bir şey sunamamış olmasındandır.”
FP kurulduktan sonra adaylığını koyan Abdulah Gül’un, Recai Kutan karşısında seçimleri kaybetmesine rağmen aldığı oyu küçümsemek mümkün değildi. Gazeteci Naki Özkan FP İstanbul İl Başkanı Doç.Dr. Numan Kurtulmuş (daha sonra Sadet Partisi Genel Başkanı)'a soruyor:
-Kongre öncesinde 30 Nisan'da Konya'da il başkanları bir araya geldi. Abdulah Gül'e karşı 'zorla imzalar toplandı' diye iddia edildi. Bir zorlama oldu mu?
-İl başkanları bütün teşkilata olan, 'zor bir zamandan, siyasetin kritik bir döneminden geçiyoruz, birlik ve beraberlik içinde tek listeyle bu kongreye girelim' görüşünü dile getirdiler. Ancak 7 arkadaşımız, 'Tek liste olsun ama bunu tek liste olsun şeklinde bir metinle ifade etmeyelim. Abdullah Gül'ü çağıralım ve kendisine görüşlerimizi ifade edelim” dediler. Abdullah Bey çağrıldı, il başkanlarının görüşleri bildirildi. Sonrasında da il başkanları her satırı üzerinde tartışarak görüşlerini dile getiren bir metin hazırladılar. Yoksa basına yansıdığı gibi il başkanlarına zorla imza atırılmadı.
-Metinde ne deniyordu?
-İnsan hakları ihlalerinin arttığı bir dönemde FP'ya ihtiyaç olduğuna, partinin bu kongreye, genel başkanın, öncülüğünde gitmesi gerektiğine vurgu yapıldı.
-İl başkanları Gül'ün adaylığını koymasını istemiyorlarsa, Gül'ün seçilmesi zor. Ama Gül'e neden bu kadar büyük tepki var. bir yoruma göre “Gül öyle bir hezimete uğratıldı ki, bir daha her kafasına esen aday olarak çıkmasın, çok adaylık yolu açılmasın” diye şidetli tepki gösteriyiyor. Bu iddia için ne diyorsunuz?
-Abdullah Bey bu partide emeği olan bir kardeşimizdir. Recai Bey bir keresinde, 'Genel başkanlık yapabilecek iki üç akla gelirse, bunların arasında Bülent Arınç ve Abdullah Gül vardı.' demişti. FP'nin özelikle bir kapatılma davası ile karşı karşıya kaldığı ve ülkemizin bize ihtiyacı olduğu bir dönemde, bazı tartışmaların medyanın önünde yapılıyor olması, tabanda bazı rahatsızlıklara neden oldu. Herhalde tepkinin kaynağında bu var.
-Abdullah Bey FP'nin, 'açık, tutarlı, ilkeli bir görünüm vermediği'ni söylüyor mu?
-Abdullah Bey böyle bir değerlendirme yapmadığını açıkladı. Zaten böyle bir değerlendirme yapamaz. Çünkü, kendisi de bu partinin yönetiminde görev aldı. FP kendisini ifade etmekte, halkın önünde kendini iyi tanıtmakta zorlanmış olabilir. Ama FP, neyse odur.
-Bir parlamenteriniz, Nazlı Ilıcak, bir yazısında Abdulah Bey'in aday olmasını, itaat kültüründen demokratik kültüre geçişin ifadesi olarak değerlendirdi. Siz ne düşünüyorsunuz?
-Recai ve Abdullah Bey'i tanıyan birisi olarak söylüyorum. Dünya görüşleri çok farklı değildir. Hatta görüşleri büyük oranda örtüşüyor. Farklı siyaset yapmaktan kaynaklanan bir muhalefetle karşı karşıya değiliz. FP içinde iki ayrı siyasal çizgi, yenilikçi ve gelenekçi diye iki ayrı grup yok. Üslupları farklı olabilir.
-Demokratik partilerde çok aday olması alışılmış bir şey, FP'da tek aday çıkması otoriter bir görüntü yaratmıyor mu?
-Fikri ve yöntem farklılığı olmuş olsaydı çok aday çıkması normal bir şeydi. Ancak kendilerine de sorun, o da aynısını söyleyecektir, fikirsel ayrılık yok.
Gazeteci Naki Özkan'ın tüm ısrarlarına rağmen parti içinde yenilikçi-gelenekçi ayrılığını inkar eden Doç.Dr. Numan Kurtulmuş'a göre Abdullah Gül'ün adaylığı partiye yeni bir yön vermek isteyen yenilikçilerin bir atılımı idi. Ama herkesin kafasında bir sorun vardı. Yenilikçiler ne kadar yeniydi? İslamiyet ve demokrasi konusundaki düşüncelerine ne kadar güvenilirdi, ne kadar samimiydiler? Yeni kurulan partinin geleneksel sağ partilerden farkı neredeydi? Sağdaki boşluğu doldurabilirler miydi? Dahası ve en önemlisi ABD'nin ılımlı islamin Türkiye'ye yerleşmesi açısından yeni parti ne kadar yenilikçi olabilirdi?
Bu soruların yanıtını yine partinin geçirdiği evrimde aramak gerekir. FP'ndeki değişim sancılarını salt parti içi bir mücadeleye indirgemek, partinin temsil etiği ve organik bağı olduğu toplumsal sınıf ve grupları dışlamak anlamına gelir. FP'nin geleneksel çizgisi yeni bir takım toplumsal ihtiyaçlara cevap veremediği için kırılganlaşmış ve direnişe açık hale gelmiş, söz konusu ihtiyaçlar da yenilikçilerin talepleri ile örtüşecek somutluk kazanmıştı. Bu elbette Erbakan'a yönelik herhangi bir muhalefetin böylesine bir ihtiyaç olmadan asla gerçekleşmeyeceği anlamına gelmez. Ancak FP gibi partinin top yekün değişimini zorunlu kılacak kadar baskı yapılıyorsa yenilikçilerin talepleri salk 'demokrasi' üzerinden açıklanamayacak kadar güçlü maddi temellere dayanır olmalıdır. Şimdi FP'deki gerilimin altında yatan dinamiklere bakmak; bunu yapabilmek için de FP'yi içinde yer aldığı toplumsal koşulara, sınıf ilişkilerine bakarak değerlendirmek şarttır. 
1980'li yıllarda sermaye birikimi sürecinin niteliği büyük burjuvazinin konsolidasyonuna olanak tanıdı. Önceki dönemde zenginleşen büyük sermayedarlar yeni dönemde her türlü teşvik ve krediyle ödülendirilip neo-liberal politikaların savnucusu bir çıkar grubu haline geldiler. Bu süreçte küçük ve orta ölçekli işletmelere sahip Anadolu sermayesi dışlanmış oldu. Devlet bu noktada hem sınıf içi (sermayeler arası) hem de sınıflar arası çelişkilerin şekilendiği alan oldu. Bölüşüm ilişkilerine müdahale eden devlet, sınıf ilişkilerine yeniden düzenleyici bir rol üstlendi. Burada önemli olan, büyük burjuvazinin, değişimi isteyecek kadar sınıfsal talepleri olduglaşsa da yeni neo-liberal politikaları içseleştirebilmeleri için devletin kişisel ağı kurulmasına ve beli sermaye gruplarının öne çıkarılmasına izin verişidir. Hayali ihracat gibi yolsuzluklar aslında büyük burjuvazinin konsolidasyonuna yönelik sermaye birikim sürecinin bir parçasıydı. Bu noktada böylesi olanaklardan yoksun kalan Anadolu sermayesi kendi olanaklarını yaratma arayışına girdi. Kaynak yaratmak için halka açık çok ortaklı holdingler kurdu. Bu holdinglerin yasal zemini olmasa da yüksek kar payı vermesi küçük sermayedarın yatırımları için cazip hale geldi. TÜSİAD'ın temsil etiği büyük burjuvazinin her türlü rekabet koşuluna (teknoloji/iç pazar ağı) sahip oluşunu eleştiren Anadolu sermayesi 1990'ların başında MÜSİAD'ı kurdu.
MÜSİAD bu süreçte Anadolu sermayesini islami motifler etrafında örgütledi. İslami kimlik büyük burjuvazinin temsil etiği değerlere alternatif bir değerler sistemi sundu; aslında 'islami' sermaye liberal bir düzene dışsal değildi, tam tersine kapitalist gelişmenin bir parçası olarak ortaya çıkmıştı. Ancak islami değer ve inançlar TÜSİAD'ın sahip olduğu gücün karşısında dışlanan sermaye egruplarını birleştirici bir işlev gördü, zira uluslar arası sermayayle de ilişkisi olan TÜSİAD'ın batılı değerlerini ve kör güdüsünü eleştiren MÜSİAD islami kültüre sahip çıkarak aynı kapitalist sisteme farklı yolarllarla entegre olmanın olanağını yaratmış oldu.
İslami motifler, Adil Düzen sloganıyla birleşerek 80'lerdeki sınıflar arası farklılıkları keskinleştiren neoliberal politikaların olumsuz sonuçlarına maruz kalan yoksul kitleleri, Anadolu sermayesinin gücüyle yükselen ve önce ANAP da sonra da DYP tarafından temsil edilen düzene alternatif olduğu idiasıyla siyası arenaya çıkan Refah Partisine yakınlaştırdı. Böylelikle neo liberal politikaların dışladığı sınıflarla söz konusu politikalardan TÜSİAD gibi pay alamayan Anadolu sermayesi aynı partinin etrafından örgütlenmiş oldu. Aslında 1980'lerde Özal, Anadolu sermayesinin kendi projesine eklemleyebilmek için daha muhafazakar sermaye kesimlerinin önünü açacak girişimlerde bulunmuştu. Ama bu girişim, 80'lerde sermaye birikim sürecinin büyük burjuvaziyi merkeze alan niteliğini değiştiremedi. Ancak 1990'larda islami sermayenin niteliksel dönüşümüyle sınıflar arası mücadelenin aldığı biçim ve sermaye içi çatışmalara yapılan müdahale hem MÜSİAD'ı hem de RP/FP'yi doğrudan etkileyecekti.
28 Şubat sürecinde ordu RP'nin karşısında tavır alırken aynı zamanda sermaye içi gerilimde büyük burjuvasinin de lehine bir tavır almış oluyordu. 28 Şubat sonrası islamcı holdinglerin açıkça teşhiri, bazılarının varlıklarına el konulması ve hata önceki dönemde islami sermayeye verilen bazı ihalelerin geri alınması bunun göstergesiydi. Artık RP'nin üstlendiği misyonu bu şartlar altında sürdürmesi iyice güçleşmişti; ancak buradan ordunun veya devletin tek başına islami sermayeyi 'yola getirdiğ' ve RP'nin evcileştiği sonucu çıkmamalı. MÜSİAD, 1990'ların ikinci yarısında artık niteliksiz bir dönüşüm yaşamaya başlamıştı ve islami sermaye gruplarının hem sınıfsal hem de sınıflar arası gerilimlerde pozisyonu değişmeye başlamıştı.
Birincisi, ülke içinde yaratılan artığın gitikçe daha fazlasına el koyan islami sermayenin çıkarları neo liberal politikalarla daha fazla örtüşür hale geldi. Örneğin Erbakan'ın iktidardayken hazırladığı “DENK BÜTÇE”nin en büyük umudu özeleştirmelere islami holdingler talip olmaya başlamıştı. seçimlere FP adıyla giren RP, “Günışığı Beyanamesi”nde artık “Adil Düzen” yerine herhangi bir sağ partininkinden farklı olmayan bir programla seçmenin karşısına çıkıyordu. Seçimde FP, Güneydoğu kasabalarıyla, Orta Anadolu'nun sunni-Türk kesimlerini bir şemsiye altında toplamak, siyasi gerilimlerin hızla devam ettiği bir ortamda çok zordu. Bu nedenle FP Güney Doğu'yu HADEP'e, Orta Anadolu'yu daha radikal bir alternatif sunan MHP'ye kaptırdı. FP gençliği yakalayamadığı gibi yeni seçmenlerden de oy alamadı. FP sadece devletle değil, Türkiye'nin yüksek eğitim görmüş, dışarıya açılmış orta sınıflarla da çatıştı. Bu çatışmada FP içinde önemli sınıfsal farklılıklar oluştuğundan profesyoneleşen politikacı tipiyle onun dışında kalan alt kadameler, aktivistler arasında farklılıklar büyümeye devam eti. Bazıları için islam toptan bir yaşam biçimidir ama bunlar cami-cemat oyları en fazla % 15'dir FP oyları içinde.
İkincisi, 1999'da imzalanan istikrar programı Türkiye'de burjuvaziye bir kaynak aktarım mekanizması olarak işleyen ve sermaye birikim sürecinin parçası olan kamu iç harcamasını azaltmayı ve yolsuzlukları engelemeyi hedefliyordu; çünkü bu mekanizmalar sermaye birikim sürecini besleyen değil tıkayan bir nitelik kazanmaya başlamıştı. Diğer yandan özelleştirmeler, tarım ve sosyal güvenlik reformu ile hem ulusal hem de uluslar arası sermayeye uygyun karlı bir ortam yaratmanın adımları atılacaktı ve 80'den bu yana sınıflar arası çelişkiler yüzünden yerleşmeyen neo liberal politikalar iyici oturmuş olacaktı.
MÜSİAD'ın Abdulah Gül'ün adaylığını ilan etiği sırada açıkladığı yeni kararlarını da bu bağlamda düşünmek gerekir. MÜSİAD'ın faizsiz kazanç yoluyla para toplayan holdingleri denetleme kararı tam da böyle bir kazanç mekanizmalarını ortadan kaldırmak isteyen istikrar programının zihniyetiyle çok uyuşuyordu. Açıkça belirtmese de zorunlu olarak MÜSİAD bu durumda çıkarları çalışan sınıflarla daha fazla çatışan; büyük burjuvaziye ve daha çok yakınlaşan bir pozisyona geldi. Yine kararlar arasında yer alan 'Genelkurmay'ı ziyaret etme' madesi 28 Şubat süreci sonrası gösterilen uzlaşmacı tavrı simgeliyordu. Bünyesindeki şirketlere islami logo yasağı getirmesi ise islami referansın değişen koşular ve yeniden yapılanan Anadolu sermayesi açısından önceki toplumsal işlevini yitirdiğinin göstergesiydi.
Burada dikat edilmesi gereken nokta, islami sermaye grupları büyüdükçe, burjuvalaştıkça ya da dışa açılıp batılılaştıkça dinin önemini kaybetiği ve zorunlu olarak laikliği ön plana çıkardığını söylemek modernleşme teorisyenlerinin yaptığı gibi 'Daha fazla modernlik, daha fazla sekülerleşme' diye özetlenebilecek bir anlayışı savunmak olurdu. Burada bu yanlış anlayışı önlemek için altını çizmek istediğimiz şey dini referansın cevap vertiği toplumsal ihtiyaçlar yerini başkalarına bıraktığı için önceki anlamını kaybetiği. Yoksa islamiyet farklı bir referansla yenilikçi kimliğinin parçası olmaya devam edecektir. Nitekim ileride AK Parti'nin kurucuları arasında türbanlı bayanlar ve muhafazakar entelektüelerin olması gayet doğaldı.
Önceden ihracat yapsa da uluslar arası sermayeyle ilişkisi sınırlı düzeyde olan bazı islami sermaye gruplarının yavaş yavaş dışa açılmasının da önemli sonuçları oldu. MÜSİAD'ın kararları açıklanırken Kombasan'un gazeteye verdiği ilen bu konuda çarpıcı bir örnekti. Kombasan reklamında Amerika'da satın aldığı Hıt or Mis Mağazalar zincirinin direktörü Amerikalı Dona Mord'un ağzından Kombasan hakındaki övgüleri iletiyordu. Reklamın alt kısmında ise Kombosan'ın Avrupa Birliği'ne taraf olan, yeni kavramlara inanan bir holding olduğu vurgulanıyordu. Anadolu sermayesinin ne kadarının bunu başaracağı ucu açık bir soru olsa da AB üzerine görüşlerinden de anlaşılacağı gibi böylesine bir niteliksel dönüşümün işlemi sermayenin çehresini etkileyecği açırtır. Şimdiki AK partisinin niçin AB girmek için verdiği mücadeleyi anlamak için bu durum sadece bir ip ucudur. 
Tüm bu değişimler göz önüne alındığında MÜSİAD'ın neden toplantısında Recai Kutan'ı değil de Abdullah Gül'ü konuşturduğu; yenilikçi kanadın neden istikrar programının bir parçası olan '15 günde 15 yasa ' çıkarılması konusunda hükümete muhalefet etmek yerine destek vereceğini açıklayan (üstelik Recai Kutan'ı kızdırarak) anlam kazanabilir.
Fazilet Partisi gerçekleşen toplumsal değişimler karşısında kırılganlaşmış ve gerilimlere açık hale gelmiştir. Parti içindeki gerilim de aslında partinin değişmesi, daha doğrusu beli ihtiyaçlara cevap verebiliecek bir yöne evrilmesi için yapılan bir iktidar mücadelesinden kaynaklanıyordu. RP iktidardan düşürüldükten ve kapatıldıktan sonra kurulan FP'nin birinci parti olsa dahi iktidar olamıyacağı imaj yaratıldı. Çünkü RP'nin hem devletle çatışmak hem de uzlaşmak politikası onu bir ikilem içinde bırakıyor ve dış güçlere gerekli güveni sağlıyamıyordu. Özelikle ABD BOP projesini yaşama geçirmek için gerekli 'ılımlı islam'a destek verecek bir partinin oluşturulamadığını görünce desteğini çekiyordu. Nitekim 1999 seçimlerinde FP hezimete uğradı. 1999 seçimlerinde Orta Anadolu'ya hakim olan ve buradan taşmak isteyen Anadolu sermayesinin temsilcisi olan FP'ye MHP tarafından ağır bir darbe indirildi. Bu da tekelci sermayenin ortaya çıkan bu durumdan çekinmediğini aksine onu tahrik etiğini gösterir.
Tekelci sermayenin öz örgütü idiası olup bunu beceremeyen ANAP ile 1999 seçimlerde tekelci sermaye ile didişmeyi seçen DYP'nin 1999 seçimlerinde uğradığı bozgun karşısında kitlelerin yeni umut kaynağı olarak Batı bölgelerinde miliyetçi sol parti olan DSP'yi, Orta Anadolu'da miliyetçi sağ olan MHP'yi seçmeleri, tekelci sermaye açısından yeni versiyonların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Her iki partinin ilk defa oy veren seçmenlerden aldığı büyük desteğin yanı sıra asıl tabanları, mili gelirden aldığı payın devamlı düştüğü küçük burjuvazidir. Bu çok önemli bir noktadır. Her iki parti de toplumsal sermayenin bir kesimini temsil etmemektedir. Bu durumda bu partilerin değiştirebileceği, tekelci sermayenin hizmetine sokulabileceği konusunda iyimserlik gerçekliğe dönüşüyor. Nitekim, DSP, bu konuda imtihanını geçmiş dönemde, gerek  koalisyon deniminde, gerekse tek başına iktidar olduğu kısa dönemde sermayenin isteklerini yerine getirmek açısından imtihanı başarıyla vermiş, tekelci sermayeyi rahatlatmıştı. MHP ise iktidarı paylaştığı ölçüde bu imtihandan başarı ile çıkmıştı. Özünde bu devlet partisi olan MHP, DSP gibi ANAP ve DYP'nin yerini alabilmek için, merkez partisi olma yolunda tabanını ve seçmenlerini ikna etme yolunda çaba göstermiştir.Her iki parti de 1970'lerden gelen 'Halk Sektörü' ile 'Millet Sektörü' kavramları ile halka seslenmeleri, aynı tabanlara seslenmenin bir sonucu idi. Bu nedenle DSP Batı Anadolu Bölgesi'nden, MHP'de aynı tabanın farklı bölgelerinden oy almışlardı. Geçmişte sağ ile sol arasındaki kavgaların tarihin karanlığına gömüldüğünü ve siyasi istikrarın yerleştiğini görmek tekelci sermayenin en büyük özlemidir.
Siyasi istikrar adı altında IMF politikalarının yaşama geçirilmesi için siyasi iktidar adı altında IMF politikalarının yaşama geçirilmesi için siyasi iktidar karşısında muhalefetin küçülmesi ve bunun yanı sıra baskıların artması kaçınılmazdı.1999 yılarında IMF destekli istikrar programı uygulamaya başladı. Bilindiği gibi, geçmişte 1994 krizinden sonra IMF güdümlü istikrar programı Tansu Çiller yürütemedi, yürütemedi. IMF aldanmıştı. Tansu Çiller cezasını iktidardan düşerek ödedi. 
1999 yılında geciken istikrar tedbirlerinin alınması güçlü bir siyasi erki gerektirdiğinden seçimlerde en ehveni şartlarda oluşturulan koalisyonla bu durum sağlanmaya çalışıldı. 
28 Şubat'ın amaçlarından ön önemlisi yaşama girdi. O zamanlar bölgesel güç olmayı hedefleyen bir ülke, ne kadar güçlü bir askeri güce sahip olursu olsun, ekonomisini restore edememişse (halkın yaşam seviyesini düşürse bile) amacına ulaşamaz. 
Türkiye'nin üç önemli dönemecinde, 27 Mayıs ve 12 Eylül de alınan istikrar tedbirlerinden sonra askeri ihtilaller oluşurken bu kez 28 Şubat post modern askeri darbeden sonra istikrar tedbirleri uygulamaya konulmuştu. Özünde devletin bir yapısal reorganizasyonuna dayanan bu tedbirler kapitalist sisteme eklemlemenin yeni boyutlarını taşıdılar.
Tayip Erdoğan'ın yeni oluşumu üzerine yazılanların bir kısmı Erdoğan'ın ne kadar 'yeni' olduğu, ne kadar değiştiğini sorguladı. Bir kısmı ise Erdoğan'ın sağdaki boşluktan faydalanarak Özal'cı proje gibi farklı eğilimleri birleştireceğini öne sürdü. Ancak bu analizlerde yukarıda gösterilmeye çalışılan ilişkiler bütünü gözardı edildi.
Kuşkusuz Erdoğan, temsil etiği yenilikçileri siyasi olarak örgütlerken siyasi partilerin yıpranmışlığını, istikrar programının olumsuz etkileri gibi konjoktürel nedenler sayesinde 2002 seçimlerinde iktidara gelme şansını yakalayacak bir tarihsel fırsat yakalamış oldu. 
Ne var ki; Bu kesinlikle Erdoğan'ın öncelediği ve üzerinden siyaset yapacağı toplumsal sınıfların yuksul kitleler olduğu anlamına gelmemektedir. Sağ partilerin tabanları erirken Erdoğan'ın yoksulaşan kitleleri kendi partisine eklemleyebilme şansına sahipti. Üstelik Türkiye'deki büyük burjuvazinin ve devletin sürekli vurguladığı 'toplumsal uzlaşma' ihtiyacına cevap verebildiği ölçüde Erdoğan'ın önünün herhangi bir kurum tarafından kesilmesi çok zor gözüküyordu. Ancak Erdoğan'ın parti programında da açıkça görüldüğü gibi yoksuları merkezine alması mümkün değildi. Tersine parti programında açık ve net bir biçimde belirtilen sağlık hizmetlerinin küçük şirketler aracılığıyla özeleştirilmesi, “küçük ama güçlü devlet” söylemiyle yenilikçilerin partisi Adalet ve Kalkınma Partisi neoliberal politikaların savunucusu ve uygulayıcısı olmaya daha o zamandan beri adaydı. 
Tayyip Erdoğan çok sistemli bir biçimde değişti. Çünkü değişmeye çok açık bir insandı. Tabiki O da geçmişi itibariyle siyasal İslamcı bir anlayışa sahipti. İslam, devlet olmak için, politik hayatın egemeni olmak için vardı. Kutsal kitap bir metin gibi okunuyordu. Kuran bir politika kitabıydı. Peygamber bir siyasal önderdi. İslam'la devlet arasında işte bu tür bir özdeşlik Tayip Erdoğan'ın da kafasında vardı. Çünkü 1980 öncesinde böyle bir kültür edinerek gelmişti. Ama Erdoğan 1990'ların ortalarından itibaren çok cidi bir zihinsel değişim içine girdi. Tayip Erdoğan 190'ların ortalarına kadar demokrasiye ve laikliğe kuşkuyla yaklaşan bir insandı. Dolayısıyla Refah Partisi İstanbul İl başkanlığı yaptığı pek çok konuşmada, laikliği dinsizlikle özleştiren mili görüş anlayışına yaslandığı zaten görülebilir. Mili görüş'e göre laiklik dinsizliktir, demokrasi de küfürdü. İslam mutlaka devlet olmalıydı. Bugün ise Tayip Erdoğan ve AK Parti'yi kuranların tamamına yakını kökten değişti. Demokrasinin ve laikliğin gerekli olduğuna inanıyorlar. “Din temelinde siyaset yapmak yanlıştı' diyorlar. Bu önemli bir zihinsel ve siyaset değişimidir. Onlar, siyaset etme tarzlarını Fazilet Partisi dönemindeyken değiştirdiler. Demokrasinin olmasa olmaz bir öneme sahip olduğunu ve “demokratik hukuk anlayışının herkesi bir arada barış içinde yaşatacak yegane çözüm olduğunu anladılar.” 
Tayip Erdoğan'ın İstanbul belediye Başkanı iken danışmanı olan Mehmet Metiner'in Neşe Düzel'le Radikal Gazetesi'nde yaptığı röportajda Tayyip Erdoğan böyle anlatıyor. Ancak kisisel degisimlere degil sermayenin nitelik degistirmesine bakmak gerekir. Tayip Erdoğan'ın başdanışmanlarından olan TÜSİAD üyesi ve Türkiye-Amerika İşadamları Derneği üyesi Cüneyt Zapsu'nun  Tayyip Erdoğan'ı Amerika'ya götürüp gerekli temaslarda bulunmasını sağladıktan sonra Ak Parti'nin kurulmasına nedense hiç değinilmiyor. RP deneyimi, daha sonra Fazilet Partisi deneyimi temsil etiği Anadolu sermayesinin dışa açılma doğrultusunda geliştirdiği politikalar çerçevesinde iktidar yolunun açılmasından tek yolunun değişim olusu 28 Subatla ispat edilmisti: Ya değişeceksin, ya da size iktidar yolu kapalıdır. Çünkü ABD'nin BOP çerçevesinde Türkiye'den beklentisi ilimli islam projesiydi. 
Nitekim aynı röportajda Neşe Düzel şöyle bir soru soruyor: 
- Peki onlar ne zaman siyasal İslam'dan vazgeçmeye başladılar? İslami bir devlet hedeflemeyen hareket ne zaman ortaya çıktı? 
- 28 Şubat'tan sonra ortaya çıktı. Siyasal İslam'ın türkiye'de geçerli olmayacağı 28 Şubat sürecinde görüldü. Hiçbir demokrat askeri müdahaleyi tasvip etmez ama 28 Şubat süreci, siyasal islamcılarımızın demokrasiyi keşfetme sürecini de beraberinde getirdi. İslamcıların demokrasiyi keşfi ne yazık ki böyle olabildi. 28 Şubat'ın bu olumlu neticesini kimse göz ardı etmemeli. Çünkü 28 Şubat'ta İslamcılar da mağdur oldu. Daha “önceki mahdurların tepkisini bilmiyorlardı.”
F.P'nin programını yazdığını söyleyen Mehmet Metiner,  28 Şubat'tan sonra iç ve dış dinamiklerden izin alınmadığı taktirde iktidar olmanın mümkün olmadığını anlatıyor çok sade bir biçimde. 
Bir başka gazete haberi ise yenilikçi İslamla sermaye arasındaki ilişkilerin değişen niteliğine ışık tutuyor (İşadamlarının Nabzını Tuttular, Milliyet)
“FP'de yenilikçi cephede yer alan Recep Tayip Erdoğan ve Nazlı Ilıcak, işadamlarıyla buluşarak nabız yokladı. Nazlı Ilıcak geçen hafta sonu İstanbul'daki evinde yenilikçi miletvekileri İrfan Gündüz, Altan Karapaşaoğlu ve Erdoğan'ın katılımıyla bir yemek verdi. Yemeğe Sakıp Sabancı, Hüsnü Özgün, Tunç Çapa, Zeynel Abidin Erdem ve Kerem Üstünkaya'nın da aralarında bulunduğu çok sayıda işadamı ile gazeteci Cengiz Çandar ile Mehmet Barlas katıldı. Ilıcak ve yenilikçiler geleceğe yönelik planlarını anlatılar. İşadamları da yenilikçilere ekonomiyle ilgili değerlendirmelerini sordu.”
12 yil sonra Erol Manisali 28 Subat olayini degerlendirdigi yazilarinda soyle diyor:(Inanilmaz ama Gercek, Nereden Nereye): 
“Amerika Erbakan'ın ve Refah Partisi'nin, 
Hem islam dünyesina yönelik “üçüncü dünyacı” politikasından; Necmetin Erbakan Türkiye'yi, 'Batı'dan islam ülkelerine doğru çekmeye çalıştığı için 'ABD ve AB'den büyük tepki alıyordu. ABD bunu, 'Üçüncü Dünyacılığı' güçlendiren bir tehdit olarak algıladı. Erbakan'ın (ve Refah Partisi'nin) “ABD önderliğindeki Hıristiyan ve Batı kapitalizmine karşı bu hareketini önlemek istiyorlardı. Orta Doğu'da kendileri için büyük bir tehlikeydi. 
Erbakan'ı (ve hükümetini) devirmek için İstanbul büyük sermayesini ve kimi askerleri kullandı. Atatürkçü çevrelerdeki duyarlılığı hem tahrik eti hem de yönlendirdi. Siyasi İslamı bölerek bir kısmının “orduya karşı Amerika'dan yardım istemesine ortamı hazırladı.” ordu kendi amacı doğrultusunda işini yaparken “Amerika da karşısındaki tehdidi yok etmiş olacaktı. Waşington olaya böyle bakıyordu. İstanbul sermaye çevreleri ile bu yöndeki temasları, bunun kanıtıyda. O günlerde, basına da yansıyan ilginç gelişmeler izlendi. ABD bu kanaldan devreye girdi.
7 Şubat 209'da eski Refah Partisi miletvekili şunları söyledi; “28 Şubat öncesinde 1-2 yıl boyunca Refah Partisi içinde görüş ayrılığı çıktı; anti Amerikan Erbakan'a karşı, ABD ile işbirliği yapılarak amaca ulaşılacağını ifade edenler bulunuyordu. (7 Şubat 2009'da Hulki Cevizoğlu'nun ART'deki programında Bahri Zengin'in açıklamaları) 
Bunun planları zaten Rond Corparation tarafından hazırlanmıştı. 
-Hem Amerika (ve Batı) karşıtı hareket engelenecek; 
-Hem de BOP için, “ABD ile stratejik ortaklığa mecbur bir yönetim” iktidara gelecekti. Bir taşla iki kuş avlanıyordu. 
Zaten 28 Şubat süreci başlarken ABD Büyükelçiliğinde ve İstanbul büyük sermaye çevrelerindeki hareketlenmelerin izi sürüldüğünde, 'ılımlı ve uyumlu islam formülüne 28 Şubat süreci ile ulaşıldığı açıkça görülür.' Amerika tamamen işin içindedir. 
28 Şubat'ın Sonuçları: 
Kimi askeri çevreler, “şeriatçı düzen yavaş yerleştiriliyor” düşüncesi ile ve “iyi niyetle” tepki gösteriyorlardı. (ABD Batı Çalışma Grubu- büyük sermaye) üçgeni, bu “iyi niyeti” kulanarak harekete geçti. 
“Üçüncü dünyacı” ve ABD karşıtı Erbakan sıkıştırılıp tasfiye etirilerek onun yerine “Batı kapitalizmi ve ABD ile işbirliğine soyunmak isteyen ılımlı ve uyumlu islam iktidara getirilecekti ve bu yapıldı. 
Avrasya ve islam dünyesına karşı bir hareket olarak bu operasyon ABD için çok önemliydi. Büyük Ortadoğu projesi'nin ilerlemesi buna bağlıydı. İşin nasıl tezgahlandığı Rond Corparotion(ın Türkiye ve bölge raporlarında yazılıdır. 
Kimlerin hangi formüle getirileceği isimleriyle cisimleriyle sayılmıştı. Bu bağlamda, 'tamamen karşı uçlarda gösterilmek istenen 28 Şubat süreci ve Ergenekon arasında” ilginç ortak hedeflerin bulunduğunu görmek gerekir. Her ikisinden de kazançlı çıkanlar Amerika ve AKP olmadı mı?”
İronik bir şekilde eğer Erol Manisalı bu konudaki gözlemlerini 27 Mayıs darbesine uyarlasa çok değişik sonuçlar çıkacaktır.
28 Şubatla ilgili çok önemli bir son nokta Milli Guvenlik Kurulu’nun rolüdür. 27 Mayıs'ta kurulan MGK Genel Sekreterliği’nin yetkileri Anayasaya aykırıydı. Özelikle 27 Mayıs Devrimini övmek için sözde Menderes diktatörlüğünden ülkeyi kurtaran askerleri alkışlayan solcular bu durumu sözde demokrasinin bekçiliği adı altında meşrulaştırdılar. MGK’nin rolu irtica tehlikesine karşı bir güvence olarak görüldü, halkın kendi haline bırakılırsa bu tehlikeyi getireceği ileri sürüldü. 28 Şubat'ta önemli bir işlevi olan Batı Çalışma Grubu'nun askeri bir görevi yoktur. Kurulması için hakkında verilmiş tek bir onay, tek bir yasal dayanak yoktur. Hala bu Grubun uzantılarının sürdüğünü görüyoruz. Bir zamanlar bu grubun üyesi olanlar hala belirli pozisyonlardalar. Ancak  bir örgüt yapısı içinde çalışmıyorlar. 
28 Şubat'ta Batı Çalışma Grubu'nun bir hareket planı vardı. Planın sonunda Çevik Bir, “CHP gibi laikliğe taraftar partilere oy verin, onun dışındakilere oy vermeyin” diyordu. Yakın dönemde Türkiye'de askerin 'kırmızı kitap'  diye bilinen bir gizli anayasası oldugu gazetelerde yazıldı. Bu anayasa büyüklüğünde kabı kırmızı olan 'Mili Siyaset Belgesi'ydi. Bu kitap MGK'unda gerektiginde 'gizli anayasa'  gibi kullanıldığı ve gerektiği takdirde "Milli Siyaset Belgesi"nin falanca maddesine uymuyor" denildiğinde, o kanun veya kararnamenin çıkarılmadığı söylendi. 
28 Şubat'ta yüksek yargı kuruluşlarının başkan ve üyeleri, savcılar, Genel Kurmay'a defaatle çağrıldı, irtica brifingi verildi. Hata brifinge iştirak edenlerin söylediğine göre, komutla alkışlama bile oldu. 
O zamanki Cumhurbaşkanı Demirel, Fikret Bila ile seneler sonra Miliyet'te yaptığı söyleşide şöyle konuşuyor:
“28 Şubat olayına postmodern darbe diyorlar; bu yanlıştır. Türkiye darbenin ne olduğunu biliyor. Bir çok kez yaşadım. Darbe dediğin şey, hükümeti götürür, parlemantoyu kapatır hata Cumhurbaşkanını da götürür. 28 Şubat'ta bunlardan hiç biri olmadı. 28 Şubat, Anayasa ve yasalara uygun, demokratik yöntemlerin uygulandığı bir olaydır. Dönemin Genel Kurmay Başkanı sayın Kabadayı, Anayasa'ya uygun olarak sıkıntısını gelip Cumhurbaşkanı'na anlatmıştır. Ayrıca Mili Güvenlik Kurulu'na da aynı bilgileri sunmuştur. Anayasa zaten böyle yapılmasını emreder.”
Demirel'e Karadayı Paşa'nın, ' Nizamiyeden döndük' sözlerini anımsatıldığında ise şu değerlendirmeyi yapıyordu:
“Evet, sayın Karadayı bunu bana söylemiştir. Genelkurmay Başkanı olarak TSK'nın sıkıntısını aktarmıştır. Cumhurbaşkanının görevi zaten kurumların doğru, sağlıklı işleyişini sağlamak, sıkıntılarına çözüm bulmaktır. Ben de bunu yaptım. O günkü şartlar içerisinde sorunlar demokrasi mekanizmasıyla aşılmıştır.”
Demiral, dönemin Başbakanı Necmetin Erbakan'a hiç kimsenin istifa etmesini telkin etmediğini de belirterek şu bilgiyi verdi.
“Sayın Erbakan 18 Haziran'da istifa etmiştir. Yani 28 Şubat'tan 1.5 ay sonra kimse Sayın Erbakan'a istifa et demedi. Ben de demedim. Hata ben kendisine 'neden istifa ediyorsun' diye sordum. O da bana 'ortalık gergin. Bu gerğinliği gidermek için istifa etmeyi uygun gördüm” cevabını verdi. Bu siyasi mülahazadır. O günkü ortam ve gerginlik içinde Erbakan'ın aldığı karardır.
Demirel güvenoyu sayısını aşan miletvekili imzalarının kendisine sunulmuş olduğu halde neden Tansu Çiler'i değil de Mesut Yılmaz'ı başbakanlığa atadığına ilişkin sorusuna da şu yanıtı veriyordu:
“Koalisyon ortakları arasında yapılan anlaşma Cumhurbaşkanını bağlamaz. Başbakan atamak Cumhurbaşkanının yetkisindedir. Beni miletvekili imzalarının sunulmuş olması da bağlamaz. Adam o gün kağıda imza atar ama sıra oylamaya geldiğinde güvenoyu vermeyebilir. 
Ben onu gördüm. Cumhurbaşkanı öncelikle güvenoyu alabilecek olan kişiyi başbakan olarak atamayı tercih eder. Ben güvenoyu alabileceğini gördüğüm için Sayın Mesut Yılmaz'ı görevlendirdim. Çünkü ben de cumhurbaşkanı olarak bilgileri alıyordum. Halkla temas halindeydim. Nitekim, doğru görevlendirme yapmışım ki, Sayın Yılmaz TBMM'den güvenoyu aldı. İddialar doğru olsaydı o zaman Yılmaz'ın güvenoyu alamaması gerekirdi. TBMM, benim doğru görevlendirme yaptığımı kanıtlamıştır.”
Demirel 28 Şubat'la ilgili olarak, bir hesaplaşma çabası görüp görmediğine ilişkin sorumu şöyle yanıtladı:
“Kim hesap soracak ve ne hakla hesap soracak? 28 Şubat olayı anayasal bir olaydır. Türkiye'de hesap soracak merciler ve hesap sorulacaklar bellidir. Eğer siyasi bir hesaplaşma söz konusuysa bunun merciide savcıdır, yargıdır. 
Eski komutanlığı tartışmaların içine çekmenin hiç kimseye bir faydası yoktur. Bu yola TSK'yı yıpratmaya çalışmak da Türkiye'nin ihtiyacı olan bir şey değildir.”
Demirel 28 Şubat'ın anayasaya aykırı olmadığını ısrarla söylüyor, ancak hiç de inandırıcı değil.
Tüm bu bilgiler ışığında, 28 Şubat sürecinin BOP ve ilimli İslam projesi, ABD’nin istekleri, islami sermayenin değişen niteliği, devlet aygitının ve ordunun pazarlık konusu haline getirmeyi reddettiği ilkeler üzerinden sağlıklı bir değerlendirmesinin yapılması gerektiği sonucunu çıkartabiliriz. 
 
2 Mart 2010 Ahmet Hamdi Dinler
Bookmark and Share