Son olarak cinayet ihalesinin 10 Ocak 2012 tarihinde Ankara’da yapılacağı ilan edildi. “3. Köprü Yerine Yaşam Platformu” olarak bu ihalede, biz de kendi teklifimizi vermek üzere 10 Ocak 2012 tarihinde Ankara’da olacağız. Ancak bizim teklifimiz ticari olmayacak! İhaleyi yapanlara ve varsa ihaleye girecek olanlara, yaşamın yok edilmemesini, bu cinayetin ortağı ya da tetikçisi olmamalarını teklif edeceğiz. Bu bakışla ve en başından beri savunduğumuz “ormanına, suyuna, mahallene, yaşamına sahip çık” çağrımızla, tüm ülkeden yaşam savunucularını yeni bir cinayeti önlemek üzere Ankara’ya bekliyoruz
1. köprünün açıldığı tarih olan 1973 yılından önce, “köprüsüz” İstanbul Boğazı’ndan yılda 5 milyon araç, 113 milyon yolcu geçerken, 1974 yılında köprünün yapımıyla Boğaz’ı geçen araç sayısı yaklaşık yüzde 200 artarak 14 milyon; buna karşılık yolcu sayısı yüzde 4 artarak 118 milyon olmuştur.
1. köprü açılmadan önce, İstanbul çok merkezli bir kentti. Belki de daha doğru bir ifadeyle, bugün İstanbul diye anılan coğrafyada, İstanbul ile “karşı” ya da Anadolu yakası olmak üzere en azından iki kent bulunuyordu. Birinci köprünün açılmasıyla, İstanbul’un tek merkezli bir kent ya da “devasa bir köy” olmasının yolu açıldı. Oysa günümüz bilimsel şehircilik anlayışı ve şehir planlama teknikleri, büyüyen kentlerde uygar bir yaşam için çok merkezli planlamayı tartışmasız bir kesinlikle dikte etmektedir. Dünyadaki örnekler de, çok merkezli kentlerde uygar bir yaşam sürdürülürken, tek merkezli yerleşmelerin ancak “devasa bir köy” olabileceğini göstermektedir.
Boğaz köprülerinin tarihsel-ekonomik arka planı
1950’li yıllardan başlayarak karayolcu politikalar egemen olurken, kırsal bölgelerdeki tarım ve ormancılık alanında da benzeri gelişmeler yaşandı. Cumhuriyet’in kuruluşundan beri ülke yöneticileri tarafından sıklıkla dile getirilen (ve toprak mülkiyet yapısında topraksız çiftçi lehine bir değişimi gerektiren) “Toprak Reformu” kavramı, 1950’li yıllarla beraber yerini (mülkiyet yapısında değişiklik yapmaksızın, üretim artışı sağlanması için tarımda makineleşmeyi, kredi imkânlarının sağlanmasını, pazarlama, sulama vb. konularda altyapı oluşturulmasını öngören) “Tarım Reformu” kavramına bıraktı. Kırsal alan yönetimi ile ilgili, 60’lı yılların sonunda “küçük toplum birimlerinde teşebbüs gücünün geliştirilmesi” kavramı kullanılmaya başlanılırken, 90’lı yılların sonuna gelindiğinde “yönetişim” kavramı ortaya atıldı. Bilindiği gibi yönetişim kavramı ile kamu, vatandaşlık gibi unsurlar, özel sektör ve piyasalar lehine anlamını yitirmiş ve bu kavramların yerini piyasa ve müşteri kavramları almıştır. Türkiye gıda üretimi bakımından kendine yeten 7 ülkeden biri iken, 80’lerden itibaren, başta buğday olmak üzere, gıda ve tarım ürünleri satın alan bir ülkeye dönüşmüştür. 2010 yılına gelindiğinde Türkiye, dünyanın en pahalı etinin tüketildiği ülke olmuştur.
1940’lı yıllarda çıkarılan zeytincilik, çay ve maki kanunları hukuki ve fiili orman sınırlarını daraltırken, 1956 yılında (bugün de yürürlükte olan) 6831 Sayılı Orman Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle ilk 4-5 yılda 300 bin hektar orman, “hukuki” orman sınırları dışına çıkarılmıştır. 6831 sayılı yasanın, orman köylüsünün çıkarına yönelik olduğu iddia edilen maddelerinin uygulamasında ise dağ fare doğurmuştur. 1973 yılında (1960 Anayasası’na dayanarak) çıkarılan bir kanunla, ormanları işgal edenlerin zaman içinde bu alanları sahiplenebilmelerini sağlayan 2/B uygulaması başlatıldı. 12 Eylül’le birlikte değişen Anayasa’daki ormancılıkla ilgili hükümler de Anayasa’nın ruhuna ve 24 Ocak Kararları’na uygun olarak değişti. Bu anayasada 2/B ile orman dışına çıkarılacak alanların, orman niteliğini kaybet(iril)me tarihsel sınırı, 15.10.1961’den 31.12.1981’e alındı, 2/B olarak ayrılacak alanların “su ve toprak rejimine zarar vermeyen, orman bütünlüğünü bozmayan” alanlar olması ölçütü kaldırıldı.
Aynı dönemde ormancılık alanında özelleştirmeci uygulamalarla, “devlet ormanı” sayılan alanlardan ormancılık dışı amaçlarla, özel kişi ve kurumların yararlanması uygulamalarının kapsamı giderek genişletildi. 2000’li yılların başında AKP, henüz iktidarının ilk aylarında “orman” sayılmayan yerleri herkese satabilmek, devlet orman işletmeciliği düzenini özelleştirmek amacıyla Anayasa’yı değiştirme girişiminde bulundu. Ergun Özbudun ve arkadaşlarınca hazırlanıp kamuoyuna açıklanan Anayasa Taslağında, başta (12 Eylül Anayasası ile 1961’den 31.2.1981’e çekilen) 2/B tarih sınırının 23.07.2007 tarihine çekilmesi olmak üzere ormanların yıkımına neden olacak birçok değişiklik öneriliyordu. Özet olarak bu dönemde “devlet ormanı” sayılan alanlar, girişimci sermayedarlar tarafından ormancılık dışı her türlü yatırımın serbestçe yapılabildiği alanlar haline dönüştürüldü.
50’li yıllarda uygulanan politikalar hem sanayiye yatırım yapabilecek bir özel kesimi, hem de nüfus artışı ve tarımda makineleşme sonucunda köyden kente göçün yarattığı bir işgücünü (işsiz gücünü) ortaya çıkardı. Yalnızca ekonomik ölçütler düşünülerek (toplumsal ve doğal çevre düşünülmeden) teşvik edilen sanayi, “optimal” olarak üç–beş büyük kentte toplandı. Bu gelişme sanayinin toplandığı kentlerde arsa (kent toprağı) kıtlığını azdırdı. Kentlerdeki arsa kıtlığından kaynaklanan spekülatif kazanç, sermayedarlar için sanayiye yatırım yapmaktan daha karlı hale gelince, büyük kentlerde kamusal arazilerin (yakınlardaki ormanlar, meralar vb. doğal ve yabanıl alanlar) gasp edilmesi hızlandı. Böylece, kentlerde rantiyeci ve arsa spekülatörü bir toplumsal katman gittikçe palazlandı. Bu rantiyeci arsa spekülatörleri her türlü kamu arazisi gibi orman alanlarını da işgal ederek, kırsaldan göçen işsiz işgücüne gecekondu arazisi olarak “uygun fiyatlarla” pazarladılar.
Köprüler ve darbeler
Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren kırsal alan yönetimi ve tarım ormancılık politikalarında bunlar yaşanırken, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İstanbul Boğazı’na yapılacak bir “asma köprü” hep tartışıldı. Gazete arşivleri bu süreci ortaya koyuyor. 1950–60 arası neredeyse her ay gazetelerde bir “Asma Köprü” haberi var. Aynı yıllarda gazetelerde, 6 yıl içinde Mecidiyeköy’den Yenikapı’ya metro ile gidilebileceği haberleri de var. 6 yıl değil, aradan geçen 60 yıla rağmen hala sözü edilen metro projesi bitirilemedi. Buna rağmen, bugün İstanbul Boğazı’na yapılacak üçüncü köprünün tartışılıyor olması, o günden bu güne ülkeyi yönetenlerin birbirlerine alternatif siyasal akımları temsil ediyor gibi gösterilmelerine rağmen uygulamada ne kadar birbirlerinin aynısı olduklarını gösteriyor.
60’lı yıllarda “Boğaz’a değil Zap’a köprü” diyerek kırsal alan ve tarım politikalarına dikkat çekerek, bunu hayata geçiren ve Zap’a köprü yapanlar, 6 Mayıs 1972’de idam edildi. İdam edilenlerle birlikte hareket eden birçok insan baskın ve çatışmalarla öldürülerek ya da tutuklanarak etkisizleştirildi. “Boğaziçi Köprüsü”, idamlardan bir buçuk yıl sonra, Cumhuriyetin 50. yılı törenleriyle birlikte 29 Ekim 1973’te açıldı.
Aradan 3-4 yıl geçmeden transit taşımacılıkta kullanılacağı iddia edilen 2. köprü tartışılmaya başlanıldı. 1984 yılında, daha 2. köprünün yapımına başlanmadan 3. Boğaz Köprüsü tartışılmaya başlandı. 3 Temmuz 1988'de 2. köprü (FSM) zamanın başbakanı Turgut Özal tarafından hizmete açıldı. Yine İstanbul Boğazına yapılan bir köprünün inşaatı sürerken, 2/B kanununda değişiklik yapılıyor. Aynı dönemde gazetelerde, bağlantı yollarındaki orman katliamı haberleri yer alıyor. Yine aynı yıllarda IMF ve DB programlarıyla tarım üretiminde piyasa koşullarının hâkim olacağı bir politika değişikliği gerçekleşiyor.
3. köprü ve İstanbul’un yağmalanması
Ulaşım ve taşımacılıkta demir ve deniz yolları aleyhine desteklenen karayollarında, otoyol yapımına 1980’lerde geçildi. Türkiye’nin dünya pazarlarına açılmasının gereği ve sonucu olan bu gelişme, diğer pek çok alandan kesilen kamu kaynaklarının çok önemli bir bölümünün bu alana yatırılmasıyla gerçekleşti. Daha 2. köprü yapımına başlanmadan, üçüncüsünün tartışmalarını da bu dönemde uluslararası inşaat firmaları başlattı. Bunların sonucunda plansız ve düzensiz “büyümesini” sürdüren İstanbul’da, 1950’li yıllardan itibaren rantiyeci arsa spekülatörleri tarafından (o zaman kentin uzak köşeleri olan) hazine ve orman arazilerinden işgal edilerek gecekonduculara pazarlanan araziler de, kentin merkezi yerleri olmaya başladı. Ancak bu alanların altyapısı ve sosyal donatıları yetersizdi. İşte “Türkiye’ye özgü kentsel dönüşüm” kavramı da bu dönemde keşfedildi.
Bu politikaların bir devamı olarak, ülkenin uluslararası pazara açılma politikalarının da kapsamı genişletilerek sürdürülmesi nedeniyle, İstanbul Boğazı’na yapılacak 3. köprü tartışmaları bu dönemde de gündemden düşmedi. Bir yandan ilk iki köprünün zararlarını yaşayan İstanbulluların toplumsal tepkisi (özellikle Arnavutköylülerin çok ses getiren tepkileri), bir yandan da köprünün yerel yönetimler ile merkezi hükümetler arasındaki bir politik çekişme alanı olarak kullanılması nedeniyle 3. köprü projesi bir türlü uygulanamadı. Daha sonra başbakan olacak olan R.T. Erdoğan “3. Köprü İstanbul’a Yönelik Bir Cinayettir” sözünü (1995) İBB Başkanı iken bu dönemde söyledi. Fakat köprü projesinin oluşturucuları tarafından bu projeden vazgeçilmediği gibi, tepkiler sonucu vazgeçilmiş gibi yapılarak, her seferinde daha 50’li yıllarda belirlenen 9 güzergâhtan bir başkası tartışmaya açıldı.
Köprü değil insanca yaşam
3. köprünün Arnavutköy’den geçmemesi için, semtlerini korumak refleksiyle 1998’den itibaren bir araya gelen Arnavutköylüler “Arnavutköy Semt Girişimi (ASG)” adıyla bir örgütlülük oluşturdular. Zaman içerisinde ASG, Arnavutköy’den geçmese de 3. köprünün İstanbul için cinayet olduğunu kavrayıp bunu toplumla paylaşmaya başladı. ASG İstanbul Boğazı’na yapılacak yeni bir köprünün zararlarına karşı mücadelesini aralıksız sürdürdü.
2008 yılında Orman Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin çabalarıyla oluşan “3. Köprü Yerine Yaşam Platformu” içerisinde de ASG yerini aldı. “3. Köprü Yerine Yaşam Platformu” 3. köprü projesinin bir ulaştırma projesi değil, kentsel rant politikalarının bir parçası olduğunu topluma anlatarak, sorunun Sarıyer, Arnavutköy vb. bir semt sorunu değil tüm İstanbul’un hatta Türkiye’nin sorunu olduğu görüşünü öne çıkardı. Bu görüşle, İstanbul’un her köşesinden kentsel dönüşüm adıyla, kentsel rant politikalarının mağduru olan birçok yerel inisiyatifle beraber, TMMOB’ye bağlı meslek odaları, sendikalar, benzeri meslek örgütleri, doğa ve çevre duyarlılığı ile bir araya gelmiş dernekler, siyasi partiler gibi hayatın her alanından emek, yaşam ve doğa örgütleri “3. Köprü Yerine Yaşam Platformu” içerisinde yerlerini aldılar.
Neredeyse her 6 ayda bir hükümet tarafından yeni bir güzergâh açıklanırken, açıklanan yeni güzergâh çevresinde yaşayan semtlerin insanları binlerce kişiyle sokağa dökülerek tepkilerini dile getirdiler. Bağlantı ve çevre yolları güzergâhı hiç değişmemesine rağmen, son olarak hükümet tarafından, yalnızca köprünün yerinin, hiç yerleşim bulunmayan ve boğazın en kuzeyinde bulunan “Garipçe- Poyrazköy” güzergâhına alındığı açıklandı.
Görüldüğü gibi 3. köprü, Türkiye’nin 1990’larda başlayan yeni dönem sermaye birikimi stratejilerinin önemli bir ayağını oluştururken aynı zamanda, uluslararası süreç ve kararların da parçası haline gelmektedir.
3. köprü projesi;
• Bir yandan sermayenin aşırı meta üretimini hızla dolaşıma sokma eğilimine cevap verirken;
• Bir yandan da devasa altyapı yatırımlarını gerektirmesi dolayısıyla aşırı biriken para-sermayenin bir dizi sektör tarafından absorbe edilmesinin sağlayacaktır.
Bugün de dünya genelinde kendini 2008 krizi ile açığa vuran muazzam bir para-sermaye birikimi bulunmaktadır. İstanbul Boğazına yapılmak istenen 3. Köprü Projesi de toplumun ulaşım ihtiyacını karşılamayı değil, yeni karlar elde etmek üzere bu para-sermaye birikiminin olanaklarını genişletmeyi amaçlamaktadır.
Tarımı ve hayvancılığı çökmüş, yerleşim ve sanayileşmesi plansızlığa dayalı, kırlarını yönetemeyen bir Türkiye’de, İstanbul’un ulaşım ve taşımacılık sorunu köprülerle çözülemeyecek, aksine bu sorunlara yoğun kent, kişi başına ulaşım maliyeti, su, rekreasyon, yaban hayatı gibi pek çok sorun daha eklenecektir.
Emek ve meslek örgütleri bu görev sizin!
İstanbul’un bütün sorunları gibi 3. köprü sorunu da, Türkiye’nin kırsal alan yönetimi ve ormancılık politikaları ile büyük kentlerde ucuz işgücü oluşturmak ve sermayenin bitmeyen krizlerine doğal alanları metalaştırarak kaynak oluşturmak gibi politik temelli sorunlardır. Sorunu kaynağı, kötü kent planları ya da ulaşım planları gibi teknik değil, politik olduğu için politik düzlemde çözüm yolları aranmalıdır. Bu düzlemde çözüm aramak ve üretmek de, emekten ve yaşamdan yana politikalar üreten siyasi partiler, sendikalar, meslek örgütleri gibi örgütlere düşer.
Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerden bu yana, meslek örgütleri hükümete bağlı organlar haline dönüştürülmeye ve mesleklerinin "... kamu ve kişi yararına uygulanıp geliştirilmesini sağlamak" faaliyetlerinin yasaklanmasına çalışılıyor. Bu gibi örgütlerin sindirme politikaları karşısında tepkilerini yazılı açıklamalarla göstermeleri yerine üyeleri ve toplumla birlikte yaşamı savunmaya, cinayetleri önlemeye devam etmeleri gerekiyor.
Sözde arsa spekülasyonuna neden olmamak amacıyla yıllarca kesin güzergâhı açıklanmayan bu cinayet köprüsünün, güzergâhının açıklanmasının üzerinden neredeyse iki yıl geçmesine rağmen iki kez ertelenen ihalesi bir türlü gerçekleştirilemedi. Son olarak cinayet ihalesinin 10 Ocak 2012 tarihinde Ankara’da yapılacağı ilan edildi. “3. Köprü Yerine Yaşam Platformu” olarak bu ihalede, biz de kendi teklifimizi vermek üzere 10 Ocak 2012 tarihinde Ankara’da olacağız. Ancak bizim teklifimiz ticari olmayacak! İhaleyi yapanlara ve varsa ihaleye girecek olanlara yaşamın yok edilmemesini, bu cinayetin ortağı ya da tetikçisi olmamalarını teklif edeceğiz.
Bu bakışla ve başından beri savunduğumuz “ormanına, suyuna, mahallene yaşamına sahip çık” çağrımızla tüm ülkeden yaşam savunucularını yeni bir cinayeti önlemek üzere Ankara’ya bekliyoruz.
* Besim Sertok
Orman Mühendisi
3. Köprü Yerine Yaşam Platformu Sözcüsü