Dünya üzerinde kapitalist-emperyalist sistemin ciddi bir krizle boğuşmakta olduğu artık fazlaca tartışılmayan bir saptama halini aldı. Üstelik, bu krizin birden fazla boyutu olduğu, ekonomiden bölgesel politikalara, ideolojiler alanından devlet ve rejim biçimine kadar birçok konuyu içerdiği de genel kabul görmüş durumda.Dolayısıyla yeniden bir kriz saptaması yerine, mevcut krizin nitelikleri ve ayırt edici yanları üzerinde durmakta bir sakınca olmasa gerek.
Her şeyden önce, söz konusu krizin bir otorite boşluğu veya hiyerarşi kayması ile birlikte seyrettiğini söylemek abartı olmaz. Daha açık bir deyişle, dünya kapitalist sisteminin, çok boyutlu bir krizle karşı karşıya olduğu bu dönemi, bir veya birkaç emperyal gücün dolaysız ve mutlak komutası altında geçirdiği pek söylenemez.
Dünya sisteminin önde gelen güçleri, bir yandan mevcut krizin bir topyekûn çözülmeye dönüşmemesi için ortak kaygılar geliştirmekte, bir yandan da kriz ortamının gelgitlerinden yararlanarak emperyalist hiyerarşideki yer ve rollerini arttırmaya, güçlendirmeye çalışmaktadır. Dolayısıyla, bir büyük gücün başı çektiği koordineli bir ilerleyişten ziyade, krizin farklı şiddetteki dalgalarına hem beraber göğüs germe hem de her bir dalgadan yararlanarak bir adım daha yukarı tırmanma eğilimi gözlenmekte.
Olanca gücüne rağmen emperyalist düzenin üst üste başarısızlıklar yaşamasının, yüzleşmek zorunda kaldığı kriz başlıklarına kalıcı ve yatıştırıcı çözümler sunamamasının nedenlerinden biri de bu çelişik durumdur.
***
Mevcut krizin bir diğer özelliği ise şudur: Dünya kapitalist sistemi, krizi aşmak için siyaset kurumunu ve ideolojiler alanını da belirleyen/biçimlendiren bir mutabakata sahip değildir. Yani emperyalist sistemin az çok bütününe giydirilmeye çalışılan, sisteme görece homojen bir renk ve kalıcı bir kararlılık kazandırması beklenen, hem kurumsal hem de toplumsal yapıyı biçimlendirecek ölçüde tanımlı bir siyasal ve ideolojik formasyon yoktur.
Daha doğrusu, emperyalist sistem, bir bütün olarak ve başını egemen güçlerinin çektiği tarzda böylesi bir formasyonu kolektivize edememekte, bu koşullarda da sistemin her bir parçası kendi ölçeği ve meşrebi uyarınca siyaset alanının geniş zemininde yerini kapmaya/yapmaya uğraşmaktadır.
Dünya sisteminin uyumu ve hiyerarşisi de bir yandan krizi topyekun çözülmeye varmadan kontrol altına almaya, bir yandan da krizden faydalanarak pastadaki payını büyütmeye çalışan emperyalist sistemin aktörleri eliyle bozulmaktadır. Zira, emperyalist sistem krizi aşmak adına tutarlı, bütünlüklü ve kabul görmüş bir plan ortaya koyamadıkça, oluşan boşluğu değerlendirmek için harekete geçen öznelerin de sayısı artmaktadır.
Türkiye tam da böyle bir ülkedir ve Saray Rejimi’nin izlediği yol emperyalist sistemdeki kriz ve boşluğu fırsata çevirmeye dayalıdır.
***
Konu sadece Türkiye ile ilgili değildir elbet. Dahası, emperyalist sistemdeki kriz ve boşluklardan yararlanarak güçlenme stratejisinin en fazla öne çıkan niteliklerinden biri güçlü liderlerin ve faşizan kitle seferberliğinin sahneye çıkmasıdır, ki bu da sadece Türkiye’de gözlenen bir durum değildir.
Dikkat edilirse, güçlü liderlerin öne çıkmasının, emperyalizmin krizi atlatmak için hayata geçirdiği bir plan olduğunu söylemiyoruz. Tam tersine, emperyalist sistem bütünlüklü bir siyasal ve ideolojik çıkış bulamadığı ölçüde, çelişkilerin yarattığı boşluğu doldurmayı deneyen liderlerin öne çıktığını ifade ediyoruz.
Tüm dünya çapında, sermayeye bağlılığı ve emperyalizme hizmetkarlığı konusunda gerekli garantileri sunmuş olan siyasi liderlerin burjuvaziye krizden çıkış için teklifler sunduğu görülmektedir. Bu tekliflerin bizim ülkemizdeki örneği, giderek ağırlaşan ve yönetilemez hale gelmesi ihtimali hiç de azımsanmaması gereken krizi atlatmak adına faşizmin teklif edilmesidir. Yine tüm dünyada olduğu gibi, Türkiye’de de egemen sınıfların bu teklife baştan olumsuz yanıt vermesi için hiçbir neden bulunmamaktadır.
Türkiye, dolu dizgin kriz ve faşizm sularında ilerlemektedir.
Krizle dalgalanan denizde Saray Rejimi’ninbindiği kayık budur. Ancak varılacak bir kıyı yoktur. Sadece kriz ve kaotik dengeler ortamında dümen tutabilen bir aygıtın, dingin sulara süzülüp karaya demir atması mümkün değildir.
Ve şimdiye değin kat edilen yol düşünüldüğünde, Saray’ın bu kayıktan isteyerek ya da rıza ile inmesi de söz konusu olmayacaktır.
***
O halde, bu dönemin olağan biçimde kapanmayacağını söylemek gerekiyor. Dümeni tutan her kim olursa olsun, Saray’ın başına her kim geçerse geçsin, Türkiye’nin savrulduğu dalgalı sulardan kurtulması imkansızdır.
Türkiye’nin son 15 yılını kemiren bu parantezin kapanması, ancak ve sadece halkçı ve özgürlükçü bir devrimle, ama bir kez daha altını çizelim, bir devrimle mümkün olacaktır.
Hamaset olsun ya da radikal görünsün diye söylenmiyor bunlar. Gerçekten de içinde bulunduğumuz dönemin başka türlü kapanmasının bir yolu bulunmuyor.
Yön Dergisi’nin 7. sayısının kapağında yazdığı gibi Türkiye “karşı-devrime karşı devrim” uğrağındadır.
Türkiye seçeneklerin eriye eriye ikiye indiği bir ülkedir artık: Ya karşı-devrime teslimiyet ya da devrimle kurtuluş.
Tek çıkış, tek kurtuluş ve tek yol buradan geçiyor.
Can Soyer
İleri haber 13 Eylül 2017