İlhan Kabadayı
Fransa, geçen yılın Kasım ayının ortalarında başlayan ve halen devam eden bir halk ayaklanmasına sahne oluyor. Petrol ve petrol ürünlerine yapılan büyük zamlarla başlayan ve birçok temel ihtiyaç maddelerinin de zamlanmasına neden olan, ardından eğitim alanındaki öğrenci harçlarının da zamlanmasıyla devam eden faktörler ayaklanmanın (ya da öfke patlamasının) görünen gerekçeleri. Her ne kadar bu ayaklanmanın bir orta sınıf ayaklanması olduğu ve özellikle şovenizm geri beslemeli kaynaklarının belirginliğinden bahsedilse de, bu görünen gerçekliği aşan ve giderek somut hale dönüşen talepler göstermekte ki, bütün bir emekçi sınıf kitlelerinin, kapitalist krizin faturasının kendilerinin sırtına yüklendiğinin farkına vardıkları ve bu talepleri sınıfsallaştırma çabalarıdır.
Paris, neredeyse düzenli aralıklarla halk hareketlenmelerine sahne olan bir kent ve üstelik buna bir de tarihsel referanslarını da eklediğimizde nedenlerini anlamlandırmak kolaylaşıyor. Mayıs 1968 öğrenci ayaklanmaları, 1871 Paris komünü ve 1848-1850 sınıf savaşları en önde duran tarihsel duraklar. Daha geriye gittiğimiz de 1789 Fransız devrimi karşılıyor bizi.
Fransız bayrağına rengini veren mavi, beyaz ve kırmızı Fransız devrimiyle ortaya çıkan semboller. İşçi sınıfının özgürlük, eşitlik ve kardeşlik taleplerinin, monarşinin karşısında iktidarı talep eden burjuvazinin talepleriyle de çakışıyor oluşu, ya da burjuvazinin iktidarı ele geçirme de, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerine ihtiyaç duyuyor oluşu, bu taleplerin ortaklaşmasına neden oluyordu. Ancak iktidarı ele geçiren burjuvazi, işçi sınıfının, özgürlük, eşitlik ve kardeşlik taleplerini tek tek budamaya girişiyor ve 1848-1850 sınıf savaşlarında Paris sadece kırmızıya boyanıyordu. Ve artık kırmızı, işçi kanlarının aktığı Paris’in ve işçi sınıfının rengiydi. Tıpkı beyazın monarşi, mavinin burjuvazi olduğu gibi.
***
Krzysztof Kieslowski, Polonya televizyon belgeselciliğinde başlayıp, Fransa’nın üç rengini çekene kadar “öldürme üzerine kısa bir film”, “aşk üzerine kısa bir film” ve “Veronique’nın ikili yaşamı” çalışmalarıyla dünya sinemasında görünürlüğünü oluşturmuştur. Kabaca ve kısaca insan halleri diyebileceğimiz temel motif üzerinden yükselerek kimi zaman Dostoyevski’ci, kimi zaman mistik bir varoluşçuluk ve çoğu zaman da ikisinin sentezini oluşturduğu filmografisinin temeli, televizyon için tasarladığı on bölümlük Decalogue serisidir.
Okullu sinemacı olmanın ona kattığı avantajların farkında oluşunu şu sözlerle açıklar Kieslowski, “Okul inanılmaz derecede iyiydi. Bizi entelektüel açıdan uyandırdı. Bize bir seçenek sundu ve yaşamın yemek yemek, uyumak ve başını sokabilecek bir yer bulmak gibi gündelik çabalardan öte olduğunu öğretti. Başka türden bir gıda daha olduğunu da. Ruh için gıda ya da akıl için… Böylece sahne ressamı değil de sahne yönetmeni olmaya karar verdim. Fakat bunun için diploma almam gerekiyordu ve tarih, Lehçe, sosyoloji gibi derslerden hoşlanmıyordum. Böylece film yönetmenliği okumaya karar verdim.”
Film yapmanın ya da sinemacı olmanın vizyondan öte, bir emek harcamak ve değer yaratmak olduğunun farkında olan bir entelektüel olarak Kieslowski kendisinin de tarif ettiği üzere “Film yapmak seyirciler, festivaller, eleştiriler, söyleşiler demek değildir. Film yapmak her gün sabahın altısında kalkmak demektir. Soğuk, yağmur, çamur demek, ağır ışık malzemeleri taşımak demektir. Her şeyden önce asap bozan bir meslektir ve her şey; ailen, duyguların, özel hayatın dahil olmak üzere ikinci plana atılır. Ve hepsi bir yana film yapmak sabretmek demektir.”
Sinemasının tamamını 1980’li yılların ikinci yarısı ile 1990’lı yılların ilk yarısına sığdırabileceğimiz Kieslowski sineması bir yanıyla döneminin sinemasının aynası gibidir. Devrimci idealizmin sadece Türkiye’de değil neredeyse bütün dünyada çöküşte olduğu bir dönemin sinemacıları gibi Kieslowski’de, kendisini varoluşçu ve mistik sinemada aramaktadır. “Kişisel olarak ben, pek rağbet görmeyen bir görüşe sahibim. İnsanların doğuştan iyi olduklarına inanıyorum. İyi olmak herkesin doğasında var. Ancak şu soru ortaya çıkıyor: Herkes iyiyse kötülük nereden geliyor? Buna verebilecek mantıklı ve akılcı bir cevabım yok, ama genel olarak konuşursak, insanlar bir noktada, artık iyi olanı ortaya çıkaracak bir durumda olmadıklarını anlıyorlar ve ben kötülüğün bu gerçekten doğduğunu düşünüyorum.
Kötülük bir tür hayal kırıklığından doğuyor” derken dahi iyi ve kötü kavramlarının toplumsal ve sınıfsal nesnelliğinden arınmış soyut bir katta, boşlukta durduğunu zannederek, onun yine soyut çabalarla yeryüzüne indirileceğini beklemektedir. Ta ki üç renk filmlerine kadar. “Öldürme üzerine kısa bir film”de, suç ve ceza yorumlaması yaparken, “Veronique’nın ikili yaşamı”nda, sorguladığı mı yoksa dikte ettiğini mi anlayamadığımız mistik bir “ruh eşi” ve “kader” yorumlaması görünür. “Aşk üzerine kısa bir film”de ise sinemanın sıklıkla başvurduğu arka pencere hikayesine Dostoyevski’ci, ama en çok da mistisizmin fazlaca yüklü olduğu bir bakış sunma çabasındadır. Aşk, Kieslowski’nin vizöründe somut ve toplumsal olmaktan çıkar, insan içselliğine hapsolur. Fransa bayrağının renkleri olan mavi, beyaz, kırmızı üzerine yaptığı üç renk üçlemesi, Kieslowski’nin önceki sinemasında baskın olan varoluşçu ve mistik bakış açısından çıkış özellikleri taşıyor olmasından dolayı ayrıca değerlendirmeyi hak etmektedir.
İnsanı ve olguyu varoluşsal kurgularla anlatmayı düskur haline getirmiş olan Kieslowski, üç renk üçlemesinde artık sinemasını tema üzerine kurmaktadır. Mavi, beyaz, kırmızıda ki tema da, en masum haliyle aldatma, en şiddetli haliyle ihanettir, tıpkı 1848-1850 Fransa iç savaşında burjuvazinin, üç renk ve bu renklerin sembollerine, yani işçi sınıfının taleplerine ihanet etmesi gibi. Zaten artık Kieslowski’nin sinemasının mekanının da, üç renk ile birlikte Polonya’dan Fransa’ya taşındığını da biliyoruz. Her ne kadar bu taşınmaya rağmen varoluşsal ve mistik kurgulamalarını üzerinde taşısa da, bir yandan da sıyrılmaya çabalayan izler de gözükür haldedir, diye düşünmemize neden olabilecek tematik geçiş kendisini hissettirmektedir. O nedenle mavi-beyaz-kırmızı filmlerinin, Kieslowski’nin sinemasına dair bir kerte olduğu varsayımı güçlü bir şekilde kendisini hissettirmektedir.
Üç renk mavi, bir kaza sonucu eşinin ölümüyle yalnız kalan kadının, özgürleş/eme/me temasıdır. Oysa sonradan ortaya çıkacak olan, ölen eşinin bir başka kadın ile de olan ilişkisi, aldatma/aldatılma ya da ihanet ile özgürleş/eme/meyi bütünleyerek başka bir anlam çıkmasını sağlıyor. Ana karakter Julie’nin üzerinden sorgulanan özgürlük teması, zorunluluk sonucunda ve bireysel özgürleşme ile başlasa da, kişiyi çevreleyen koşullar ile toplumsallaşmakta ve sınırları belirginleşmektedir.
Üç renk beyaz, karısı Dominique tarafından terk edilen Karol’un eşitlenme çabasıdır. Her ne kadar terk edilmeye neden olan Karol’un biyolojik yetersizliği görünse de ortada bir ihanet ve eşitsizlenme vardır ve bu eşitsizlenme intikam ile eşitlenmeye çalışılacaktır. Üç renk beyaz da olduğu gibi üçlemenin diğerlerinde de var olan temel tema aldatma/ihanet olgularının sadece beyaz da intikama dönüşmesi, Kieslowski’nin, eşitlik temasına özel bir önem verdiği anlamına gelmektedir.
Üç renk kırmızı da ise kardeşliğin, emekli bir yargıcın mahalledeki neredeyse herkesin telefonlarını gizlice dinliyor oluşu ile bozulduğu zannedilirken, dinlenen bütün telefonlarda bir aldatma, ihanet ve suç işleniyor oluşudur. Ustaca bir kurguyla ters yüz edilen kardeşliğin bozulması teması, aslında sahnedeki kötü zannedilen karakter ile izleyiciyi buluşturmak olmalı. Film boyunca özel bir meteoroloji radyosundan telefonla talep edilen ve Manş denizinden geçilip geçilmemeye karar verilmesine gerekçe olacak olan fırtınanın ne zaman geleceği kurgusu, yine Kieslowski’nin mistisizmine bağlanabilir. Kardeşliğin bozulması -nuh tufanı-kurtuluş ve yeniden kuruluş gibi.
Üç renk, Kieslowski’nin, Fransa bayrağına rengini veren renklerin tarihsel anlamlarına bir göndermesidir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik, burjuvazinin monarşi karşısındaki idealizmidir.
Bu idealizm, işçi sınıfının da onun yanında mevzilenmesine neden olmuş ve iktidarı birlikte ele geçirmişlerdir. Ancak, Kieslowski’nin üçlemesinde de temel tema, bu idealizmin bozulma gerçekliğidir, ve bu da, aldatma ve ihanet üzerine kurulu temalar ile açık edilmeye çalışılmaktadır.