Başlarken unutmayalım ki bütün doğrular bende ve bu yazının içinde değil. Bu yazının içindeki yaklaşımlar, bilgiler ve olgular benim için doğru diye düşündüğüm şeyler ( mutlak değil), sadece ve sadece bende açık ve seçik olarak kendini gösteren doğrulardır. Sizleri bilemem… Bir başka hatırlatmayı da bir özdeyişle yapmak isterim. Değerli kardeşim Vahdettin Özkan zaman zaman “ne anlatırsan anlat, ne yaparsan yap, ne söylersen söyle, sokma ve kakma akılla bir yere varılamaz” der ve hemen ardından inatçı bir sabırla özne nesne ilişkisini soyuttan somutlamaya girişir…
Kendince herhangi bir doğru yaklaşımı olan öznenin edindiği duyumsal bilgiyi veya bir çözüm önerisini nesnesine aktarması ve paylaşması, verimli ve yararlı gözükmesine rağmen, kendince bilen öznenin nesnesi, öznenin verimli ve yararlı bilgilerini içselleştiremediği, kendi ben’inde düşünerek sonuca varamadığı ve bilgi yöntemini kullanamadığı sürece, öznenin sarsıcı doğrularını doğru kabul etmemek bir yana, ne dediğini anlaması dahi uzak ihtimaldir.
İhtimali yakınlaştırmak hatta eşitlemek mümkün. Nesnenin özneleşmesi gerekiyor ki nesnesine yakınlaşabilsin ve kavuşabilsin. Bilgi teorisi söz konusu olunca, bir yandan öznenin nesneye yöntemli yönelişi, bir yandan da öznenin ve nesnenin yapıları ve karşılıklı konumları belirleyici olmakla beraber, kimin kimi belirlediği de önem kazanmaktadır. Descartes’ta da özne nesne ilişkisi bilgiye erişim yönteminde önemli bir yer tutmasına karşılık; öznellik yanı epeyce ağır basar. Şöyle ki “ben olmasaydım belki doğrular açık ve seçik yine var olacaktı, ancak benim için değil. Ben’e keskinliği, kesinliği ve netliğiyle apaçık göründüğü yerdir” der.
Descartes 1596 –1650 yılları arasında yaşadı. Hegel “modern felsefenin kurucusu” derken pek haksız sayılmaz. Bilindiği gibi Yeniçağa geçit veren köprü, Rönesans dönemindeki buluşlarla kuruldu. Bu buluşlar kilisenin sırtını dayadığı soğuk evren tablosunu yıktı. Yeniçağın başlaması, feodal kurumların başı olan kilisenin dar, karanlık ve boğucu ortamına bağımlı bulunan felsefenin yıkılışıdır da aynı zamanda. Descartes her şeyden önce iyi bir matematikçi olmak ve doğanın gizlenmiş açık olmayan gizemini açığa çıkaracak evrensel matematik dili ve yöntemini kurmak istiyordu. Diğer yandan, bütün doğrularının temeli olarak ortaya koyduğu ben’i buldu. Bilgi için gereken temelleri ben’in dışında aramayı hiç ama hiç düşünmedi. Bu ben kavramı en doğru, en aydınlık, en şüphe duyulmaz doğruları verebilen tözdü. Skolâstik düşünce ve anlayışa karşı çıkarak, kendi yöntemini ortaya koymaya çalışan Descartes, zihnin nesneye yönelişini belirleyen kurallar ortaya koyarken bile, bilgi için sağlam temeller arayan bir şüphecilik geliştirir. Matematikçi aklıyla düşünen biri olarak hem matematikçi aklına hem de matematiğe bile şüpheyle yaklaşmaya başlar.
Bütün ortaçağ bilinenin tekrarından başka bir işe yaramayan kalıplarla düşündü. “şarap serhoş eder, çünkü serhoş edici bir özelliği vardır” bu tip bilgiler skolâstik bilgiden biridir ve ortaçağın Hıristiyan temelli felsefe dünyasına egemen olmuştur. En az iki önermeden, aklın zorunlu olarak bir sonuç çıkarma işleminden öteye gidemez bu kalıpsal düşünüş. Genelden özele, tümelden tekile doğru yürümekle, daha üstün tümel bir bilgiden daha tekil bir bilgiyi çıkarmayı önermekle, bir bilinenin daha alt düzeyde tekrarını öngörmüş olur. Bütün insanların ölümlü oluşundan Sokrates’in ölümlülüğü nasıl çıkıyorsa, bütün bitkiler yapraklıdır, sardunya’da bir bitkidir o halde sardunya yapraklıdır tekrarı çıkıyor. Descartes’ın reddettiği anlayış, yukarıdaki örneklerde de görüldüğü gibi Aristoteles mantığıdır. Bu mantık aklımızı dar ve dağınık kılıyor, onu gereği gibi çalıştırmamıza yetmiyor. Bir bilinenden bir başka bilineni türetip getiren anlayış, çoğu zaman da bir bilinmeyeni, bir saptanmamışı, doğrulanamaz olanı doğru diye benimseyip ondan yeni doğrular türetmeye kalkan anlayış. Descartes şöyle der “olası olmaktan öteye geçemeyen bütün bilgileri attık ve ancak tam olarak bilinen ve şüphe uyandırmayan bilgileri benimsemek gerektiğini ortaya koyduk”
Biz biliriz ki nesneler zihnimizin araştırmalarına birer birer baş eğer ve bilgi, kör bir merakın zihinde bulabileceği karşılık demek değildir. Descartes’ta da insan, bilgi edinmede sürekli olarak gelişebilen bir varlıktır. Bilgi yönteminin özü ise, basit ve kolay yollarla kesin ve apaçık bilgiler sağlama yoludur. Bu bilgi yöntemi, karmaşığın basite indirgenmesi, anlaşılması zor görünenin anlaşılır kılınması, bunun olabilmesi için de bir bütünün teker teker öğelerine ayrılarak, önce en basit öğenin belirlenmesi, sonra da ondan öbürlerine doğru yürünmesi yoludur. Mutlak olanın özenle belirlenmesi olan bu yöntem, kendinden başka bir şeye indirgenemeyen, kendisinden başka bir şeyle ölçülemeyen, ancak kendisiyle ölçülebilen mutlak bilgidir.
Descartes’in yöntem anlayışı beşinci kural: “Bütün yöntem, bazı doğruları bulabilmek için zihnin bakışının kendilerine doğru çevrilmesi gereken nesnelerin konumundadır. Eğer karmaşık ve karanlık önermeleri derece derece en basit önermelere indiriyorsak ve daha sonra tümünün en basit sezgilerinden kalkarak aynı derecelerde kendimizi bütün öbür önermelerin bilgisine kadar yükseltmeyi deniyorsak, yöntemi tam olarak bulmuşuz demektir.”
Burada bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz. Yöntemi bulmuş oluyoruz da, bu yöntemi hangi akıl ve zihin ve hangi doğru bilgilerle yürüteceğiz? Daha net ifadeyle, ben neyim ve neyi bilebilirim? Ne ölçüde bilebilirim sorusu ortada duruyor. Descartes düşünmektedir. Akıl denilen yeti her insan için aynı kudretteyse, aklımızı iyi ve doğru yönetemeyerek farklı farklı düşünüş ve görüşlerimizin ortaya saçılmasının nedeni nedir? Öyle bir şey bulmalıyım ki kesin, aydınlık, açık seçik ve mutlak olsun, hemi de bütün felsefemin temeli olsun.
Descartes insanı doğuştan akıllı, aklı ve düşünme yeteneği olgun bir şey olarak imgeliyor. Ancak insan beyninin doğuşta beyaz bir sayfa kadar boş (tabula rasa), renksiz ve temiz olmasının yanında, mukayese ve tartma yeteneğinin hiç ama hiç olamayacağını, insan aklının nesnelerle ve çevresiyle yavaştan ilişkisiyle kurulduğunu, yoluna devam ederken
karşılaştığı olgularla öğrenmeye başladığını unutuyor. Bu unutmanın veya düşünememesinin temelinde, skolâstik düşünce yapısından kurtulamaması bir yana, en büyük yaratana, yüce gök tanrıya olan inancının baskın çıkıyor olmasıdır. Kudretli tanrı insanı yarattığına göre, her şeyi en iyi bilen tanrı yanılmaz. Tanrı, insanı, kudretinden sual olmaz bir biçimde kendinden şeyler katarak yarattı ve akıllı kılması gerekiyor, yoksa tanrı yanlış bilgilerin ve kötülüğün kaynağı oluyor. Descartes bundan ürküyor ve korkuyor. Descartes’tan otuz iki yıl önce doğan Galileo Galilei’yi göz göre göre yalan söyleten kilisenin bir biçimde Descartes’ı da etkilememesi düşünülemez.
Doğuştan aklı bulunan ve bu aklı iyi ve doğru yönetmek isteyen Descartes her şeyden şüphe duyarak “Ama yalnız başıma ve karanlıkta yürüyen biri gibi yavaş gitmeye ve her şeyde çok dikkatli olmaya karar verdim, öyle ki pek yavaş ilerleyebildiğim zaman hiç değilse düşünmeye çalışacaktım” der. Buraya bir parantez, Descartes’ın şüpheciliğini şüphelenmek için şüphelenen ve her zaman çözüme varmamayı isteyen, felsefe alanında bir çöküntünün belirtisi olan şüphecilik anlayışından ayırmak, Descartes’ın şüpheciliğini anlamak açısından önemlidir, parantezi kapattım.
Düşünmeye devam eden Descartes hem düşünür hemi de bu düşündüklerinden şüphelenir. Her şeyden, gelmiş geçmiş bütün öğretilerden, doğru veya yanlış bildiği ne varsa tümünden.
“Epeyce önce gördüm ki, yaşamamın ilk yıllarından beri birçok yanlış görüşü doğru diye benimsemişim… Doğuşumdan bugüne benimsediğim görüşleri yaşamımda bir kere ciddi olarak ele almam ve yeni baştan temelden başlamam gerekiyordu, bilimlerde sağlam ve sallantısız bir şeyler ortaya koymak istiyorsam…”
Eskiden edindiği bütün bilgileri yanlış olmasa da teker teker ele alıp sonsuz ayıklamak yerine toptan yok saymak akıllıcadır, ayrıca edinilmiş bilgiler yapısını temelden yıkmak gerektiği de aşikârdır. Edinilmiş eski bilgileri ve yapısını yıkmayı istemek güzel, ancak şüphe uyandırmayacak sağlam bir düşünce yapısı kurmak o kadar kolay olamamakta, çünkü: Şüpheciliğin çözüme varamama çöküntüsü ve yıkımı hemen baş göstermeye başlar. Descartes’ta da bir umutsuzluk bir çöküntü bir yıkım sonrası, demek ki der, her şey yanlış, tutunabileceğim bir doğru temel kesinlikle yok. Şüpheyle karışık düşünmeye devam eden Descartes, önce kendisine bilgilerimi nereden alıyorum sorusunu sorar ve cevaplar. Bilgilerimin çoğunu duyular aracılığıyla ediniyorum, ancak duyular yanıltıyor beni der ve dıştan edindiği, dış duyum aracılığıyla edinilmiş bilgilerin yanıltıcı olduğuna inanır. (sürekli gemi ve güneş örneğini verir) Duyulardan ve imgelemden bilgi edinimini çöpe atmasa da geri planda tutar.
“ Hemen ardından, ben böylece her şeyin yanlış olduğunu düşünmek isterken, düşünen ben’in zorunlu olarak her hangi bir şey olmaması gerektiğine dikkat ettim. Bu düşünüyorum öyleyse varım (cogito ergo sum, je pense donc je suis ) doğrusunun şüphecilerin en garip
sanılarının tümünden çok daha sağlam ve güvenilir olduğunu görerek, onu, aradığım felsefenin ilk ilkesi olarak şüphesizce benimseyebileceğim yargısına vardım. Daha sonra, ne olduğumu dikkatle inceleyerek ve bedenim olmadığını, bulunduğum bir yer olmadığını düşünebildiğimi görerek, tam tersine, başka şeylerin doğruluğundan kuşkulanabilişimden, çok açık ve çok kesin olarak varolduğum sonucu çıktığını görerek.(…) anladım ki ben özü ya da doğası düşünmekten başka bir şey olmayan ve hiçbir maddesel şeye bağlanmayan bir töz’üm.”
Tutunabileceği kendince şüphesiz bir doğru bulmuştur. Kesin olan tek şey var, bir şeyin doğruluğundan şüphe etmek. Şüphe etmek düşünmektir. O halde düşünmekte olduğum şüphesiz. Ben düşünen bir şeyim, kuşkulanan, beğenen, hoşlanan, seven biri olmam düşünmem demektir. Düşünmekse yaşarken var olmaktır, varolduğum da şüphesizdir. İşte bu benim bilgim, ben varım. Bütün öteki bilgileri kaya gibi sağlam bu bilgimden çıkarmalıyım. Sağlam bilgiler derken, Descartes’ın metafizik tuğlalar arasına insan özgürlüğü harcını nasıl karıştırdığı, harcının içine neleri kattığı anlaşılması gereken bir başka boyuttur.
“Gerçek şu ki Descartes, yıktığı tanrının yerine, Hıristiyan kilisesinin anlayışından büsbütün başka, insanların hemen hiçbir işlerine karışmayan yepyeni bir tanrı koymak istiyordu” Orhan Hançerlioğlu-Düşünce tarihi
Descartes’ın “İlkeler” kitabındaki ilkelerine baktığımızda şaşırtıcı olmasa da tanrı ve özgür insan arasındaki çarpışmayı görürüz. Şöyle ki:
“kuşkulandığımız şeylere inanmaktan sakınmamızı sağlayarak aldanmamıza engel olan özgür bir irademiz vardır.”6. ilke: “Tanrı yanılmalarımızın nedeni değildir.”29. ilke: “İnsanın başlıca olgunluğu özgür bir iradeye sahip olmasıdır, insanı övülür ve yerilir kılan da bu özgür iradesidir.”37. ilke: “Tanrının her şeyi önceden düzenlediği kesindir.”40. ilke: “Özgür irademiz tanrının kurduğu bu düzene nasıl uydurulabilir?”41. ilke
Bana göre Descartes ikilem içindedir ve şöyle seslenir. Çok rica ediyorum lütfen yakamı bırakın, ben sadece insan düşüncesinin gücünü araştırmak için yola koyuldum, Sokrates gibi baldıran zehiri içmek istemem. Descartes’ta bu ruh halini ve ikilemini ilkeler kitabında itiraf ediyor, deşifre ediyor. “Tanrının dünyayı niçin yarattığı üstünde durmayacağız ve büyük amaçlara yönelen nedenleri felsefemizden büsbütün çıkaracağız. Biz, sadece akıl gücümüzle algılarımızın nasıl meydana geldiğini araştıracağız.”28. ilke
Kudretli yüce gök tanrının insana doğuştan bahşettiği bilgilerin aracılığıyla, zihnin kendinde bulunan fikirlerin peşinden giden Descartes’ta bilinç, kendi kendinin bilincidir. Yöneldiği nesneler, doğrudan doğruya dış dünya şeyleri değil, nesnelerin ben’deki fikirleridir. Nesneler gerçek değildir yanıltıcıdır. Descartes nesnesiz, duyumsuz ve imgesiz bilgi edinim anlayışı ile
katışıksız aşkın öznelcilik olan öznel idealiz anlayışı ile felsefede yolculuğu başlar ve yerini alır.
Kişi, doğruyu incelemek için, yaşamında bir kere her şeyden şüphe etmelidir.
Mustafa Güneş Özkan