“ İşte bütün bunlar beni kesin olarak şu inanca götürdü ki, mülk sahipliğini ortadan kaldırmak, memleketin zenginliğini eşitçe, doğrulukla dağıtabilmenin ve insanlığı mutluluğa kavuşturmanın biricik yoludur. Mülkiyet hakkı toplumsal yapının temeli oldukça en kalabalık ve en işe yarar sınıf yoksulluk, açlık, umutsuzluk içinde yaşayacaktır.”
“Utopia” yazarı Thomas More’un, kahramanı Raphael Hythloday’e yukarıdaki cümleyi inanarak söyletmiş olması önemli, ancak, bir vaiz ve İsa’nın yolunda “eski ahit” anlayışının şaşmaz bir savunucusu olması düşünüldüğünde “Utopia”yı ütopya’nın ötesine taşıması, bilinemez bir ülke değil, bilinebilir bir ülke yapıyor olması daha da önemli. Din kavramı bilinemeyenlerin üzerine kuruludur, bilinenin artması bilinemeyenin alanını daraltır. Thomas More, eserini yani “Utopia”yı haklı olarak mülkiyet hakkının ortadan kaldırılması üzerinden kuruyor, ancak üretim ilişkisinin mülkiyet ilişkisi olduğunu bilmeden ve özel mülkiyete yönelik saldırısı, ortak mülkiyet talebi kaba bir hayırseverlik örgütlenmesine dönüşmek zorunda kalıyor o çağda Ortaçağ da.
15. ve 16. Yüzyıl, feodal Ortaçağ barbarlığının tüm hızıyla sürdüğü bir dönem olmasının yanında, tüm Avrupa’da olduğu gibi İngiltere’de de Rönesans’ın ve Reformasyonun iç içe geçtiği dönem olmuştur. Rönesans, eski yunan ve Roma uygarlığının kalıtım ve izlerini koruyup geliştiren İtalya’da 14. Yüzyılda başlayıp, 16. Yüzyılda tüm Avrupa’yı etkisine altına alan bir dönem olarak bilinir. Bu dönemde toplumsal hareketlenmeler ve iç çelişkiler o kadar açığa ve yükseğe çıkmıştır ki imparatorluk ve krallar ile Vatikan Roma Kilisesi arasında ve toprak sahibi soylu Aristokratlar ve prensler topluluğu ile particiler, plepler ve köylüler arası tam bir savaş hali yaşanmasına neden olur.
Ortaçağ feodalizminin ideolojisini temsil eden Ruhban sınıfı da bu çatışmanın ve tarihsel dönüşümün etkisi altındaydı. Feodal kilise hiyerarşisi, piskoposlar, başrahipler, manastır başrahipleri, yüksek din görevlileri ki, bu görevliler ya imparatorluk prensleri ya da başka prenslere bağlı feodal beyler olarak çok sayıda serf ve bağımlı köylülerle birlikte geniş topraklara hükmediyorlar. İmparatora imparatorluk vergisi, Papa’ya da Roma’daki sarayının lüksünü karşılaması için genel kilise vergileri ödüyorlar. Halktan para sızdırmak için de mucizevî aziz resimleri ve kutsal emanetler yaratma, aforoz ve günah affı ticareti yapmaktan vazgeçmiyorlar.
Toplumun bütün yükünü köylüler omuzlarında taşıyor olsalar da köylüye her yerde bir nesne, bir yük hayvanıymış gibi davranılıyor. Bu köylüler insafsızca sömürülmekle kalmıyor son lokmaları boğazından alınırken kaba kuvvetin yanı sıra işkencenin her türlüsü, Kulak kesme, burun kesme, gözleri oyma, parmakları ve elleri kesme, kızgın maşayla et koparma, dört hayvana bağlayarak parçalama vb barbarlığı uygulanıyor. Daha da ileri gidilerek imparatorun bütün resmi sınıfları canı istediğinde köylüyü öldürüyor ya da kafasını kestiriyor. Katolik Roma Kilisesinin bağnazca dinselliğinden doğan baskısı ve insanı önemsemeyen Tanrı merkezli skolâstik din anlayışı, kurulu düzene ve krala karşı gelmenin, ayaklanmanın, Tanrı’ya karşı ayaklanmak ve karşı gelmek olduğuna inanır ve kralı, kurulu düzeni koruyan ve yetkisini doğrudan doğruya Tanrı’dan alan kutsal bir varlık sayar.
Şimdi, Thomas More’un “Utopia” eserinde söylediklerine bakalım. Bilinmeyen ülkenin Utopia’nın nasıl bir ülke olduğu, eşitliğin ve adaletin hüküm sürdüğü, özel mülkiyetin ve paranın olmadığı ve değerli altın ve gümüşe değer verilmemekle beraber bir süs eşyası olarak da kullanılmadığını. Yaşamın ve aile ilişkilerinin, evliliklerin, çocuk eğitiminin, sağlığın, sanat ve edebiyat uğraşlarının nasıl aklı geliştirdiği ve mutluluğu zenginleştirdiğini ikinci bölümün içinde aktarır. Birinci bölümde bu ülkenin niçin gerekli olduğunun sorunlarını, yoksulluğu ve yoksulluktan doğan hırsızlığı, açmazlarını, Katolik Hıristiyan İsa öğretisi özünün içinin boşaltılarak nasıl hurafeler yığını haline geldiği ve bu bağnazlıktan kurtulmak içinde gerçek İsa’nın ilk öğretilerine, eski Ahit’e dönmenin elzem olduğunu anlatır ve reformasyona karşıdır. Thomas More’un başının vurularak idamına neden olan reformasyona karşı olmasının başlıca nedeni ise koyu bir Katolik olması ve Papalığı birleştirici güç sanmasıdır. Hıristiyanlığın Katoliklikten ayrı Protestan ve Ortodoks bir mezhebe bölünmesini istemiyor ve ne pahasına olursa olsun Hıristiyan Katolik dünyasının Papanın egemenliği altındaki bütünlüğün korunmasını istiyor.
“Her gün gözlerimizin önünde olup bitenlere bakalım. Halkın yoksulluğa düşmesinin baş nedeni aristokratların çokluğudur. Bu yararsız, bu bal vermez arılar başkalarının alın teriyle geçinmekte, topraklarında çalışanlarından daha fazla yararlanabilmek için onları derisine kadar yüzmekte, bunun dışında başka gelir kaynağı bilmemektedirler. Ama iş keyif için para harcamaya geldi mi, bu adamların yapmayacağı delilik yoktur.”
İmparatorlukların ve Vatikan’ın inanılmaz büyüklükteki topraklara el koyması, inanılmaz baskı ve kıyımı sonucu derin yoksulların yaşamında ekonomik yıkım ve sefaleti getirmiş olması tüm Avrupa’da olduğu gibi Almanya’da da köylü kalkışmalarını ve savaşlarını başlatır. Köylüler ve plepler bu savaşta taleplerinin ve öğretilerinin en keskin ifadesini liderleri bulunan Thomas Münzer’de ve onun devrimci partisinde bulurlar. Thomas More da derin yoksulluğun, açlığın, işsizliğin, savaşın ve sefaletin hüküm sürdüğü Ortaçağ feodalizmi İngiltere’sini sorgular ve ekonomik ve toplumsal açıdan bunalım yaratan bir soruna parmak basar haklı olarak.
“Bütün İngiltere’yi saran koyun sürüleri. Başka yerlerde o kadar tatlı, o kadar tokgözlü olan bu hayvanlar, sizin memleketinizde öyle aç gözlü, öyle doymak bilmez olmuşlar ki, insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar. ( bu betimleme karşısında tebessüm etmeden edemedim bilin istedim ) Gerçekten en ince, en değerli yünü çıkaran krallığınızın her yanında soylular, zenginler, hatta pek sayın rahipler bile toprak için birbirine giriyorlar. Bu zavallılara iratları, türlü kazançları, toprak gelirleri yetmiyor, işsiz güçsüz oturup keyif çatmak, devlete bir yarar getirmeden halkın sırtından geçinmek gözlerini doyurmuyor adamların. Geniş tarım topraklarını boşaltıp otlak yapıyorlar. Evleri yıkıp kiliseyi bırakıyorlar yalnız, onu da ağıl olarak kullanıyorlar. En çok oturulan, en çok işlenen yerleri çöle çeviriyorlar. Ormanları, parkları, av hayvanlarına ayırdığınız yerler yetmiyormuş gibi. Böyle doymak bilmez cimrinin biri binlerce dönümlük yeri kuşatıveriyor. İçindeki namuslu çiftçileri evlerinden çıkarıyor. Kimini yalan dolanla, kimini zorla, kimini de türlü yollardan tedirgin edip yerlerini satmak zorunda bırakarak. Doyuracak karınları paralarından çok fazla olan bu köylüler ( tarım çok kol isteyen bir iştir çünkü ) çoluk çocukları, dulları, yetimleri, ana babaları ve torunlarıyla yollara düşerler. Doğdukları evden, karınlarını doyuran topraktan ağlayarak uzaklaşır zavallılar ve barınacak yer bulamazlar. O zaman kap kaçaklarını, pılı pırtısını yok pahasına satarlar. Onlarda bitince ne kalır yapılacak: Çalmak ve Tanrı buyruğuyla asılmak. Yoksulluklarını dilencilikle sürdürmek isteyenler de çıkabilir: Onları da serseri diye yakalayıp zindana atıverirler.”
Thomas More, bu gerçek olguları tümden görüp eleştirirken eşitsizliğin, adaletsizliğin, sömürünün ve derin yoksulluğun başlıca nedeni olarak da eseri “Utopia”da üstüne basa basa belirttiği gibi özel mülkiyetin ve paranın geçerli bir akçe olarak hüküm süren varlığına dayandırır. Devlet denilen aygıta karşı gelirken de, zenginlerin yoksulları ölesiye sömürmek için düzenledikleri bir “suikast’tan” başka bir şey değildir der. Demesine der de, kendi özel yaşamı ve dünyasında bu eşitsizliği ve adaletsizliği, Tanrının oğlu İsa’nın öğretisi ve kitabı mukaddesi İncil’den kopmak ve yolundan sapmak biçiminde görür. Daha da ötesi ilk Hıristiyanlığın binyılcı hayalleriyle, İsa’nın yeryüzüne döneceği ve bin yıllık bir krallık kuracağı, bu krallıkta adalet, genel eşitlik ve refahın hüküm süreceğine inancı tamdır.
Müsaadenizle ara bir not yazmamın yararlı olacağı kanısındayım. Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde baskı görenler arasında yaygınlaşan bu inanç, köylülerin ve pleplerin görüşlerini dile getiren farklı Ortaçağ tarikatlarının öğretilerinde yeniden canlanmıştır. Ayrıca, Hıristiyanlık, bütün insanlar arasındaki bir eşitlikten söz etmekten kaçınır, yalnızca bir tek eşitlikten, köleler, ezilenler ve derin yoksulluktan dermanı kalmayanların dini olma niteliğine uygun düşen eşit ilk günah eşitliğinden başka bir eşitlik tanımamıştır. İsa öğretisinin ve Hıristiyanlığın ilk zamanlarında görülen mal ortaklığı izleri, gerçek eşitlik fikrinden ve uygulamasından çok, ezilenler arasındaki dayanışmayla ilgilidir.
“ Herkese aykırı gelir, alaya alınır, saçma bir yenilik sayılır diye insanlığın acı gerçeklerini ortaya atmamak korkaklık ya da kötü bir sıkılganlıktır. Öyle değilse İncil’i hiç açmamalı ve İsa’nın yolunu Hıristiyanlardan saklamalı. …İsa’nın usta sözcüleri sizin demin dediğiniz gibi yanlamasına bir yol tuttular; insanların kötü alışkanlıklarını Hıristiyanlığa uydurmaktan kaçındıklarını görünce, İncil’i insanların kötü alışkanlıklarına göre eğip büktüler. Bu ustaca manevra nereye götürdü onları? İnsanların vicdan rahatlığıyla kötülük edebilmelerini sağlamış oldular.”
Ortaçağ’daki feodal üretim ilişkilerine bağlı siyasal ve yönetsel yapının kıyıcı acımasızlığı ve barbarlığına karşı gerçekleşen ayaklanmaların özüne baktığımızda şunu açık ve net görürüz, çağın siyasal ve dinsel teorilerinin birer neden olmadığıdır. Bu savaş hali bize ezenlerle ezilenleri, iyilerle kötüleri ve kötülerin sonunda kazandığı zaferi göstermez. Tarımın gelişmesi, feodal toplum içinde zanaatçı yönü ağır basan sanayi ürünleri değişiminin daha yükseğe çıkması. Deniz ulaşımının gelişmesi sonucu Avrupa ötesi ticaret tek tek her ülkenin iç ticaretini de geçmesiyle beraber, para ve emtia ticaretinin ulaşmış olduğu gelişimin sonuçları oldukları. Bu açıdan savaşın ve köylü kalkışmalarının hem başlangıç hem de sonucunu belirleyenin toplumsal ilişkiler olması bizi şaşırtmaz.
İngiltere ile Fransa arasında yüzyıl süren; toprak ve zenginlikleri ele geçirme savaşlarında; İngiltere’yi Fransa’ya karşı desteklemeyen papalık İngiltere’de etkinliğini çoktan yitirmişti. Ayrıca, 1453 den 1485 e kadar otuz yıldan fazla süren ve güller savaşı diye adlandırılan iç çatışmada İngiliz soyluları hem birbirlerine hem de acımasızca halka kıydılar ve ülke, içler acısı bir bunalıma sürüklendi. İngiltere kralı 8.Henry bu bunalımı aşmak adına kendi ülkesinde bulunan Roma Katolik kilisesinin geniş topraklarını ve mallarını istiyor ve papanın lüks içinde yaşamını sürdürmesi için gönderilen vergi ve altın paraları vermek istemiyor.
Daha da önemlisi, Kral 8. Henry’den çok öncelere uzanan ve İngiltere’nin de içinde olduğu tüm Avrupa’da yankı ve yer bulan Luther çizgisindeki reformist Protestan reform hareketlerine bakmak. İngiltere’nin sosyo-politik yaşamına egemen olma konusunda teokratik otoriteyi temsil eden papalıkla, sivil otoriteyi temsil eden krallık arasındaki iktidar gücü mücadelesinde aramak gerek gerçeği. Bütün bu tarihi gerçekliklere karşın, yok Kral 8. Henry Katolikliğe göre eşini boşayıp yeniden evlenemezmiş, yok Roma kilisesi bunu onaylamaz, Papa bunu kabul etmez aforoz edermiş. Yok, Anne Boleyn ile evlenebilmek için kendini kilisenin başı ilan etmiş, yok Thomas More bu evliliğe karşı gelerek Katolikliği ve Roma Kilisesini savunmuş ve bunun için idam edilmiş. Bunlar tarihi zırvalık ve hurafelerdir.
Thomas More, bir hukuk adamı olarak 1523 de Kardinal Thomas Wolsey’in desteğiyle Avam Kamarasında “speater” yani meclis başkanı, 1529 da çağın en yüksek devlet görevi “Lord Hingh Chancellor” baş yargıç sıfatıyla tüm adalet mekanizmasını denetim altında bulundurur. Halkın deyimiyle “Kralın vicdanının bekçisi” sayılır.
Thomas More’la 1499 da İngiltere’de tanışan ve yaşamının sonuna kadar yoldaşlık yapan ve karşılıklı sık sık mektuplaşan Rotterdam’lı Erasmus, 1509 yılında More’un isteği üzerine, bir haftada yapıtlarının en ünlüsü, tüm çağın çılgınlıklarını taşlayan “ Deliliğe Övgü”yü yazmıştır.
Thomas More, çağının eserlerini takip ettiği gibi Platon, Aristoteles, Homeros, Hippokrates, Herodotos gibi kendi çağının zaman olarak gerisindeki düşünürleri de okumuş ve takip etmiştir. Şiir sanatına önem vererek ozanları sevmiş, dil bilgisi ve gramer üzerine çalışmış, sözlüklere bakmış, tarih çalışmalarının yanı sıra hekimlik ve bitkiler üzerine okumalarını derinlemesine sürdürmüştür yaşamın sonuna kadar. Bütün bunları nereden biliyoruz derseniz cevabı “Utopia” eserinin içindedir. Kuşlar acıkınca bana gelir, kediler de öyle. Yoksullukta eşitiz.
Mustafa Güneş Özkan