Bugünkükoşulların en ayırtediciözellikleriarasındaküreselleşmedegörülen, kapitalist-emperyalistsisteminegemenolduğubirdünyadakapitalistbirikimsürecininhızlanmasınabağlısıçramalarbulunmaktadır. Bu, muazzamsayıdainsanınyaşamındaönemliveçoğunlukladramatikdeğişikliklereyolaçmış, gelenekselilişkilerivegörenekleribüyükölçüdezayıflatmıştır. Burada, busıçramalarınÜçüncüDünyadaki, yaniAfrika, Latin Amerika, AsyaveOrtaDoğuülkelerindekietkileriniveköktendinciliğinhalihazırdabuülkelerdegörülengelişmesinenasılkatkıdabulunduğunuelealacağım.
ÜçüncüDünyanın her yerindemilyonlarcainsan her yılçokbaskıcışartlaraltındakıtkanaatgeçinmeyeçalışarakyaşadığıtarımalanlarındanuzaklaştırılıp, kıtkanaat bile geçinmelerineizinvermeyenkentleregitmekzorundabırakılıyor. Kentlerdeçoğunluklakentmerkezlerininçevresindehalkahalkabüyüyengecekondumahallelerinetıkılıyorlar. Tarihte ilk kezdünyanüfusununyarısınındurmaksızınbüyüyenbumuazzamgecekondukentlerindeyaşadığıgörülüyor.
Kendi geleneksel koşullarından vegeleneksel baskı ve sömürü biçimlerinden kopan insan kitleleri kendilerini hiç güvende hissetmedikleri değişken bir yaşamın içine atılıyor. Toplumla bütünleşemiyor, toplumun ekonomik, sosyal dokusuna ve işleyişine herhangi bir biçimde "eklemlenemiyorlar". BuÜçüncü Dünya ülkelerinin çoğunda kentlerde yaşayan insanların çoğunluğu kayıt dışı ekonomide, örneğin küçük ölçekli işportacı veya esnaf olarak veya yeraltında yasadışı işlerde çalışıyor. Pek çokinsanönemliölçüdebu nedenle bütün bu kargaşa ve çalkantının ortasında bir dayanak noktası bulma çabasıyla kökten dinciliğe yöneliyor.
İlave bir faktör de, Üçüncü Dünya'daki bu muazzam, hızlı değişim ve çalkantıların yabancı emperyalistlerin egemenliği ve sömürüsü bağlamında gerçekleşmesi ve emperyalizme ekonomik ve siyasal anlamda bağımlı ve tabi olan "yerel" egemen sınıflarla ilişkilendirilmesidir. Yerel egemenler genel olarak yabancı bir gücün yozlaşmış ve "çürümüş Batı kültürünü" destekleyen temsilcileri olarak görülmektedir. Kısa vadede bu yaklaşım yerel egemenlere ve bunların egemenliklerini borçlu oldukları emperyalistlere karşı muhalefet örgütleyen kökten-dinci güçlerin, intikam amacıyla kökleri geçmişe uzanan sömürü ve baskı ilişkilerinin en aşırı biçimlerinin onaylandığı geleneksel ilişiklere, göreneklere ve değerlere dönüş yapıp dayatmaları anlamında, elini kuvvetlendirebilir.
Bu muhalefet kendisini İslâmiyet'in egemen din olduğu Ortadoğu'da ama aynı zamanda Endonezya gibi ülkelerde İslâmî kökten dinciliğin gelişmesi şeklinde dışa vuruyor. Hristiyanlığın, özellikle de Katolik Kilisesi'nin egemen olduğu birçok Latin Amerika ülkesinde kökten dinciliğin gelişimine Protestan kökten dinciliğinin çeşitli biçimleri damga vuruyor. Katolik Kilisesi'nin kendilerini yüz üstü bıraktığını düşünen çok sayıda insan, özellikle de yoksullar, dinî fanatizmi yoksullar ve ezilenler adına konuştuğunu iddia eden bir söylemle birleştiren Pentekostalizm gibi çeşitli akımların içine çekiliyor. Hristiyan kökten dinciliğin Pentekostalizmi de içeren farklı biçimleri Afrika'nın muhtelif kısımlarında da, özellikle gecekondu mahallelerinde yaşayan yığınlar arasında, bu kıtanın diğer kısımlarında yükselişini sürdüren İslâmî köktencililikle eşanlı gelişiyor.(15)
Fakat kökten dinciliğin yükselişi aynı zamanda Orta Doğu da dahil Üçüncü Dünya'nın birçok ülkesinde güçlü bir etkisi olan emperyalistlerin siyasi arenada yaptıkları önemli siyasi değişimlerle, bilinçli politika ve eylemlerine de bağlıdır. Bunun önemli boyutlarından biri olarak, Mao Zedung'un ölümünden bu yana Çin'de gerçekleşen gelişmelerin etkisini ve bu ülkenin bütünüyle değişmiş olmasını göz ardı etmemek ve hafife almamak çok önemlidir. Çin, sosyalizm yolunda ilerleyen bir ülkeyken kapitalizmin fiilen yeniden kurulduğu ve hem Cinde hem de dünya ölçeğinde devrimi teşvik edip destekleme yöneliminin yerini Çin'i emperyalizmin egemenliğindeki güç politikaları çerçevesinde daha güçlü bir konuma yerleştirmeye çalışan bir yönelime bıraktığı bir ülkeye dönüşmüştür.
Bunun kısa vadede, dünyanın her yerindeki ezilen halklar arasında sosyalist devrimin sefaletten kurtuluşun yolu olduğuna ilişkin anlayışı zayıflatan ve kendisi gerici bir dünya görüşü ve programın temsilcisi olsa da, belirli şekillerde dünyadaki egemen güce karşı muhalefet ederek insanları arkasına almaya çalışan kökten dincilere daha geniş bir zemin kazandıran köklü olumsuz etkileri olmuştur.
Kısa süre önce İngiltere'de terörist eylemlere karışmakla suçlanan bazı kişiler hakkında yorum yapan bir "terör uzmanı'nın,bir kuşak önce yaşasalardı bu kişiler Maocu olacaktı, şeklindeki sözleri bu olguyu yansıtmaktadır. Gerçek Maocuların, yani komünist ideolojinin rehberlik ettiği kişilerin amaçları, strateji ve taktikleri kökten dincilerden temelden farklıdır ve komünistler bir yöntem ve yaklaşım olarak terörizmi ilkesel anlamda reddederler. Ancak, bu "terör uzmanının yorumlarında gerçek ve önemli bir yan bulunuyor: Halen İslâmî ve diğer kökten dinci akımlara kapılan gençlik bir kuşak önce yaşasaydı, bundan kökten farklı olan devrimci komünizm akımına kapılacaktı. Ve bu olgu Sovyetler Birliğinin ve onun başını çektiği "sosyalist blok'un yıkılmasıyla daha da güçlenmiştir.
Aslında Sovyetler Birliği revizyonistlerin (sözde komünist gerçekte kapitalizm yanlısı unsurlar) iktidarın dizginlerini ele geçirdiği ve ülkeyi kapitalist ilkelere uygun olarak (fakat devlet kapitalizmi şeklinde ve devam eden bir "sosyalist" kamuflajla) yönetmeye başladığı 1950'lerin ortalarından itibaren sosyalist olmaktan vazgeçmişti. Ancak 1990'lara gelindiğinde Sovyet liderler sosyalizmi açıkça terk etmeye başladı ve ardından Sovyetler Birliği dağıldı. Rusya ve Sovyet "bloku'na dahil olan diğer ülkeler "sosyalist"miş gibi görünmekten vazgeçtiler.
Bütün bunlarla bağlantılı olarak emperyalistler ve emperyalist bloğun entelektüelleri amansız bir ideolojik saldırıya girişti. Komünizmin yenildiği ve öldüğü şeklinde yaygın bir propaganda yürütüldü ve komünizm emperyalist tahakküm, baskı ve aşağılanmaya karşı inatla mücadele etmeye çalışanların da içinde bulunduğu geniş halk yığınları arasında bir süreliğine itibar kaybına uğradı.
Fakat emperyalistler yalnızca komünizmi yenilgiye uğratmaya ve gözden düşürmeye çalışmakla yetinmemişler, özellikle dünyanın stratejik olarak gördükleri bölgelerinde emperyalistlerin çıkarlarına ve amaçlarına şu veya bu ölçüde karşı çıkan veya objektif olarak engel oluşturan diğer laik güçleri ve devletleri de hedef almışlardır. Örneğin 1950'li yıllara dönersek, ABD, İran petrolünün kendisi (ikinci olarak da İngiltere) tarafından kontrol edilmesine ve bölge üzerinde daha kapsamlı bir hegemonya kurmasına karşı bir tehdit olarak algıladığı politikaları nedeniyle İran'da Muhammed Musaddık'ın milliyetçi hükümetini deviren bir darbenin mimarlığını yapmıştır. Bunun o tarihten bu yana geçen onlarca yıldır süren yankıları ve sonuçları olmuştur. Bu darbe, doğurduğu başka sonuçların yanı sıra İslâmî kökten dinciliğin gelişmesine ve sonunda İran İslâm Cumhuriyeti'nin kurulmasına katkıda bulunmuştur: İran halkının, 1970'lerin sonunda Musaddık'ın iktidardan zorla uzaklaştırılmasından sonra ABD tarafından desteklenen ve aslında iktidarda kalması sağlanan hayli baskıcı Şah hükümetinin devrilmesine neden olan kitlesel ayaklanması sırasında İslâmi kökten dinciler iktidarı ele geçirmişlerdir.
Emperyalistler son birkaç on yıldır Orta Doğu'nun diğer kısımlarında ve başka yerlerde milliyetçi laik muhalefet hareketlerini bile yenilgiye uğratıp yok etmek için kasıtlı bir biçimde hareket etmiş, hatta zaman zaman kökten dinci güçlerin gelişmesine yardımcı olmuştur. Filistin bunun en belirgin örneğidir: ABD emperyalistleri ve ABD'nin karakolu gibi işlev gören İsrail daha laik bir yapı olan Filistin Kurtuluş Örgütünü zayıflatmak amacıyla İslâmi kökten dinci güçlere fiilen yardım etmiştir. Afganistan'da, özellikle 1980'lerdeki Sovyet işgali sırasında ABD, Sovyetlere karşı fanatik biçimde savaşacağını öngördüğü İslâmi kökten dinci Mücahitler örgütünü destekleyerek silah temin etti. Sovyet işgaline ve Afganistan'daki kukla hükümete aralarında yalnızca daha laik milliyetçilerin değil, Maocuların da bulunduğu başka güçler de muhalefet etti ama tabii ki özellikle Maocular ABD tarafından desteklenmedi, hatta çoğu ABD'nin yardım edip silahlandırdığı "Cihat yanlısı" İslâmi kökten dinciler tarafından öldürüldü.
1950'lerde tanınmış milliyetçi lider Cemal Abdülnasır'ın Mısır'da iktidara gelmesinin ardından, etkisi Mısır ile sınırlı kalmayıp çok daha geniş bir alana yayılan bir tür Arap milliyetçiliği olarak tanımlanabilecek "Nasırcılık" olgusu ortaya çıktı. 1956'da Nasır, Süveyş Kanalı üzerinde daha fazla kontrol talebiyle harekete geçince bir kriz baş gösterdi. Ve İsrail, büyük sömürge imparatorluklarının yaşadığı kayıpları hâlâ tam olarak kabullenmemiş olan Fransa ve İngiltere ile birlikte Nasır'a karşı muhalefete başladı. Ancak işler burada biraz karıştı ve ABD "Süveyş Krizi" sırasında İsrail, Fransa ve İngiltere'ye karşı çıktı. ABD'nin niyeti ne Arap milliyetçiliğini ne de özellikle Nasır'ı desteklemekti; asıl derdi geçmişte bu coğrafyayı sömürgeleştirmiş olan Avrupalı emperyalistlerin yerine geçmekti.
İsterseniz geçmişte bu bölgede neler oluğuna kısaca bir göz atalım: I. Dünya Savaşı nın sonunda merkezi Türkiye'de bulunan eski Osmanlı İmparatorluğu'nun yenilmesiyle, Fransa ve İngiltere Orta Doğu'yu kendi aralarında paylaştı, bu bölgedeki toprakların bir kısmı Fransa'nın sömürgesi olarak Fransa'nın nüfuz alanına bırakıldı, diğer kısımları İngilizlerin kontrolü altında kaldı. Fakat daha sonra, Almanya ve İtalya'nın yanı sıra Japonya'nın da kesin bir yenilgiye uğratıldığı, Fransa ve İngiltere gibi ülkelerin zayıflatıldığı II. Dünya Savaşı sonrasında ABD önemli ölçüde güç kazandı. Bunun üzerine ABD Üçüncü Dünya'da eski tip sömürgecilik yerine yeni bir sömürgecilik türünü (yeni sömürgecilik) dayattığı yeni bir dünya düzeni kurmak için harekete geçti. Bu sayede Üçüncü Dünya ülkeleri görünüşte bağımsız olsalar da siyası yapıları ve ekonomik yaşamları açısından bütünüyle ABD'nin kontrolü altına girecekti. Ve İsrail, Amerika'nın Orta Doğu'da artık daha bütünlüklü olarak hayata geçen ve saldırganca savunulan egemenliği doğrultusunda bölgedeki yerini güçlendirdi.
Fakat "Süveyş krizi" sırasındaki tutumu ve diğer milliyetçi hamleleri sonucunda "Nasır" ve "Nasırcılık" özellikle Arap ülkelerinde geniş bir taraftar kitlesi topladı. Bunun üzerine ABD Nasır'ı açık bir biçimde devirmeye çalışmamakla birlikte, Nasırcılığı, daha genel olarak da ABD emperyalizmine muhalefet eden veya yoluna çıkan, tabii ki içinde komünist güçlerin de bulunduğu daha laik güçleri zayıflatma faaliyetlerine başladı. Ve İsrail, özellikle komşusu olan Arap devletlerini yenilgiye uğratarak Filistin'den zorla ilave toprak aldığı (Filistin'den çalınan topraklar üzerinde kurulan İsrail devletinin dışında, halen genellikle "işgal altındaki topraklar" olarak anılan bölge) 1967 savaşından sonra ABD tarafından kesinkes desteklenmeye başlandı ve ABD emperyalizmi adına hareket eden bir kuvvet haline geldi.
1967 savaşında İsrail karşısında alınan yenilgi Orta Doğu halkları arasında Nasır ve Nasırcılığın -ve ona benzeyen, oldukça laik lider ve eğilimlerin- önemli ölçüde itibar ve nüfuz kaybetmesine yol açtı. Hayatını kaybettiği 1970 yılına gelindiğinde Nasır, Arap halkları nezdindeki ihtişamını büyük ölçüde yitirmeye başlamıştı.
Burada yine işlerin ne kadar karmaşık boyutlar aldığını görebiliyoruz. Nasır'ın aldığı yenilgiler ve pratikteki başarısızlıkları, temsil ettiği ideolojinin giderek artan sayıda insanın nezdinde meşruiyetini veya uygulanabilirliğini zayıflatıcı bir etki yarattı. "Nasırcılık" ve benzeri ideolojik, siyasi eğilimlerin emperyalist egemenlikten ve her türlü sömürü ve baskı biçiminden gerçek bir kopuşu temsil etmediği, bunu sağlayamayacağı doğrudur. Bu tür ideoloji ve programların bilimsel analizi bunların ulaşmak istedikleri hedeflerle fiilen ulaşabildiklerinin neler olduğunu, bu tür ideoloji ve programların temsilcisi olan ve bunları hayata geçirmeye çalışan liderlerin belirli bir süre sonra engellerle karşılaşarak yenilgiye uğradıklarını göstermiştir. Arap ülkelerinde yaşayan kitlelerin Nasır'ın ve şu veya bu ölçüde onunla aynı ideolojiyi temsil edenlerin karşı karşıya kaldığı engel ve yenilgilere gösterdikleri tepkilerde kesinlikle pragmatik bir yan vardı; kısa vadeli olsa bile egemen olanı doğru ve iyi, kaybedenleri ise kusurlu ve kaybetmeye mahkûm ideolojiler olarak değerlendirdiler. Ve tabii ki kitleler arasında kendiliğinden gelişen bu pragmatik eğilim emperyalistlerin ve diğer gericilerin, yalnızca Nasır gibi laik güçlerle sınırlı kalmayıp daha da yoğun biçimde emperyalizme ve gericiliğe karşı çok daha direniş, Orta Doğu'da ve başka yerlerdeki Nasır (ve daha yakın dönemde Saddam Hüseyin) gibi laik yöneticilerin karşılaştıkları başarısızlık ve yenilgiler sayılabilir.
1950'lerden günümüze kadar devam eden bu seyrin yukarıda tartışılan yanlarını çok yalın ve çarpıcı biçimde gözler önüne seren bir diğer örneği Endonezya'dır. Endonezya 1950'ler ve 1960'lar boyunca dünyanın en büyük üçüncü komünist partisine (Sovyetler ve Çin'den sonra) sahipti. Endonezya Komünist Partisi'nin kentlerdeki yoksulların (Cakarta ve başka kentlerdeki gecekondu mahallelerinin durumu olumsuz anlamda dillere destandı) yanı sıra kırsal alanlardaki köylüler, aydınlar ve hatta ulusal burjuva denilebilecek kesimler arasında çok sayıda yandaşı vardı. Ne yazık ki, Endonezya Komünist Partisi'nin bir yandan devrimci bir değişim arayışında olan, bir yandan da yerleşik devlet yapıları içindeki parlamenter araçlarla faaliyet yürütmeye çalışan -komünizm ve revizyonizm karışımı- eklektik bir çizgisi vardı.
O tarihte devlet başkanı milliyetçi lider Ahmet Şükrani'ydi. 1970'lerde Çin'e yaptığım ziyarette Çin Komünist Partisi'nin bazı üyelerinden Endonezya Komünist Partisi'nin yaptıklarını dinlediğimde bu konuda bazı bilgiler edinmiştim. Şunları anlattılar: Yoldaş Aidit (Şükrani iktidarı boyunca Endonezya Komünist Partisi başkanı) ile beraber mücadele ettik; onu bir ayağını komünizm ve devrimcilikte, bir ayağını reformizm ve revizyonizmde tutmaya çalışmanın sonucunda olacaklar konusunda uyardık. Fakat Endonezya Komünist Partisi eklektik yaklaşımıyla aynı yolda yürümekte ısrar etti. 1965'te, CIA kanalıyla Endonezya ordusu ve bu ordunun tanınmış generallerinden biri olan Suharto ile birlikte çalışan ABD kanlı bir darbe gerçekleştirdi. Yüz binlerce Endonezyalı komünist ve başka birçok insan katledildi, Endonezya Komünist Partisi bütünüyle yok edildi ve devlet başkanlığından zorla alınan Şükrani'nin yerine Suharto getirildi.
Bu darbe sırasında Cakarta civarındaki nehirler kurbanların cesetleriyle doldu; gericiler komünist ya da komünist olduğu iddia edilen insanları öldürüp yığınlarla cesedi nehirlere attı. CIA'nın öncülük ettiği, örgütlediği ve gerçekleştirdiği bu darbe başladığında çok tanıdık biçimde, kişisel veya ailevi anlaşmazlıkları ya da kinleri olan her türden insan diğer insanları komünist olmakla suçlayıp yetkililere ihbar etmeye başladı. Bunun sonucunda, çok sayıda komünistin yanı sıra, komünist olmayan birçok insan da katledildi. Emperyalistler ve gericiler kan dökmeye başladıklarında, bir tür kana susamış intikam hırsını teşvik edip itici güç sağlayarak çok sayıda insanı bunun içine sürükledi. CIA bu darbeyi yalnızca düzenlemek ve yönetmekle kalmayıp, binlerce komünist önderi özel olarak hedef aldığı ve onları bu yüz binlerce kişilik katliam sırasında doğrudan bertaraf ettiği için açıkça övünmektedir.
Endonezya Komünist Partisinin stratejisindeki temel sorun, devletin özellikle de ordunun yapısının değişmemiş olmasıydı. Parlamento büyük ölçüde milliyetçiler ve komünistlerden oluşuyordu ancak devlet hâlâ gerici sınıfların elindeydi. Suharto ve diğer gerici güçler devlet üzerindeki kontrolleri asla kırılmadığı, kontrolünü devam ettirdikleri eski devlet aygıtı asla bozulmadığı ve yok edilmediği için, CIA ile beraber ve onun yönetimi altında çalışarak korkunç sonuçlarıyla birlikte bu kanlı darbeyi gerçekleştirebildi.
Bu itibarla, Çin Komünist Partisi üyelerinin anlattığı bir başka anekdot çok çarpıcı ve dokunaklıdır. Şükrani'nin yanında taşıdığı bir asasının olduğunu, onunla karşılaşan Çinli memurlar, "Bu asayı niçin taşıyorsun?" diye sorduğunda Şükrani'nin, "Bu asa devletin gücünü temsil eder," diye yanıtladığını anlattılar.
Bunu aktaran Çinli yoldaşlar hikâyeyi şöyle özetlediler: "Darbeden sonra Şükrani'nin hâlâ asası vardı, onu muhafaza etmesine izin verdiler ama artık devlet gücüne sahip değildi."
Endonezya Komünist Partisi fiziksel olarak tamamen yok edildi, kıyıda köşede kalan birkaç kişi dışında hiçbir üyesi canlı bırakılmadı ve bu yıkıcı hamleden sonra bir daha asla toparlanamadı. Yalnızca fiziksel anlamda değil, aldıkları ideolojik ve politik yenilgi sonucunda yaşadıkları çözülme ve moral çöküntüsüyle de yok edilmiş oldular. O tarihten bu yana geçen on yıllar içinde Endonezya'da neler oldu? En çarpıcı gelişmelerden biri Endonezya'da İslâmî kökten dinciliğin muazzam yükselişidir. Komünist alternatif yok edildi. Yerine, kısmen emperyalistler ve diğer gerici güçler tarafından bilinçli olarak desteklenen, kısmen de hiç değilse ismen komünist olan güçlü bir laik muhalefetin yıkıldığı koşullarda kendi ivmesiyle gelişen İslâmî kökten dincilik, ABD tarafından iktidara yerleştirilen ve on yıllardır orada tutulan Suharto ve kafadarlarının fazlasıyla baskıcı yönetimi karşısında gerçek bir alternatifin olmamasından doğan boşluğu doldurdu.
Mısır, Filistin ve diğer Orta Doğu ülkelerinin yanı sıra Endonezya'da olanlar, gerçekten devrimci ve komünist olanlar da dahil laik güçleri zayıflatmak ve İslâmî kökten dinciliği (Latin Amerika ve Afrika'nın bazı bölümlerinde Hristiyan kökten dinciliğe güç kazandırılmasına benzer bir biçimde) güçlendirmek için yukarıda sözünü ettiğimiz ekonomik ve sosyal faktörlerle, yukarıdan ve tanınmayan ve/veya yabancı ve dış güçlerin dayattığı çalkantı, istikrarsızlık ve hızlı değişimin kaynaklık ettiği siyasi boyutun birleşmesidir.
Bu kesinlikle son derece önemli bir olgudur. Bu, objektif gerçekliğin dünyanın her yerinde ilerici yönelimli değişim arayışında olan, hatta devrimci, komünist bir bakış açısının rehberliğinde gerçekten köklü bir değişim için çalışan insanların yüzleşmek ve dönüştürmek zorunda olduğu önemli bir kısmıdır. Ve bunu yapmak için, bu olgu konusunda bilgi edinmeyerek ya da inatla görmezden gelerek tehlikeli bir yönelimi benimsemek yerine, öncelikle bu gerçekliği anlamak ve ciddi bir şekilde mücadele etmek gerekmektedir. Bu olgunun ve çeşitli dışa vurumlarının derinlerine inmek, altında yatan ve İslâmî kökten dinciliğin ifadesi olan -dünya genelindeki belirli ülkelerde ve bölgelerde temel çelişkilerin neler olduğu, bunların kendilerini nasıl dışa vurduğuna ilişkin- dinamiklerin esaslarını kavramak zorunlu, hatta yaşamsaldır. Halk yığınları bu akımlardan yalnızca kazanılan bu derinlikli anlayış etrafında oluşturulacak bir hareketle uzak tutulabilir ve ancak bu şekilde temelden farklı ve çok daha iyi bir dünya kurulabilir.