Bugün Türkiye'de belirli bir kesimin "başkanlık sistemi" istediği, o tam olmazsa "yarı başkanlık sistemi" denilen veya Cumhurbaşkanının partili olmasını öngören varyantlar üzerinde durduğu açık. Bu isteğin tartışma götüren bir yanı yok.
Ancak, bugünkü iktidar bloğu açısından bakıldığında "başkanlık sistemi" yönelimi, örneğin "asker vesayetinin kalkması", "yargının yeniden düzenlenmesi", "yeni bir Anayasa" gibi başlıklarda sergilenen mutabakattan uzak görünüyor. Muhalefet ayrı; burada kastettiğim, konuya ilişkin olarak iktidar bloğunun kendi içindeki ayrılıklar ve farklı görüşler.
İlk bakışta, bu farklılaşmanın biri "Erdoğan'a, siyasal kimliğine, ihtiraslarına konulan rezerv", diğeri ise bir bütün olarak düzenin uzun dönemdeki bekası olmak üzere iki nedeni varmış gibi görünüyor. Bana kalırsa, bu iki farklılaşma gerekçesi aslında birdir, daha doğrusu biri diğerini de içermektedir.
Türkiye'de düzenin sürmesi, kendini aşağı yukarı aynı temeller üzerinde yeniden üretmesi, bugüne dek hep kritik tıkanma noktalarında aradan fırlayan ve/veya belirli merkezlerde özel olarak kotarılan siyasal projeler ve oluşumlar aracılığıyla sağlanmıştır. Askeri darbeler de, "yakın dönemin günahlarını taşımayan yeni ve temiz siyasal partiler" de bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Bir kere, tam karşılığıyla "başkanlık sistemi", düzenin kriz ve tıkanma noktalarında şapkadan bu tür tavşanlar çıkartılmasına gerek bırakmayacak bir istikrarı, yerleşik ve geniş kesimlerce benimsenmiş "iki partili" siyasal kültürü öngörür. Bu açıdan bakıldığında, büyük sermayeden düzenin daha uzak görüşlü siyasetçilerine kadar uzanan genişçe bir kesimin Türkiye'nin artık böyle bir kıvama gelmiş olduğunu düşündükleri söylenemez.
"Başkanlık sisteminin" aşikâr başkan adayı Erdoğan'ın siyaset tarzına konulan rezervin ötesinde, sistemin kendisine konulan rezervin asıl nedeni bence budur.
Türkiye'de düzen, ortaya çıkan yeni durumlara adaptasyon adına kendi temellerini sarsmadan ve sorgulatmadan rahatça Başbakan harcayabilmiştir.
Bu söylenen, 1960 sonrası dönemle sınırlı da değildir. Daha önce "harcanan" Başbakanlar arasında Fethi Okyar (1925), ismet İnönü (1937) ve Recep Peker (1947) de vardır.
Peki, düzenin yeri geldiğinde ve herhangi bir yeni adaptasyon için ihtiyaç duyduğunda aynı rahatlıkla "Başkan" da harcayabilmesi mümkün müdür? Üstelik halkın oylarıyla seçilmiş bir Başkan söz konusu olduğunda?
Bu durumda, her an "harcanabilir" Başbakanların üzerinde hikmetinden sual olmayan Başkanlar bulunursa durum belki kurtarılabilir; ancak bu da siyasal parti aidiyetinden kopmanın ötesinde siyasal kimliği ve çizgisi esnekleşip yumuşamış Başkanları gerektirir ki bu da özellikle Erdoğan söz konusu olduğunda düşünülebilecek bir şey değildir.
Bu söylenenler elbette Türkiye'de "Başkanlık sistemine" geçişin hiç mümkün olmadığı anlamına gelmiyor. Söylenen, yalnızca, önemli çevrelerin bu işi riskli bulacaklar ve pek sıcak yaklaşmayacaklarıdır.
Son olarak, ortalama bir "sol" mantığa değinelim: "Başkanlık sistemi düzen açısından madem bu kadar riskli, bu sistemdeki ciddi bir tıkanma kolaylıkla harcanabilir Başbakanlara göre madem düzenin kendisini ve temellerini de sorgulatabilecek, o zaman Başkanlık sistemi gelsin, biz de pusuda bekleyelim..."
O zaman, getirebileceği "devrimci" olanakları düşünerek bırakalım savaş çıksın; "bıçak kemiğe dayansın" hesabıyla bırakalım emekçiler ezilsin, açlık sınırına itilsin; laik tepkiler patlama noktasına daha çabuk gelsin diye bırakalım toplumun dincileştirilmesi alsın başını gitsin...
Kırılma noktasına gelinceye kadar işlenip tavına getirilmeyen bir potansiyelden kırılma noktasından sonra patlama beklemek, siyasette kumar oynamaktır...
Metin Çulhaoğlu
SoL Gazete
12 Kasım 2012