Türkçe



PDF indir

 

 



12 Eylül'den Bugüne Sınıf Mücadelesi

İzlenme 2971


1980'ler ve Durgunluk
Aydınlar Dilekçesi, ardından açılan Aydınlar Dilekçesi Davası hakkında bilginiz var mı? Ya da böyle bir dilekçenin kimler tarafından nereye ne zaman verildiğini hatır­layanınız var mı? Hani başlıkta "1980'ler ve durgunluk" deniliyor ya, işte o günlerin birinde...

12 Eylül faşist darbesinin tüm kıyıcılığıyla sürdüğü günlerde takvimler 7 Kasım 1982'yi gösterdiğinde, günümüze kadar pek çok değişiklik yapılmış olmasına karşın halen özü ve sözü geçerli olan 1982 Anayasası, halktan yüzde 92'nin üzerinde oy alarak kabul edilmişti. Anayasa oylamasıyla birlikte iki yıldır "Devlet Başkanı" unvanına haiz Kenan Evren de yedi yıllığına cumhurbaşkanı sıfatıyla devletin başına çöreklenmişti. 1983 yılının 5 Mayıs günü Sendikalar ve Toplu iş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu çıkarılmış, aynı yılının 16 Haziranında DGM'ler (devlet güvenlik mahkemeleri) ka­nunla kurulmuş ve nihayetinde Kasım ayında genel seçim yapılmıştı. Seçimlerde, bir süre önce zayıflamak ve tedavi için ABD'ye giderek büyük biraderden olur alıp yurda dönen, bünyesinde "dört eğilim" barındırdığını iddia ettiği parti kuran ve takunyalı biraderler olarak tanınanlardan Turgut Özal, yüzde 45 oy alarak iktidar koltuğuna oturmuştu.

Emekçiler cephesinde yeni bir şey yoktu. DİSK kapatılmış, mal varlıklan kayyumlara, işçileri patronlara ve Türk-İş'e teslim edilmişti. Özel sektörde çalışanlardan sendika­larda örgütlü işçiler patronlarla Türk-iş sendikalarının insafına terk edilince küçük ve orta ölçekli (50-100 işçi) işyerlerinde sendikalı işçi bırakılmamış, büyük ölçekli işlet­melerde nasılsa günün birinde işverenlere sendika gerekeceğinden patron-sendikacı elbirliği ile görünürde örgütlülük sağlanmıştı.

15 Mayıs 1984 günü, "Türkiye'de Demokratik Düzene ilişkin Gözlem ve İstemler" başlıklı bir dilekçe Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığına sunuldu. Aydınlar Dilek­çesi diye bilinen bu metin aydınlar tarafından hazırlanmış ve altında iki bine yakın aydının imzası bulunmaktaydı. Metin, 16 kişiden oluşan yazmanlar kurulu tarafın­dan hazırlanmış ve üç Profesör (Fehmi Yavuz, Hüsnü Göksel, Bahri Savcı), iki sanatçı (Esin Afşar, Bilgesu Erenus) ve yazar Aziz Nesin'den oluşan kurul tarafından mercilere sunulmuştu. Dilekçenin verildiği gün Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı metne yayın yasağı koydu. Ancak başbakan, yabancı gazetecilerin sorusu üzerine dilekçeden bö­lümler okuyunca içerik ortaya çıkmış oldu. Komutanlık başbakanın açıklamasına da yayın yasağı getirdiyse de hemen kaldırdı. 20 Haziran 1984 günü Sıkıyönetim Askeri Savcılığı, yasaklara aykırı bildiri dağıtmak suçlamasıyla 56 dilekçeci hakkında dava açtı. Dava 7 Şubat 1986'da tüm sanıkların aklanmasıyla sonuçlandı.

Dilekçede neler vardı: Yaşam hakkının kutsallığı vurgulanıyordu (binlerce kişinin idamla yargılandığı onlarca dava sürmekteydi). Gecikmiş adaletin adaletsizlik oldu­ğu hatırlatıyordu (yıllarca tutuklu kalıp da beraatla sonuçlanan davalar görülecek), işkencenin insanlık suçu olduğu vurgulanıyordu (karakol ve cezaevlerinde uygulanan işkenceler yaygındı). Düşünceyi özgürce ifade etme hakkının olmazsa olmazlığı kay­dedilerek özgür basının önemi hatırlatılıyordu (sıkıyönetim sansür uygulayıp gazete kapatıyordu). Ayrıca, eğitimin temel amacından söz edilerek üniversitelerin özerklik­ten yoksun bırakılmasının sakıncaları sıralanıyordu (YÖK uygulamaları).

12 Eylül faşizminin demokrasi adına ne varsa her şeyi rafa kaldırdığı gerçeği biliniyor.

Rafa kaldırılan haklar, genel seçimler sonrasında güya halkın iradesiyle parlamento oluşmasına karşı hâlâ aranır durumdaysa elbette ortada önemli sorunlar olduğu kesin Aydınların sorunlar karşısında sessizliği bozmaları da anlaşılabilirin ötesinde övünç vesilesi sayılabilir. Bu arada işçi hakları nerede? Çalışma hakkı, yaşam hakkının bir parçası değil mi? İşçi sınıfının örgütlenme ve grev hakkının seçimlerden önce çıkarılan iki kanunla (sendikalar ve toplu sözleşme kanunları) kıskaç altına alınmış bulunuyor. 12 Eylül sonrası özel sektörde çalışanların büyük çoğunluğu patronların insafına bı­rakılmıştı. Kamuda çalışan işçilerin kaderi de hükumet edenlerin iki dudağı arasına sıkışıp kalmıştı. 80'li yıllar, ABD ve İngiltere'de kamunun pek çok alandan çekilme­sine tanıklık ederken bu yolu izleyen üçüncü ülke Türkiye olmuştu. Hükumet özel­leştirmenin temellerini atarken işçilerin yaşam koşullarını yükseltmek gibi düşüncesi olamazdı. Uygulanan piyasa ekonomisinin acımasız kıskacında tüm emekçi kesim için yaşam günden güne zorlaşıyordu. Özal yönetimi de sıkıntılı günlere sürükleniyordu. 83'te yüzde 45 ile iktidar olmuşken 87 erken seçiminde 35'e gerilemişti. Geriye gidi­şin sürdüğü, Mart 1989 yerel seçimlerinde de ortaya çıktı. Özal oyların ancak yüzde 22'sini alabilmişti.

1990'lar: Bahar Eylemleri

1989 yılı Mart, Nisan ve Mayıs aylarını kapsayan kamu işçilerinin eylemi iş yavaşlat­ma, işi geç başlatma, toplu viziteye çıkma, servis ve yemek boykotu, sakal bırakma, sessiz yürüyüş, işyerinde oturma, yolu trafiğe kapatma, toplu boşanma başvuruları yapma gibi türleri kapsadı.(Bu noktada, Saraçhane mitingi hazırlık çalışmaları sırasın­da dönemin vali ve belediye başkanı olan Orgeneral Refik Tulga'nın, "işçiler isterlerse gelsinler münazara yapalım. Sakal ve çıplak ayakla hak müdafaa edilemeyeceğini kendilerine hatırlatayım" sözlerini hatırlatmak gerek.) Bu eylem türlerinden hiçbi­rinin patronların işyerlerinde uygulanması mümkün değildi. Ne var ki, kamu işçileri 1930'larda yaratılan "resmi işçi" sıfatına haizdiler ve ülke yöneticilerinin henüz üvey evladı konumuna düşmemişlerdi. Dolayısıyla eylemlikleri ufak tefek kazalar dışın­da cezalandırılmadı. Ve nihayet daha eylemler sürerken yapılan yerel seçimlerdeki önemli oy kaybı karşısında Özal yönetimi kesenin ağzını açtı ve sendikalı işçilerin ücretlerine birinci yıl için yüzde yüz, ikinci yıl için ise yüzde elliyi aşan zam verdi. Toplu iş sözleşmesinden Türk-İş üyesi 600 bin işçi yararlandı. Sendikalarla görüşmele­ri, devlet bakanı sıfatıyla günümüzde AKP'nin en önemli simalarından Cemil Çiçek'in yaptığı notunu da ekleyelim.

Bu cenahta, takip eden yıllarda Zonguldak maden işçilerini saymazsak büyük bir sus­kunluk hâkim oldu. Türk-İş ve bağlı sendikalar uzun yıllar bu kazanımlarıyla idare ettiler denilebilir. Esasen bu cenahtan sınıf mücadelesi beklentisi yoktu. DİSK cephesinde yeni bir şey yok söylemi, hep geçerli oldu. DİSK ve üye sendikala­rına yeniden özgürlük verildiği günlerde (1991) duvarlar yıkılmış ve sosyalist sitem dağılmıştı. Buna bağlı olarak Avrupa'da sosyal devlet anlayışı sonlandığı için DİSK ve sendikalarının dayanağı sosyal demokrat düzen ve sosyal demokrat sendikacılık da tarihe karışmak üzere müzeye kalkmayı bekler oldu. Bu durumda DİSK cenahından da sınıf mücadelesi beklemek pek mümkün değildi.

80'li yılların ikinci yarısında öğretmenlerin hareketlendiğine tanık olunmuştur. Bu cephede önce Eğitimciler Derneği (Eğit-Der) kuruldu (16 Şubat 1987). Aynı ekip ar­dından bu alanda sendika kurma çalışmaları başlattı. Devlet güçlerinin, polisin vali­liğin tüm engellemelerine rağmen öğretmen sendikası, Eğitim-İş, düzenin kurallarına uygun olarak 4 Haziran 1990 günü tüzel kişilik kazandı. Kamu emekçilerinin (memur) sendika kurmalarının yolu açılır açılmaz neredeyse devletin her katında sendikalar kurulmaya başladı. Eğitim alanında kurulanların ilki olan Eğitim-iş, kendisinden sonra 13 Kasım 1990 günü kurulan Eğit-Sen ile birleşme karan aldı. İki sendika ancak 13 Ocak 1995 günü Eğitim-Sen adı altında birleşebildiler. Bu yıla gelindiğinde (1995). kamuda kurulan 28 sendika bir araya geldi ve KESK kuruldu. KESK, bu alanda kurulan tek konfederasyon değildi. Daha 1992'de (14 Şubat) Memur-Sen kurulmuş ve bünye­sinde Eğitim-Bir (Eğitimciler Birliği Sendikası) ve benzeri sendikaları barındırıyordu. Yine aynı yılın (1992) 22 Haziran günü Türkiye Kamu Sen (Türkiye Kamu Çalışanları Sendikaları Konfederasyonu) kurulmuştu, içinde, başında "Türk" ve sonunda "Sen" sözcüklerinin bulunduğu (Türk Eğitim Sen gibi) onlarca sendikayı barındırıyordu. Hâsılı, kamuda (memur) sendikacılığın öncülüğünü yapanlar konfederasyon kurmada geç kalmışlardı. Tersinden söylemek daha doğru olacak: Kamuda, yasal bir düzenleme olmamasına karşın sendika kurma yolu açıldığına göre, bu alanı solculara kaptırma­mak gerekir. Sonradan gelecek istim ile solcuların hareket alanı sınırlandırılacak olsa da ilk önlem alan kapatmak olmalıdır, istim (memur sendikalarını düzenleyen kanun) arkadan geldi ve sendikaları memnun etmedi. Deneyimli devlet, kamu emekçilerini "memur" olarak muhafaza etmeyi başardı. Bu alanda ilerici bir yere sahip olan KESK ise "Grevli Toplu Sözleşmeli Sendikal Hak" için mücadelesini sürdürüyor.

2000' li yıllara geçmeden madencilerin eylemine değinelim

Petrol-iş, TEKSİF, Selüloz-iş, Hava-iş ile Zonguldak Genel Maden-iş sendikalarının yet­kili olduğu kamu kesimi işçileri için toplu iş sözleşmesi dönemi 1990 yılının ikinci yarısında başlamıştı. ANAP, Özal'ı Çankaya'ya yollamış, ikinci takımıyla iktidarını sür­dürmeye çalışıyor, işler iyi gitmiyor ama her pozisyonu değerlendirip özelleştirmeye kapı aralamayı da ihmal etmiyordu. Üstelik bir de bölgede savaş gündemdeydi.

Zonguldak kömür ocakları en çok iştah çeken kaynakların başında gelmekteydi. Yet­kililer, işçilerin her hak talebi sonrasında bir iki ocağı kapatıp ileride özelleştirmeye hazırlıyordu. Bu nedenle özellikle Zonguldak işçilerinin toplu iş görüşmeleri ilerlemi­yordu. Sonuçta sendika grev kararı aldı. Grev kararı da hükumeti etkilemedi. Takvim 30 Kasım 1990'ni gösterdiğinde 48 bin maden işçisi grevi başlattı. Hükumet edenler ise grev sürdürülen ocakların tamamen kapatıldığını ve yakın zamanda özelleştirile­ceğini ileri sürerek 4 Aralık günü lokavt ilan ettiler. Türk-İş yönetimi 20 Aralık günü toplanarak 3 Ocak'ta bir günlük genel grev kararı aldı.

Üretimin ötesinde işçiler Karadon, Kilimli, Çaydamar, İnsaniye, Dilaver ve diğer ocak bölgelerinden topluca kent merkezine yürüyor ve yeniden bölgelerine dönüyorlardı, ilerleyen günlerde Zonguldak esnafı da işyerlerini kapatıp düzenlenen yürüyüş ve mitinglere katılıyordu. Türk-İş'in genel grevi, bir günlük iş bırakma eylemine dö­nüştürülüp 3 Ocak günü etkin biçimde uygulandı. Zonguldak işçileri de Ankara'ya gitmek için kiralanan bin otobüsün kente sokulmaması üzerine Ankara'ya yürüyerek gitme karan aldılar ve 4 Ocak günü yürüyüşü başlattılar. Yüz bini aşan yürüyüşçüler ilk günlerde önlerine çıkarılan tüm barikatlan aşıp ilerlediler. 6 Ocak akşamında kar­şılaştıkları yeni barikat karşısında halay çekerek gecelemeye geçtiler. 7 Ocak sabahı, barikatı zorladıkları gerekçesiyle 201 işçi gözaltına alındı. Aynı gün sendika başkanı Şemsi Denizer, görüşmeleri tamamlamak üzere Ankara'ya gideceğini söyleyip işçileri geri dönmeye ikna etti. Yürüyüş sona ermişti.

Ne yazık ki Ankara'da işler iyi yürümedi. Üstelik 16 Ocak 1991 gecesi ABD Birinci Körfez Savaşı'nı başlattı. Bu savaşta Özal'ın bir koyup üç alma isteği hâlâ hatırlanmaktadır. Bakanlar kurulu ise milli güvenlik gerekçesiyle grevleri 60 gün erteledi. O anda 115 bin işçi grevdeydi. Nihayet 6 Şubat günü sendikacılarla hükumet edenler anlaştı ve toplu iş sözleşmesi imzalandı. Sözleşmede yer alan hükümlerin, işçilerin isteklerinin çok gerisinde olduğunu söylemeye gerek var mı?

1990'ların bir başka sol dinamiği mahalle örgütlenmeleriydi. 1980'lerde yaşanan bü­yük kentleşme dalgasının ürettiği kent yoksullarına dayanan bu dinamik, örgütsel açıdan devrimci demokrasi tarafından taşınıyordu. Devlet bilindik kontrgerilla provo­kasyonlarına başvurduğunda, devrimci demokrasi buna 1970'lerdeki yanıtın aynısını verdi, böylelikle aynı sonuca bir kez daha varıldı. Devrimci demokrasi giderek artan devlet şiddetiyle baş etmekte zorlandıkça kendi toplumsal meşruiyetini sarsacak ey­lemlere yöneldi, sarsılan meşruiyet devlete şiddetin dozajını çok daha yükseltme olanağı sağladı. Neticede bu örgütlü dinamiği kanla Doğabileceğini kestiren devlet her biri birer cinayet olan operasyonlar düzenlemeye başladı, nihayetinde hapisha­nelerdeki örgütlülüğe sıra geldi. Süreç 1999 Eylülündeki Ulucanlar katliamı ve 2001 Aralığındaki "Hayata Dönüş" katliamlarıyla son buldu ve 1990'ların başından itibaren güçlenen devrimci demokrasi bastırıldı.

2000'ler

2000'li yıllar, Özal'ın başlattığı özelleştirme rüzgârının kasırgaya dönüşüp önüne kat­tığını silip süpürdüğü yıllar oldu. O kadar ki, özelleştirilen kurumların yanı sıra hizmet temelindeki ağırlıktan da kurtulmanın yolu bulundu. Ulaşım, temizlik, yemek, koru­ma gibi alanlar taşeron firmalara ihale edilerek işçiler için bir yeni alan yaratıldı: Ta­şeron işçiliği! Sınıf mücadelesinin araçları arasında belletilen sendikalar iki kategori ve üçer öbek olmak üzere (işçi sendikaları: Türk-İş, DİSK, Hak-İş; memur sendikaları: Memur-Sen, Türkiye Kamu Sen, KESK) göstermelik olarak vitrinde muhafaza edili­yorlar. Son anayasa değişikliğinde memur kategorisinde yer alanların ağzına "toplu görüşme" balı sürülünce tadını çok beğenen Memur-Sen, alanında yükselen kuruluş olarak temayüz etmeyi başardı. Başta yerel yönetimler olmak üzere hükumet eden­ler Hak-İş üyesi sendikaların egemenliklerini ilan etmeleri yönünde ellerinden geleni yapmayı sürdürüyor. Hak-İş eski başkanlarından birisi Çalışma Bakanı Eş Başkanı (!) olarak görevlendirildi.

Makedonya bölgesinin başkenti konumundaki Osmanlı ülkesi Selanik'te gelişen sana­yinin ortaya çıkardığı sanayi işçilerinin sınıf mücadelesi ve mücadeleye sınıfsal rengi veren Bulgar Sosyalist ekolünün etkisini aktarmıştık. Böylesi bir gelişmenin, sınıf mü­cadelesinin kıvamı bakımından önemli bir örnek teşkil ettiği kabul edilmelidir diyerek de nokta koymuştuk. Şimdi, birkaç yıl önce aynı kıvamda yaşadığımız örneği gururla söyleyebiliriz: Tekel Direnişi

Selanik örneğinin tersine, direnişi, resmi işçinin neredeyse can çekişen son örneği gerçekleştirdi. Ne ki sınıf mücadelesinde başarının sırrı adeta keşfedilmişti. Tekel işçilerinin direnişine de "kışkırtıcılar" karışmış, komünistler gerek kişisel, yoğunluklu olarak da örgütsel düzeyde direnişe müdahale etmiş ve rengini egemen kılmışlardı. Tekel direnişinin etkisi sınıfın bütününe yansımadı ve kaçınılmaz biçimde sönülmendi; Türkiye işçi sınıfı tarihine büyüyen bir dalganın ilk adımı değil, kendiliğinden gelişen ve zamanla enerjisi tükenen bir kalkışma olarak geçti. Tekel işçilerinin direnişinden sonra bu coğrafyada sınıf mücadelesi kıvamındaki eylemlere tanık olacak mıyız sorunu yanıtını sizlere bırakıyoruz.

 

Türkiye Komünist Partisi
İşçi Okulu Eğitim Kitabı
Ocak 2012

Bookmark and Share