Türkçe



PDF indir

 

 



DİSK, gerekli midir?

İzlenme 3026


Bu yazı bir yönüyle de bir hüzün yazısıdır. Çoğu sol gelenek içinde yer alan ufuksuz, bencil, eyyamcı, yılgın kadrolar tarafından gözbebeklerimiz gibi korumamız gereken nice güzide örgütümüz deforme edildi, ıskartaya çıkarıldı, kişisel ihtiraslar uğruna harcandı

Kemal Türkler, Abdullah Baştürk, Rıdvan Budak, Süleyman Çelebi; bu dörtlüyü kısaca KARS diye anmakta bir sakınca yok. KARS’ın en belirgin özelliği, DİSK’te sırayla genel başkanlık yapanların ön isimlerini içermesi. İlk ikisi soyadlarını “Türk”lükle pekiştiriyorlar; diğerleri Tekstil Sendikasından DİSK’in başına geçiyorlar. Teksil, Türkiye’de kayıt dışılığın, kara paranın, köle ücretinin pek yaygın olduğu sektörlerden… Yalçın Küçük’ün kulakları çınlasın; isim-bilim teorisi ile Türklüğün nelere incir yaprağı yapıldığını ve tekstilin Türkiye paraziti, kan emici TİT’e adını veren üç sektörden ilki (diğerleri inşaat ve turizm) olduğunu hatırlatıp geçiyorum. 12 Eylül 1980 faşizminin kundakçısı karanlık güçlerce katledilen DİSK’in kurucu genel başkanı K. Türkler hariç, son üç isim değişik zamanlarda CHP’den milletvekili oldular; S. Çelebi halen bu görevde. Gerçi CHP’cilikte Türkler’in öbürlerinden geri kalır yanı yoktur; 1976-77 yıllarında uygulamaya sokulan DİSK’in CHP’lileştirilmesi operasyonundaki rolü sicilinin önemli rütbelerindendir. Yeridir: DİSK başkanlığı CHP’den milletvekilliği için bir sıçrama tahtası mı, ya da DİSK, CHP için bir arka bahçe mi? Aslında soruyu şöyle de sormak mümkün: CHP mi DİSK’i, DİSK mi CHP’yi kullanmaktadır? “Kullanmak” sözcüğünü bilerek seçtim, çünkü düzen cephesinde siyaset-sendika ilişkileri tamamen karşılıklı ikramlara dayalı.

Bu durum sadece DİSK’le sınırlı değil; daniskası TÜRK-İŞ’te, HAK-İŞ’te geçerli. Tut ki Sadık Şide’den Şevket Yılmaz’a, Halil Tunç’tan Bayram Meral’e, Necati Çelik’ten Salim Uslu’ya… Hepsi de aynı yolun yolcusu. Hatta Sadık Şide, bakan sıfatıyla, 12 Eylül’ün anti-demokratik, sermaye yanlısı, oligarşik iş yasalarının yapımından birinci dereceden sorumlu. HAK-İŞ, sol dalganın yerinden oynattığı “fabrika huzuru” için Eylülist Paşalar tarafından tam da o dönemde palazlandırıldı. Toplumsal muhalefet sadece polisiye tedbirlerle bastırılamıyordu, “afyon” türünden İslamizasyonun önü sonuna kadar açıldı; tarikat, cemaat yapılanmaları her alanda desteklendi. Hal böyle olunca AKP’nin icadı kaçınılmazdır. Göbek bağı Paşalarda saklı AKP, tüm demokrasi havarilerine Eylülizmin hediyesidir.

Türkiye’de sendikalar sınıfın mücadele örgütü mü, yoksa işçi aristokrasisinin yatağı, sermaye düzeninin payandası, kişisel ikbal basamağı mı, artık sormak bile fazla.

KARS’ı oluşturan isimler arasındaki görünür benzerlikleri şimdilik burada bırakıyorum.
Günümüzün DİSK’inden geriye doğru giderek sınıf hareketine dair bazı tespitleri dillendirmekle yetineceğim.

1. DİSK, sınıfı “sosyal taraf” olarak niteleyip sömürüyü meşrulaştıran görüşleri benimsemiş; sınıf mücadelesi yerine, uzlaşma’yı tek hak arama yolu mertebesine yükseltmiştir.
2. DİSK, üretim tekniklerindeki ve emek süreçlerindeki değişimi kavrayamamış; başka bir deyişle “değişim”i teslimiyetçi tezlerine gerekçe yapmış, sınıfsal örgütlenmeyi bürokratik cenderenin dar kalıplarına hapsetmiştir.
3. DİSK, devletçi sosyo-ekonomik modelin eteklerinde var edilen, soğuk savaş’ın anti- komünist ideolojik kodlarıyla beslenen ve Amerika’nın aktif ilgisi/yönlendirmesi eşliğinde bir “demokrasi” projesi olarak kurulan TÜRK-İŞ’in karşısında kendisine militan tavrıyla açtığı alanı artık dolduramaz haldedir. Yıldırım Koç başa dönerek DİSK’in kuruluşunun, 1960’lı yıllardaki ABD ve müttefiki ülkelerin makro planlarıyla objektif olarak çakıştığını belirtir. Zira, ABD’nin amacını anti-komünist ve anti-Sovyet bir cephe yaratmak ve komünistleri sendikal birlikten ve büyük çoğunluktan dışlayarak tecrit etmek biçiminde özetlerken, zamanın SSCB ve komünist partilerinin -ki TKP’de buraya dahildir- programını, “…emperyalist sömürüyü sınırlandırmak, emperyalist ülkelerdeki sınıf mücadelelerini keskinleştirmeyi temel alan bir stratejiyi takip etmek; dünya ölçeğinde sendikal hareketin birliğini anti-emperyalist ve anti-faşist anlayışla oluşturmak(tı)” diye tarif eder. (bk. C. Koç -Y. Koç, DİSK Tarihi: Gerçek mi Efsane mi? (1967-1980), Epos Y. Ank. 1. baskı 2008, s. 20-21) Bu değerlendirmenin SSCB’nin “kapitalist olmayan kalkınma yolu” tezleriyle ve dünyanın bağımlı, yoksul ülkelerinde öngördüğü “halkçı” iktidar modelleriyle de tutarlılık gösterdiğini kaydetmeliyim.
4. DİSK, tabansız sendikalar, kariyerist sendikacılar toplamıdır. Bu o kadar öyledir ki, toplam üye sayısı birkaç yüzü bulmayan sendika başkanları DİSK’in üst yöneticisi konumundadırlar. Tabansızlar ve çapsızlar devrindeyiz; bu açıdan şu anki DİSK yönetimi tipiktir. DİSK’in tükendiği bir evrede, yöneticilerinin de tükenişi doğaldır.

Aslında DİSK’te en etli-butlu sendika konumunda olan GENEL-İŞ’tir, onun da işkolundaki varlığı tamamen CHP’ye bağlıdır; kaderini belediye yönetimlerinin tepesindeki iradeye tâbi kılmış vaziyettedir ve genlerinde TÜRK-İŞ’ten kalma “sarılık” hastalığının izlerini taşımaktadır. Sarılık mı; güdümlülük, konformizm ve ilkesizlikten başka nedir?

1990’lı yılların başında, 12 Eylül faşizminin kapattığı DİSK’in tekrar açılması tartışılırken gündeme gelmişti: Bir görüş; DİSK’in tarihi misyonunu tamamladığı ve sınıfın birliğinin bozulmaması adına TÜRK-İŞ çatısı altında sağlanan zoraki örgütlülüğe devam edilmesini savunurken, diğer görüş; DİSK’in sınıf hareketinde bir “tepe” olduğunu, yeni mevzilere zapt edilen “tepeler”i zapt ederek ilerlenebileceğini öne sürüyordu. Elbette gasp edilen bir hakkın iadesi ve Eylül faşizminden hesap sorulması anlamında bu yaklaşım, en azından vicdanen doğruydu. Ayrıca dirençli tarihindeki ilerici ve devrimci söylemin onuruna yakışan nitelikte, 12 Eylül hukuksuzluğu karşısında A. Baştürk’ün sergilediği namuslu ve yargılayan savunma DİSK’e güveni artırmıştı. Ancak, yeterince dikkate alınmayan bir nokta vardı: Topografya tepeden tırnağa elden geçirilmişti. Bütün tepeler düzlenmişti; daha öncesinden bütün dirican unsurlar tasfiye edilmişti. Süngü zoruyla yeni bir ekonomi-politik rejimin yapısal temelleri atılmış, hukuki-kültürel çerçeve tamamlanmıştı. İlaveten yığınsal işsizlik -işsizlik korkusu-, baskı ve işkence -ölüm korkusu-, yüksek dozda dinselleşme -Allah korkusu- toplumu edilgenleştirmekte bir kamçı gibi kullanılmıştı. Bu rejimde, sendikalara ancak bir dekor olarak yer vardı. Ucuz iş gücü, kayıt dışı çalışma, ihracatta rekabetin en makbul enstrümanları sayılıyor, özelleştirmeci, tüketimci, köşe dönmeci tercihler küresel piyasalara eklemlenebilmek için dayatılıyordu. Bunun yanı sıra çalışma ilişkilerinde meydana gelen köklü gelişmeler, sınıfın anatomisine ve üretimin yapısına yansımıştı ya da tersinden çalışma ilişkilerine doğru bir belirlenim söz konusu idi. Zaten DİSK’in haklarının iadesi de bu zemin üzerinde gerçekleşti.

Belirtmeliyim ki, bu uzun girişe TÜRK-İŞ’in 08-11 Aralık 2011 tarihinde Ankara’da yapılan 21. Olağan Genel Kurulu vesilesiyle gerek duydum. Genel Kurul’dan önce TÜRK-İŞ’in içinde Sendikal Güç Birliği Platformu adında bir oluşum ortaya çıkmıştı. Doğrusu; sınıf hareketine, TÜRK-İŞ içinde doğmasına karşın, TÜRK-İŞ için ve TÜRK-İŞ’le sınırlamayan bir perspektifle yaklaşmasını bekliyordum. Yegâne ortak paydası sınıfa mensubiyet olan ve sınıf bilincini esas alan bir perspektif… Tüm iş kollarında, tüm işyerlerinde sendikalı-sendikasız, işçi-memur, kamu-özel ayrımı yapmadan çalışanların ortak talep ve sorunlarını sahiplenecek, ülkede emeğin haklarını savunacak bir anlayışla aşağıdan yukarıya örülen bir yapıya gereksinim var çünkü. Tüm çalışanların kendi yerel ve somut koşullarında eşit imkânlarla katıldığı böyle bir yapı fiili bir mücadele aracı olarak şekillenebilir. Buluşmayı ve mücadeleyi formel yapıların bürokratik kalıplarına sıkıştırmadan, özgün yaratıcılık ve akışkanlık içinde, sınıfın toplumsal çıkarlarını kılavuz edinerek ve yurtsever bir donanımı işleyerek doğrudan kütlenin derinliklerine açılan, kütlesel bir kanal adeta…

Maalesef, Sendikal Güç Birliği Platformu, daha ilk sınavında bu şansını yitirmiştir; tabanda sınıf hareketini büyütecek, kaynaştırıp kucaklayacak katalizörlüğe aday bir nüve olmak yerine, koltuk kapma yarışına kapılan bir girişim pozisyonunda kalmıştır. TÜRK-İŞ Genel Kurulunda intihar etmiştir. Hep yapılageldiği gibi önceliği TÜRK-İŞ’te iktidar olmaya vermiş; bir grup sendika bürokratının yönetim oyunlarının aleti görüntüsünün ötesine geçememiştir.

Anlaşılmış olmalı; bu yazı bir yönüyle de bir hüzün yazısıdır. Çoğu sol gelenek içinde yer alan ufuksuz, bencil, eyyamcı, yılgın kadrolar tarafından gözbebeklerimiz gibi korumamız gereken nice güzide örgütümüz deforme edildi, ıskartaya çıkarıldı, kişisel ihtiraslar uğruna harcandı. Dıştan gelen baskılar kuşkusuz hesapta vardı, ne kadar dayanıklıydık, o ayrı, ama içten gelen darbelerin acısı unutulmaz.

Peki, soruyu yineleyerek bitiriyorum: DİSK, gerekli midir? Şöyle tamamlamalıyım. TÜRK- İŞ’in DİSK’ten farkı nedir?

 Onur Erk
24 Aralık 2011
Sendika.Org
 

Bookmark and Share

21/11/2024 Bugün1249 ziyaret var  Sitede 25 Kişi var  IP:3.147.86.143