Bonapartizm, 'temel sınıflar' arasında keskinleşen sınıf savaşında bir geçici yenişememe halinde gündeme gelir. Türbülans sırasında uçaklar, bazen 150-200 metre, bazen çok daha büyük yükseklik kayıplarına uğrayabilir. Yüzlerce ton ağırlığındaki uçakların oyuncak gibi savrulduğu hızlı düşme ya da yukarıya fırlama durumları yaşanabilir. Türkiye’nin son birkaç aydaki gündemini, ani irtifa değişiklikleri ve öngörülemeyen savrulmalara neden olan bitimsiz türbülanslara benzetmek mümkün. Ancak uçaktayken en ufak sarsıntı dahi çoğu yolcuyu tedirgin ederken keskin rota değişikliklerine neden olan bu sayısız “siyasal hava boşlukları”, olumlu-olumsuz ciddi bir reaksiyona yol açmıyor. Toplumun iktidar yanlısı ve karşıtı iki “yarısının” da siyasal temsilcileri aracılığıyla seferber edilemediği ve seyirci konumuna sürüklendiği bir durumla karşı karşıyayız. Bu kısa yazıda mevcut Bonapartist momentin tam da bu toplumsal atalet-apati halinin ürünü olduğunu, dolayısıyla da dar anlamda siyasal değil, toplumsal güç dengelerinin bir sonucu olduğunu savunacağım.
BONAPARTİST ‘DENGE’
Önce bir hatırlatma yapmakta yarar var: Bonapartizm dendiğinde çoğu zaman, sermayeyle proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin yoğunlaştığı durumlarda iki tarafın da kesin üstünlük sağlayamadığı bir “pat durumu” akıllara gelir. Buna göre Bonapartizm, “temel sınıflar” arasında keskinleşen sınıf savaşında bir geçici yenişememe halinde gündeme gelir. Mesela Troçki, “Bonapartizm, iki kamp arasındaki keskin çatışmanın, devlet gücünü, güya ulusun üzerine çıkarttığı ve görüntüde ona sınıflardan tam bir bağımsızlık garantilediği tarihsel anlarda ortaya çıkar” diye yazar. Lenin de Kerenski liderliğindeki geçici hükümeti, “Bonapartizme doğru adım atan bir hükümet” olarak tarif ederken böyle bir tanımdan hareket eder: “Bonapartizmin başlıca tarihsel karakteri burada açık biçimde doğrulanmaktadır: Askeri güruh (ordunun en berbat unsurları) üzerine yaslanan devlet iktidarı, iki sınıf arasında ve şöyle böyle birbirini dengeleyen düşman güçler arasında gidip gelmektedir. Burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf mücadelesi keskinlik bakımından en üst düzeye çıkmıştır: 20-21 Nisan, sonra da 3-5 Temmuz arasında ülke iç savaşa kıl payı mesafedeydi. Bu ekonomik ve toplumsal etken, kesinlikle Bonapartizmin klasik temelini oluşturuyor. “Engels de benzer bir tarife başvurur: “Bununla birlikte, istisnai olarak savaşım durumundaki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet gücü sözde-aracı olarak, bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık durumunu korur.”
Oysa Bonapartizmi doğuran “denge”, terazinin iki kefesinin birbirine denk olması anlamında bir eşitler arası denge olarak düşünülmemelidir. Söz konusu denge, sınıf mücadelesinin keskinleşmesinden mütevellit bir yenişememe momentine tekabül edebileceği gibi, sınıf mücadelesinde karşılıklı bir takatsizlik halinin yarattığı göreli bir dengelenme durumunu da ifade edebilir. Bu ikinci durumda söz konusu dengelenmeyi, Gramsci’nin “Bu güçlerin her ikisi de kendi kampları içerisinde bir yeniden inşa iradesine özerk ifade kazandırmaya muktedir değil” ifadesiyle tanımlamak mümkün.
Poulantzas da Bonapartizmi, temel antagonistik sınıflar arasında yükselen mücadelenin ürünü bir “eşitlik dengesi” durumunun ürününden ibaret saymanın yanıltıcı olduğunu vurgular. Burada denge tabiri, “aslında ‘eşitsiz’ olan güçler arasındaki güçler dengesinin ‘göreli dengelenme’ durumlarını ifade etmek için” kullanılmalıdır. Zaten Poulantzas’a göre Marx da, Fransa’daki Bonapartizmin, “İktidardaki sınıf ve fraksiyonlar arasındaki çelişkilerden ve bunlardan hiçbirinin hegemonik sınıf ya da fraksiyon haline gelerek iktidar blokunu kendi koruması altında bütünleştirme becerisini gösterememesinden kaynaklandığını gösterir.”Gerçekten de Marx için Louis Napoleon’un diktatörlüğü,sınıf mücadelesinin keskinleşmesi anlamına gelen bir işçi sınıfı taaruzuna verilmiş doğrudan bir yanıt niteliği taşımıyordu. Zaten Marx’a göre haziran 1848’de aldığı ağır yenilgiden sonra, “proletarya devrimci sahnenin arka planına geçer”. Bu koşullarda On Sekiz Broumaire’in ağırlıklı bölümünün hakim sınıf içi saflaşma ve çatışmalara dair olması, bir başka deyişle esas itibariyle düzen partisinin iç tutunumunu yitirerek bölünmesine ve bunun sonucunda ortaya çıkan temsil krizine ilişkin olması şaşırtıcı değildir.
SINIFLAR VE TAKATSİZLİK
Türkiye’de işçi sınıfı ve ezilenlerin, Marx’ın deyimiyle, “Devrimci sahnenin arka planına geçmesi”, biri kısa diğeri uzun erimli iki yenilginin ürünüdür. İlki, yani yakın vadeli yenilgi, hem Gezi ayaklanmasının hem de en gelişkin örneği “Metal Fırtına” olan işçi direnişlerinin yalıtılarak sönümlenmesidir. Bu yenilgilere karşın söz konusu direnişler, Marx’ın 1848’deki haziran günleri için söylediği gibi “Oyunun sonraki sahnelerine bir hayalet misali musallat olur”. Yenilmiş olsalar da bu büyük mücadelelerin izi ve etkisi, sahnede kalan aktörlerin tutumları üzerinde etkili olmaya devam eder. İkinci, yani uzun vadeli yenilgiyse, işçi sınıfının bir sınıf olarak eyleyebilme kudretinde neoliberalizmin yarattığı tahribatla alakalıdır.
İşte bu koşullar altında (Tıpkı On Sekiz Brumaire’de olduğu gibi),mevcut alaturka Bonapartist momentin başrolünde de hakim sınıf hiziplerinin yatay sınıf savaşları vardır. Bonapartist tipte bir olağanüstü devlet biçiminin önünü açan siyasal kriz, bir yanda hakim sınıfın fraksiyonlaşması ve hegemonik kapasitesinin zaafa uğraması, diğer yandaysa emekçi sınıfların siyasal ve sosyal dağınıklığının damgasını vurduğu özgün bir sınıf mücadelesi konjonktürünün ürünüdür. Yani Erdoğancı Bonapartizmin müsebbibi, keskinleşen sınıf mücadelesindeki bir “berabere kalma” durumu değildir. Söz konusu olan, Gramsci’nin yukarıda anılan ifadesinden hareketle, hakim sınıfın olduğu kadar tabi sınıfların da “Kendi kampları içerisinde bir yeniden inşa iradesine özerk ifade kazandırmaya muktedir olmamaları” anlamında bir takatsizlik, bir hegemonik kapasite zaafıdır.
Bir yandan hakim sınıfın birlik ve bütünlüğünün sağlanamaması, tabi gruplar üzerinde istikrarlı ve sürekli bir hegemonyanın kurulamaması, diğer yandansa alt sınıfların siyasal ve sosyal planda dağınık ve etkisizleşmiş olması manasında sınıf mücadelesinde bir “göreli dengelenme” durumu söz konusudur. Ancak bu sınıfsal mahiyetine karşın söz konusu kriz, devletin mimarisinde neden olduğu çatlaklar itibariyle esas itibariyle bir kurumlar bunalımı görünümü edinmekte, devletin kurumsal mimarisinin radikal bir biçimde dönüştürülmesini gündeme getirmektedir. Kurumlar bunalımına Bonapartist yanıt da, hakim sınıfın ve dolayısıyla devletin bütünlüğünün “Reis”in bedeninde ve şiddet yoluyla sağlanmasından, böylece iktidar blokunun iç ilişkilerini ve hegemonyayı yeniden oluşturup düzenlemesinden ibarettir.
Sonuç olarak, temel toplumsal sınıfsızların dermansızlık ve dağınıklığı, alternatif bir hegemonik projeyi gündeme getirecek siyasal kapasiteye sahip olmayışı, Bonapartist seçeneğin önünü açmaktadır. “Aşağıda” örgütsüzlük ve parçalanma hakimdir; kısmi mücadeleler yaşansa ve hiç eksik olmasa da bunların bir karşı hegemonik projeye dönüşmesini sağlayacak politik, örgütsel, programatik dolayımlar eksiktir. “Yukarısı” da hizipleşme ve takatsizlikle maluldür. Hakim sınıfın değişik fraksiyonlarının, parçalanmış iktidar blokunu bir başka biçimde bütünleştirecek bir yol önerecek enerji ve cesareti yok gibidir. Bu durumda “yukarısı”, kârına kâr katmayı sürdürebilmek için, ya da Marx’ın ifadesiyle, “Toplumsal gücünü muhafaza edebilmek için kendi siyasal gücünün kırılması gerektiğini”, “Kesesini kurtarmak için zorunlu olarak kendi tacını kaybetmesi gerektiğini ve kendisini koruyacak olan kılıcın da kaçınılmaz olarak başının üzerinde asılı bir Demokles kılıcı olması gerektiğini” teslim etmektedir. Mevcut apati, işte yatay ve dikey sınıf mücadelelerindeki bu takatsizliğin sonucudur ve bu durum, tüm kırılganlığına rağmen alaturka Bonapartizmin gücü ve dayanağı olmaya devam etmektedir.
Foti BENLİSOY
Evrensel 17 Aralık 2017