Türkiye’nin en az 70 yıllık uluslararası tercihini ve konumunu terk edip “Avrasya Bloku” denilen uluslararası topluluğa kayması, orada yerini alması bizce mümkün değildir.
Türkiye’nin “Atlantik Blokuyla” ya da batıyla birtakım sorunlar yaşadığı açıktır. Bu sorunların nedeni olarak genellikle mevcut iktidarın kimi girişimlerine işaret edilmektedir. Ancak, sorunların temelinde, blokun geçmiştekine göre farklı bir toplu duruş sergilemesinin de yer aldığı
unutulmamalıdır.
Batı blokunun seçilmiş, siyasal-ideolojik farklılığı net söylemlerle tanımlanmış, coğrafi konumu için sınırlar çizilmiş özel bir rakibi ya da düşmanı artık yoktur. Gerçi arayınca “düşman” (Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti, İran, vb.) bulunabilmektedir; ama dünyanın geri kalanını belirli bir eksende tutup sabitlemeye yetmemektedir.
AKP Türkiye’si de böyle bir ortamda kendince bir oyun oynamaya çalışmaktadır. Evet, büyük acemilikler, bilgisizlikler, öngörüsüzlükler ve hesapsızlıklarla dolu bir politikadır; ama ortada “böyle bir dünyada hiç bunlar yapılır mı” denebilecek bir durum olmadığı da açıktır.
Bizce böyle devam edecektir.
Türkiye’nin Atlantik Blokunda bir zamanlar sahip olduğu konuma yeniden dönmesi, AKP ve/ya da Erdoğan gitmiş olsa bile pek mümkün görünmemektedir. Hadi bana müsaade deyip “Avrasya Blokuna” geçiş ise hiç mümkün değildir.
İlle de bir benzetme yapılacak olursa, Türkiye’nin önümüzdeki yıllarda izleyebileceği dış politika kimi yönleriyle 1933-1944 dönemini andıracaktır.
Türkiye çok istese, bunun için gerekli iktidar/politika değişiklikleri gerçekleşse bile, en azından emperyalist odaklar gözünde hep bir çekinceyle birlikte değerlendirilecektir: Ara sıra böyle yapıyorlar, ya budan sonra da yapmaya kalkarlarsa?
Yani “batı” Türkiye’yi itmez, uzaklaştırmaz, kovalamaz; ama bağrına basmayacağı da açıktır.
Burası tamam diyelim.
Peki, “Avrasyacılık” neden mümkün görünmüyor?
İki nedenden söz edebiliriz.
Birincisi: Dış politika, ülkeler için görece daha oturmuş bir muhafazakârlık alanıdır. Bu alanda radikal denebilecek tercih değişiklikleri kolay değildir. Dünyanın çehresinde çok önemli ve sarsıcı değişikliklerin olması gerekir. Bunlar henüz yoksa kimi oynamalar, esneklikler ve manevralarla birlikte yerleşik dış politika angajmanlarının sürdürülmesi tercih edilecektir.
İkincisi ilkinden daha önemlidir: Türkiye’deki sermaye sınıfı, dış politikada sıra dışı tercih ve yönelimler söz konusu olduğunda başka alanlara göre çok daha duyarlıdır, yeri geldiğinde siyasal iktidarlara diş göstermeye daha eğilimlidir. Uluslararası merkezlerle yapısal ekonomik bağların, bağlılıkların ve bağımlılıkların ötesinde sermaye sınıfının kolektif aklı da (olduğu kadarıyla) başka her şeyden çok önem verilen “özel mülkiyetin dokunulmazlığı” güvencesinin nerede çok daha sağlam kazığa bağlandığını iyi bilir.
***
Kapitalist Türkiye’nin batının gözbebeği olamayacağı gibi “Avrasya Blokuna” kaymasının da mümkün görünmediğini söyledik.
Peki, geleceğin sosyalist Türkiye’si ne yapacaktır?
“Atlantik Blokuyla” ilişkiler konusunda fazla söz söylemeye gerek yok sanırız.
Kuşkusuz, sosyalist Türkiye’nin “Avrasya” ülkeleriyle ya da “Şangay topluluğuyla” ilişkilerinin gelişmesi istenir ve beklenir.
Ama diğer ülkelerin bugün oldukları yerde kaldıkları varsayımıyla sosyalist Türkiye’nin Rusya’ya, Çin’e bakması, kendini bu tür ülkelerle aynı safta sayması kimi açılardan hiç de istenilir bir durum olmayacaktır, olmaması gerekir.
İlkinin “Bakın biz yüz yıl önce denemeye kalktık olmuyor” diye tecrübeli ağabey havası atması, ikincisinin ise “İçte sağlam bir komünist odakla siz de küreselleşmesin nimetlerinden yararlanmaya, sahip olduğunuz işgücünü tepe tepe kullanmaya bakın” gibisinden kafa ütülemesi hiç çekilmez…
Biraz “sıçrama” gibi olacak, ama bu yazının ima ettiği sonuçlardan birine işaret edip bitirelim: Belirli bir emperyalist odağın, kim olursa ve ne pahasına olursa olsun başkalarıyla birlikte geriletilmesini herhangi bir ülkede sosyalizmin mutlak ön koşulu sayan anlayışa en küçük bir yakınlık bile duymuyoruz.
Metin Çulhaoğlu
İleri haber 17 Ekim 2017