Bir ülkenin yakın siyasi tarihine, içeriden yada dışarıdan bakmakbilgi edinmekten ziyade,bakan tarafın, bakılan tarafta siyasi benzerlerini bulma çabasıdır. Bulunan şey, yada bulunulması murad edilen şey, deney,motivasyonvb, insan ve toplumun, dünyadaki yalnızlığının giderilmesidir de aynı zamanda. Böylece insan yada toplum, yalnız olmaktan kurtulabilir ve enternasyonel dayanışmanın da kapıları aralanabilir. Acı, ezilmişlik, zafer, kahramanlık aranılan motivasyonlardır genellikle. Acınınve ezilmişliğin,ama hemen yanında da direnmenin ve zaferlerin,dayanışmanın ve birlikte hareket edebilmenin tutkalı olmasıAngelapoulos sinemasında da sıklıkla rastlayabileceğimiz olgulardır. “Ulis’inbakışı”ndaYugoslavya iç savaşındaki acının resminin hemen yanında,“kumpanya” filmindeki direnişte durmaktadır.
TheoAngelopoulos, Dünya sineması literatüründe“Yunanistan’ın tarihi” ismiyle anılan sinemacısıdır. 2018 yılında Atina’nın bir sayfiye kasabasının yanmasıyla birlikte Angelopoulos’unda evi yanmış ve önemli kişisel arşivi de bu yangında kül olmuştur. O nedenle siyasi literatürde bu olay, Yunan tarihinin de yanıp kül olması olarak ironileştirilmiştir. Angelopoulos’u Yunanistan’ın tarihiyle anılan kişilik yapan olgular kırk yıllık sinematografisinde oluşturduğu savaş, faşizm, iç savaş, göç, mültecilik, eleştiri-özeleştiri, direniş, dayanışma v.b. olgulardır.
1970 ile 2010 yılları arasına sığdırdığı ve her on yıllık dönemlerde-üçleme olarak adlandırılan-üçer filmleri yerleştirdiği sinemasında Angelopoulos, sırasıyla, “tarih üçlemesi”, “sessizlik üçlemesi”, “sınırlar üçlemesi ve “modern Yunan üçlemesi”yleAngelopoulos sinemasını oluşturur. 1970’li yıllarda çekilen üç film, “36 günleri”, “kumpanya” ve “avcılar” tarih üçlemesidir. Faşizm ve savaş Avrupa’da ve Yunanistan’da işçi sınıfının tepesinde demoklesin kılıcı olarak sallanırken, faşizme karşı direnişler ve işçi sınıfının siyasal iktidar talebi bütün canlılığıyla devam etmektedir. Angelopoulos,“36 günleri”nde faşizmin yükselişini ve ardından gelecek olan savaşı, “kumpanya” ile “avcılar”da da savaş ve iç savaşı objektifinin süzgecinden geçirir. Angelopoulos’un ilk dönemi, Yunanistan’ın kırk yıllık süreç içinde yaşadığı toplumsal dönüşümü, siyasi olayları, göçün neden olduğu boşluğu ve kimliğinden uzaklaşan insanları konu edinir. Marksist bir bakış açısıyla ezilenlerin yanında duran, işçi hareketine sempatiyle yaklaşan ve iç savaş sırasında direniş güçlerinin mücadelesine odaklanan yönetmen, ilk döneminde ağırlıklı olarak tarihi ve siyasi
meseleleriplansekans yöntemiyle didaktik olmadan, mevcut politik sinema kalıplarına hapsolmadan kendine özgü bir biçimde aktarmayı başarır.
“Kitara’ya yolculuk” ile başlayıp “arıcı” ve “puslu manzaralar”la tamamlanan ikinci üçlemesi “sessizlik”, 1980’li yıllar içinde başlanır ve bitirilir. Kapitalist dünya siyasetinin yeni bir evresi olarak kabul edilenneo liberal dönem, devrimci dönemin yada devrimci yükseliş döneminin düşme eğrisine dönüştüğü, önceki devrimci dönemin ideallerinin gerçekleşemediği ve bu nedenle içe dönüp bunun sorgulandığı yeni bir dönemdir veAngelopoulos sinemasının da buna cevabı “sessizlik üçlemesidir”, ve bu durumu tarihin sessizliği olarak adlandırır. İç savaş ve sürgün yıllarından sonra geriye, ülkesine dönen “Kitara’ya yolculuğun” karakterinin, kendisini sonraki kuşakla hesaplaşma içinde buluşu ve bu hesaplaşmada, sonraki kuşağın önceki kuşaktan kopuşunu anlatırAngelopoulos. Yabancılaşma teması Angelopoulos sinemasında, göç, mültecilik, sınırlar, savaş ve faşizm kadar güçlü motivasyondur. Siyasal olanın topluma yabancılaşması, kuşakların birbirlerine yabancılaşması, göçmenlikle yerelliğin birbirlerine yabancılıkları Angelopoulas’un sinemasında diğer motivasyonlarla kurduğu diyalektik bağ ile bir sinema dili oluşturur ve bu dil Breht’in epik tiyatrosu ile harmanlanarak seyircisine ulaşır. Üçlemenin diğer filmleri “arıcı” ve “puslu manzaralar” önceki filmde başlayan kuşaklararası kopuşun artık daha da belirginleştiği ve önceki kuşak ile sonraki kuşağın kopuşunun yeniden tamir edilemeyeceği ve önceki kuşağın kendisini yok etmesini anlatır. Artık bir dönem kapanıyor ve yeni bir dönem açılıyordur ve Angelopoulos buna hazırdır.
“Normalleşmenin başlamasından bu yana yeni yaklaşımlar arıyoruz ve ben, bir tür varoluşçuluğa döndüğümüzü hissediyorum” sözü Angelopoulos sinemasının üçüncü döneminin açılış mottosu gibidir.Ancak sonraki çalışmalarında da görüleceği üzere, varoluşsallığı, bir durum tespiti olarak ortaya attığı, sinemasının bu varoluşsal durum karşısında varoluşçuluğa düşmediği, epik tiyatroda ısrar ettiği anlaşılacaktır. “Leyleğin geciken adımı”, “Ulis’in bakışı” ve “sonsuzluk ve birgün” 1990’lı yıllarda yapılan sınırlar üçlemesi filmleridir. Leyleğin geciken adımı, albayın,“bekleme odası” dediği bir mülteci kasabasına belgesel çekmeye giden televizyoncu üzerine kuruludur. Televizyon belgeselcisi mülteci belgeseli yaparken karşılaştığı bir adamın uzun yıllardır kayıp olan bir parlamenter-yazar olduğunu düşünür ve peşine düşer. Sınırlar, göçmen işçilik ve siyasi mültecilik temalarının işlendiği filmin ardından gelen üçlemenin ikinci filmi Ulis’in bakışı, Yunanistan Arnavutluk sınırında yaşanan göçmen işçilikten, Yugoslavya iç savaşına, dağılan sosyalizmin ardından, Lenin heykeli ile Tuna boyunca yapılan yolculuğu anlatır. Angelopoulos”geçmiş günümüzün ayrılmaz bir parçasıdır. Geçmiş unutulmaz, günümüzde yaptığımız her
şeyi etkiler. Hayatımızın her anı geçmiş ile şimdi, gerçek ile hayalden oluşur ve hepsi iç içe geçip birleşirler” diye tanımladığı sonsuzluk ve birgün filminde geçmiş ile gelecek arasındaki diyalektik bağa vurgu yapar.
Angelopoulos’unalameti farikası haline gelen plansekansları ve bu teknik aracılığıyla zamanı ve mekânı tek bir plan içerisinde değiştirebilmesi ona biçimsel olarak bütünsellik sağladığı kadar filmlerinin de iç içe geçmesine ve bir bütün oluşturmasına neden olur. Geniş ve büyük sahne ile uzun ve tek plan çekimleriyle dün-bugün-yarın olgularını zaman ve mekan içinde gerektiğinde doğrusal işletmeyerek bağ kurdurur. Geçmişteki bir kişilik yada olay bugünkü bir kişilik yada olay ile bugünkü yada dünkü bir zaman içinde çakışırlar karşılaşırlar veya olgular ve olaylar iç içe geçebilirler.
2000’li yıllarda giriştiği “modern Yunan tarihi” üçlemesinin son filmi “öteki deniz”in tamamlanamamış olması, “ağlayan çayır” ve “zamanın tozu” filmleri olduğunda ciddi bir eksiklik gibi gözükmemektedir. Ağlayan çayır ve zamanın tozu neredeyse 20. Yüzyılın tamamıdır. Birinci dünya savaşının sonunda başlayan mübadele ile açılan ağlayan çayır, 1930’lı yılların faşizmi ve yarattığı savaş, iç savaş ve yeniden faşizm ile biterken, kaldığı yerden başlayan zamanın tozu, sürgün ve geriye dönüş ile günümüze kadar olan yolculuğu sürdürür. 1975 yılında çekilen kumpanya filmindeki gezgin müzik topluluğu, sonrasında puslu manzaralarda ve bu kez de ağlayan çayırda Angelopoulos’a tarih gezintisinde rehberlik ederler. 1919 yılında Odessa’dan Selanik’e mübadele ile gelen bir grup insanın üzerinden iç savaşa kadar olan tarihin anlatısı vardır ağlayan çayırda. Yabancılık ve yerleşememe teması, faşizm, savaş ve iç savaş olgusuyla ustaca birleştirilir. Zamanın tozunda ise savaş ve iç savaşın sonunda başlayan siyasi göç ve zorunlu sürgünlük yıllarından sonra, yeniden eve dönüşlerin ve dönülürken geçen zamanda yaşanılanların siyasi panoramasıdır.
Bir söyleşisinde,“gitgide insanlar toplum içinde ne olup bittiğine ilgilerini yitiyorlar, daha çok kendilerine dönüyorlar, insanlar tek başına kendi özünde ne olup bittiğini çözmeye çalışıyorlar” diyen Angelopoulos, kariyerinin önemli bir bölümünde insanın yalnızlaşma ve çevresinden kopma sürecini, yitirilen umutları, insani ve ahlâki açıdan çürümeyi, zoraki göçlerin neden olduğu toplumsal hareketleri, ev kavramının anlamını kaybetmesini konu edindi ve kendi kuşağında bunu en uzun süre yapan yönetmen oldu.
İlhan Kabadayı