Cumhuriyet’in tasfiyesi, yeni rejim, faşizm; bu ve benzeri birçok tariften gına gelmiş olması olası. Yanlış oldukları için değil, tam tersine, doğrulukları her gün tekrarlanan deneyimlerle kanıtlandığı için. Üstelik, bu tarifleri derinleştirmeden ve özgülleştirmeden yaşanan sürece karşı bütünlüklü ve köktenci bir muhalefetin inşa edilmesine yönelik çabaların kadük kalması da şaşırtıcı olmaz.
Her ne kadar daha derinlikli ve karşılıklı tartışmalara muhtaç olsa da başlangıç niyetine iki çözümlemeden esinlenerek Saray Rejimi’nin inşası ve faşizmin kurumsallaşması sürecine dair yaklaşımımızı özgülleştirmeyi deneyebiliriz. Bu çerçevede, Bülent Batuman’ın “Milletin Mimarisi” ve Sevinç Doğan’ın “Mahalledeki AKP” adlı kitaplarında yer alan olgusal ve analitik verilerden faydalanabiliriz.
Ama öncelikle, konuyu bağlamına oturtmak adına, ele alacağımız sürecin bütünüyle neoliberal dönüşümle ilgili olduğunu söylemek durumundayız. Türkiye’de devletin bir siyasal aygıt olarak büründüğü biçimi, AKP iktidarının devlet aygıtına kazandırdığı işlevleri, Saray Rejimi’nde devletin sahip olduğu rolü, yeni rejimin resmi ideolojisinin devlet için ürettiği söylemi neoliberal dönüşümün bu topraklardaki seyrinden ve gereksinimlerinden bağımsız olarak anlamak olanaksız. Vaktinde Şükrü Argın’ın Express’te söylediği gibi, “neoliberalizm ‘sırf’ piyasa değil, aynı zamanda ‘safi devlet’ arzusudur” da çünkü.
***
Genel olarak burjuva demokrasilerinin, özel olarak da Türkiye’de yaşanan burjuva devrimi sürecinin karakteristik özelliklerinden biri, ulus kategorisinin tanımlanmasında başvurulan yeni yaklaşımdır. Buna göre, ulus, geçmişin başka bağlılıklarına, özellikle de dine atıfla tanımlanmaktan çıkarak, soyut da olsa bir yurttaşlık kaidesi üzerine oturtulmuştur.
Türkiye bu dönüşümün izlenmesi açısından berrak bir tarihsel deneyim olmuştur: Ulus, bir din içinde tanımlanır olmaktan çıkmış, bunun yerine din bir ulusun içinde tanımlanır hale getirilmiştir. Diğer bir deyişle, Türkiye burjuva devrimi dini rafa kaldırmamış veya tasfiye etmemiş, ama ona yeni bir statü, belirleyici olmayıp ilineksel olan bir rütbe vermiştir. Böylece din, Türkiye açısından ise müslümanlık, ulusu kuran ve tanımlayan bir kaide olma niteliğini yitirmiş; yurttaşların inanç ve vicdan özgürlüğü kapsamındaki seçimlerinin konusu haline gelmiştir. Burada bu yaklaşımı aktarırken somut ve pratik gerçeklerden değil, soyut ve biçimsel söylemlerden söz ettiğimiz açık olsa gerek.
İşte AKP iktidarının yeni rejim inşasının en ayırt edici yanlarından biri de ulusun tanımına ilişkin bu yaklaşımı tepe taklak etmiş olmasıdır. Yani Saray Rejimi, dini ulus içinde tanımlamak yerine, ulusu dinin içinde tanımlamayı dayatmış ve bunu resmi ideoloji statüsüne yükseltmiştir. Burada artık soyut yurttaşlık veya biçimsel hukuk gibi kavramların anlamı tamamen sökülmüş durumdadır. Sürekli tekrarlanan “yerli ve milli” sözü, esasında bu yeni ulusu tarif eden ve tarif ettiği ölçüde onu bölen, onun dışını da işaretleyen, ona karşıt olanı da imal eden bir paroladan başka bir şey değildir. Tam da bu nedenle, popüler söyleminde ne kadar yer tutarsa tutsun AKP bir “ümmet” değil, bir “yeni ulus” inşası stratejisine sahiptir.
Zaman zaman akıl sağlığının sınırlarını zorlayan ideolojik ve kültürel performansların hepsinin tutarlı bir biçimde bu yeni ulusun, yani “millet”in inşasına hizmet ettiği de açıktır. Sunulan tahayyülde “millet”, geçmişin islam geleneğinden gelen şanın ve gücün şimdiki zamana yansımış halidir. “Millet”in değerleri ve hassasiyetleri islam dışı kaynaklardan değil, bizzat islamın toplumsal ve kültürel dünyasından beslenmiştir. İslam, modernist paradigmanın suçladığı gibi geri kalmış değil, bambaşka ve orijinal bir medeniyet projesidir.
AKP’ye ve onun ideolojik stratejisine özgün bir yan katan noktalardan biri, basbayağı şarkiyatçı olan bu söylemin benimsenmesinde ve dillendirilmesinde sergilenen bilinçli sembolizmdir. Bir tür meydan okuma jestiyle sergilenen bu şarkiyatçı sembolizm, “yeni ulus” inşasının hem hızını hem de kapsamını tayin etmektedir. Kendini geçmişle yüceltmiş, harcını dinden karmış, egemen ötekinin gözündeki şarkiyatçı imgeyi arzuyla kuşanmış bir “millet”in huşu içindeki doğumunu işaretlemektedir bu sembolizm.
***
Yine soyut ve biçimsel söylem düzeyine dönersek, burjuva demokrasinin genel formülü yurttaşların kamusal alan aracılığıyla devletin yönetimine katılımlarını varsayar. Kamusal alan yurttaş kimliğinin yegane geçerli statü olduğu hukuksal zemindir ve toplumun devlete uzanabilmesini sağlayan bir köprü görevi görür. Yani bir icracı aygıt olarak devlet ile yurttaşların oluşturduğu toplumu birbirine bağlayan kuşak kamusal alandır.
Oysa, neoliberal dönüşüme uygun olarak, yaklaşık 200 yıldır kapitalist toplumların siyasal/hukuksal çerçevesini çizen bu yaklaşım büyük ölçüde çöpe atıldı. Böylece, yurttaşın kamusal alan aracılığıyla devlet yönetimine katılım hakkı, toplumu bir siyasal birim olarak inşa eden ortak hukuksal/kurumsal yapı yok edildi.
Kuşkusuz, yok edilenin yeri boş kalamazdı. Safi devlet arzusu olarak neoliberal egemenlik, yurttaşın statüsünü ve kamusal alanı devre dışı bırakırken, toplum ile devlet ya da birey ile devlet arasındaki ilişkinin yeni normlarını da oluşturmalıydı. Sözünü ettiğimiz evrensel bir yönelim olsa da Türkiye ve Saray Rejimi dünya çapında esin kaynağı olabilecek özgül bir nitelik kazandırdı bu normlara. Saray Rejimi ile birlikte devleti toplum karşısında bir icracı aygıt olarak tarif eden soyut ve biçimsel söylem tümüyle buharlaştırıldı, devlet topluma karşı tamamen sorumsuz kılındı, devlet ile toplum arasındaki ilişki radikal biçimde koparıldı.
Bütün bunlar doğru olmakla birlikte, esasında devletin dönüşümünü merkeze alan bir mercekten türetilmiş durumda. Oysa, bu koparma hamlesi ile birlikte, devletin olduğu kadar toplumun da dönüştürüldüğünü, dönüştürülmeye çalışıldığını söylememiz gerekir. Toplumun bu dönüşümünü ifade eden, bu arada Türkiye’de yaşanan faşizm sürecine özgün yanını veren şey, kamusal alanın bir köprü görevi görmediği, devlet ile toplum arasındaki tampon bölgenin işgal edildiği, böylece yurttaşın devlete erişimi olanaksız kılınırken devletin yurttaşa erişiminin tüm sınırlardan muaf hale geldiği bir “toplumsuz devlet”in ya da “devlet-toplumu”n inşasıdır.
Yani toplum, devletin dışında durarak onu çevreleyen, kendi özgün karakteri ve dinamikleri ile meşruiyet kazanan, ortak hukuk ve kurumsal çerçeve ile tanımlanan, kamusal alan aracılığıyla devlet yönetimine katılım olanağı bulunan bir kolektif statü değil, devletin içinde kurulan, devletin içine çekilen ve çekildiği ölçüde hukuksal/kurumsal ayrıcalık elde eden “yerli ve milli” bir cemiyettir artık. “Safi devlet” arzusunun sine qua non koşulu, bildiğimiz anlamda toplumun imha edilmesidir ve Saray Rejimi’nin gücü biraz da bunu sağlamanın yol ve yordamları konusundaki hünerinden gelmektedir.
Bu hünerin sonuçlarından biri, soyut ve biçimsel söylemde yurttaş ile devlet arasındaki köprü görevini üstlenen kamusal alanın yerini parti örgütünün almış olmasıdır. Başka biçimde söylersek, yeni rejimde yurttaşlık öncelikle din içerisinde kurulmuş olan ulusun parçası olmakla, sonra da AKP örgütlerinden biriyle kurulan bağlılıkla elde edilen bir statüye dönüşmüştür.
Saray Rejimi’nin toplumsal tabanının son derece açık ve süreklileşmiş bir örüntü tarzında devletin ve merkezi iktidarın aygıtlarını taklit etmesi, böylece kamusal alanı tekelleştirmesi de bunun sonucudur. “Toplumsuz devlet”in ya da “devlet-toplum”un nüfusun tüm hücrelerine yayılarak bir kuşatma halini alması, kamusal alanı parti örgütüne doğru büzüştürerek yurttaşlığı ilhak etmesi, devleti tüm yurttaşlara karşı sorumlu olmaktan çıkarıp bir anonim şirket gibi parça parça hisselerle “halka arz etmesi” bu taklit pratiklerine elverişli zemini sunmaktadır.
Devletin, polisin, bekçinin, yargının, medyanın söylemsel ve fiziksel saldırganlık örneklerinin en yerel ölçeklerde bile ve hiçbir resmi görevi olmayan kişiler tarafından dahi yeniden üretilir ve icra edilir olması anlamına gelen bu taklit pratiklerinin cezasızlık taahhütleriyle koruma altına alınması, siyasal ve ideolojik manipülasyonlarla teşvik edilmesi de yeni rejimin bu yolu bilinçli olarak seçtiğini göstermektedir.
***
Tüm bunlardan hayli sonuç çıkarmak olası. Fakat bu yazının sınırlarını daha da zorlamamak adına iki değini ile bitirmemiz ve başka katkıları beklememiz iyi olur.
Türkiye’de Saray Rejimi karşısındaki muhalefet güçlerinin başarısızlığının da arzu edilen başarısının da bağlı olduğu halka yukarıda özetlediğimiz süreçlerin hesaba katılmasından geçiyor.
Düzen muhalefeti diyebileceğimiz özneler, hem “ulusun din içerisinde tanımlanması” hem de “kamusal alanın partiye sıkıştırılması” eğilimleriyle barışık görünmektedir. Türkiye’de düzen muhalefetinin temel ve aynı zamanda ona her keskin kavşakta AKP karşısında diz çöktüren sorunu, bir yeni ulus inşası stratejisine sahip olan AKP’ye, alternatif bir inşa yaklaşımıyla karşı çıkamaması, AKP’nin “millet” tahayyülünün sınırları ve olanakları içinde kalması, haliyle siyasal ve toplumsal menzilinin Saray Rejimi’nin ötesine geçememesidir.
Düzen dışı veya radikal muhalefetin üstlendiği, en azından tarihin onun omuzlarına yüklediği görev de bu saptamanın ışığında berraklaşır: Ulusun din ve yurttaşlığın parti içinde tanımlanmasına karşı toplumu yeniden kuracak, ona bir beden ve ruh sunacak, ondan aldığı gücü mevcut sınırları parçalamak için kullanacak halkçı bir siyasal ve ideolojik yaklaşımı örgütlemek.
Türkiye’de böyle bir damar da o damarda atan nabız da vardır.
Can Soyer
İleri haber 9 Eylül 2020