“Kişisel” denebilecek bir açıklamayla başlayalım:
Burada, güncel siyasal değerlendirmelerin yanı sıra “teorik” sayılan kimi konulara da giriyoruz. Böyle konuların fazla ilgi çekmeyeceğini bilerek bunu yapıyoruz. Bile bile yapmamızın iki nedeni var. Birincisi: Okura aşırı “teorik” görünen konuların bile pratiğe değen bir yanı mutlaka vardır; bu yan bugün olmasa bile yarın belirginleşecek, kendini dayatacaktır.
Birincisi, buradan hareket ediyoruz…
İkincisi: Nazım’ın hapishaneden Kemal Tahir’e yazdığı bir mektupta değindiği gibi, mücadelede daha eski olanların “nesillerini idame ettirme” gibi bir uğraşı da vardır. “Neslin idamesi” ille de çokluk gerektirmez; birtakım tartışmalar yarına bir avuç insan tarafından taşınsa bile maksat hâsıl olmuş demektir…
***
Bu yazının “teorik” gündemi ise şu: Proletaryayı, kendi nesnel oluşumu ve varlığıyla madun (tabi, altta), yoksun (ille de yoksul değil), sömürülmenin yanı sıra baskı altında, yabancılaşmanın tam ortasında bir sınıf olarak mı görelim, yoksa ona kudret, muktedirlik ve azamet mi atfedelim?
İkisinin birbirini mutlak anlamda dışlamadığının farkındayız; bir “ağırlık” meselesinden söz ediyoruz.
Sosyalist-komünist hareketin son 70-80 yıl içindeki yaklaşımı yukarıdakilerden ikincisine ağırlık tanımıştır. Örneğin Türkiye’ye baktığımızda proletarya sosyalistler tarafından “hayatı yaratan” (maddi zenginlikler tamam da, hayat?) sınıf olarak selamlanır; “en yüce değerin” (emek) taşıyıcısısayıldığı gibi bir de “üretimden gelen gücü” olduğu söylenir…
Buna karşılık Marx’ın erken yazılarında, örneğin 1844 Elyazmalarında proletarya pek böyle resmedilmez; insanlığın düştüğü içinden çıkılması güç bir olumsuzluğun, bir musibetin (“predicament”) tam merkezindeki sınıf olarak görülür…
Proletarya kendini kurtardığında insanlığı da kurtaracak olan sınıftır. Ama ona bu konumu sağlayan, kadir-i mutlak olması, hayatı bizzat kendisinin yaratması değil, kapitalizmin tümüne ilişkin her tür olumsuzluğu kendi tikel konumunda topluyor olmasıdır.
Marx’ın daha sonra ulaştığı “değerin emek teorisine” rağmen böyledir.
***
Ayrım çok mu önemli?
Ancak bir yere kadar…
Öteden beri söyleriz; Marksizm’in, iktidara yönelik bir siyasal hareket haline gelmesinde bir tür “üstüne giyinme” gündemi vardır ve ideoloji bu giyinmenin en önemli araçlarından biridir. Marx’ta hiç olmayan “sosyalist ideoloji” ve “ideolojik mücadele” gibi kavramların Lenin’de olmasının nedeni de budur.
Ve olmasında hiçbir sakınca yoktur; ama bir yere kadar: “İdeolojileştirme” operasyonunda başvurulan her şey Marksizm’in “kendisi” sayılmayacak... Daha açık bir örnek verecek olursak, isteyen “emek en yüce değerdir” desin; ama bunun Marksizm olduğunu, Marksizm’in böyle dediğini iddia etmesin…
“Üretimden gelen güç” mü? “Kapitalist, işçi olmadan, işçinin kapitalist olmadan yaşayabileceğinden daha uzun süre yaşayabilir.” (Marx, 1844 Elyazmaları, Toplu Eserler, c.3, s. 235). Demek bu gücü de bir yerden sonra fazla abartmamak gerekiyor.
***
Değineceğimiz diğer nokta ise ilkinden daha önemlidir ve pratik uzantıları daha açıktır.
Burada soru, yazıda sözü edilen yaklaşımlardan hangisinin “reformist” politikalara daha yatkın olduğuyla ilgilidir. Tartışmaya açık olmak üzere kendi görüşümüzü kısaca dile getirelim: İşçi sınıfının gücüne ve kudretine yapılan atıflar, özellikle sendikaların ve sendikal hareketin güçlü olduğu dönemlerde, işçi sınıfının bölüşümde daha fazla pay almasına yönelik, bu anlamda “reformist” politikaların söylemi olagelmiştir.
Altını çizelim: Yanlıştı, yapılmamalıydıdemiyoruz; işçi sınıfının gücüne ve kudretine yapılan atıfların, devrimcilikten çok reformculukla bağlantıları olabileceğine işaret ediyoruz.
İşçi sınıfının durumundaki iyileşmelerin, buna yönelik (olursa) reformların mutlaka “durdurucu” etkisi olur diye bir kural elbette yoktur; yeter ki bu süreçte başvurulacağı kesin olan işçi sınıfı yüceltmeleri kendi başına “devrimcilik” sayılmasın…
***
Önümüzdeki dönem?
Türkiye’nin geleceğinde, örneğin 1970’li yıllara özgü nispeten yüksek sendikalaşma oranları, nispeten güçlü bir sendikal hareket ve gene aynı döneme özgü “ücret sendikacılığı” imkânları/fırsatları kesinlikle olmayacaktır. Hangi siyasal iktidar olursa olsun, “restorasyonun” hangi türü gerçekleşirse gerçekleşsin, Türkiye kapitalizminin bunlara olanak tanıyacak bir yeniden yapılanmaya ve birikim modeline geçmesi mümkün görünmemektedir.
Siyasal “üstyapıda” ne olursa olsun sınıfın durumunda gerçek bir iyileşme mümkün görünmüyorsa bu yazıda ele alınan konu bağlamında bir “tercih” gündemde olacaktır: Sınıf aynı sınıf da biz hangi yönünü, neresini, hangi özelliklerini başat sayacağız?
Metin Çulhaoğlu
İleri haber 6 Haziran 2020