Önce bir gözlemimizi aktaracağız.
Ardından, Türkiye’de sosyalist düşünceye sızdığını düşündüğümüz “eski kapitalizme” dönüş beklentisine ve bununla ilişkili örtük bir “reformizme” değineceğiz.
Gözlemimiz şu: Türkiye’de ortodoks sosyalist (Marksist) kesim, post-Marksist eleştirileri yanıtlarken aslında hiç gerekmediği halde kimi eski ezberlerde ısrar etmiştir.
Bu eski ezberlerin büyük bir bölümü işçi sınıfıyla ilgilidir.
Uzatmamak için işçi sınıfının “yok olmadığı”, tersine nicel olarak arttığı, emek sömürüsünün katlanarak sürdüğü gibi gerçekleri geçip işin “ezber bozma” kısmına gelelim:
İşçi sınıfının yapısında meydana gelen değişiklikler, bu sınıfın belirli bir kesimini, örneğin sanayi proletaryasını özel bir yere koyan yaklaşımların altını boşaltmıştır… Bunun yanı sıra, yaşanan çok yönlü değişimler, bir dönemin fetiş mekânı “fabrikanın” önemini azaltmıştır… İşçinin çalıştığı sektörün, işkolunun, üretim sürecinde bilfiil yer alıp almamasının ve benzer faktörlerin, sınıfın canlılığı, uyanıklığı ve direngenliği gibi özelliklerle zorunlu bir ilişki içinde olmadığı ortaya çıkmıştır.
Sonra, özünde Marksizm dışı olsa bile ideolojik motif niyetine kullanılabilecek “emek en yüce değerdir” gibi sözlerin ve “üretimden gelen güç” gibi aşıların işçi sınıfında bir özgüven yarattığını söylemek mümkün görünmemektedir.
*
Türkiye’de işçi sınıfının konumu açısından 60’lı yıllardan 70’li yıllara bir “rol değişimi” yaşandığı söylenebilir.
İşçi sınıfı 60’lı yıllarda özgüven biriktirmeye başlarken aydınlar, öğrenciler ve orta sınıftan ilerici-demokrat kesimler bu özgüven inşasına söylemleri ve eylemleriyle katkıda bulunmuştur. 70’li yıllar ise sınıf özgüveninin tepe yaptığı, bu kez işçi sınıfının toplumun diğer kesimlerine güven aşıladığı dönem olmuştur.
Doğrudan kendi tanıklığımızdır:
70’li yıllarda Cem Karaca bir konserinde “Tamirci Çırağı''nı söylerken “İşçisin sen işçi kal!” sözlerinde coşkuyla ayağa kalkanlar, yumruklarını sallayarak en içten biçimde eşlik edenler işçilerdi:
“İşçisin sen işçi kal!”
Karaca’ya eşlik edenler sınıfsal konumlarına güveniyorlardı; ülkede pek çok şeyi etkileyebileceklerini biliyorlardı; özgüvenleri vardı ve öyle (işçi) kalmaya kararlıydılar…
*
Yukarıdaki durumu açıklarken, ülkede 70’li yıllarda geçerli olan birikim modeline, dönemin ekonomik politikalarına, Ecevit dalgasının yansımalarına, DİSK’in etkisine ve başka etmenlere atıfta bulunabiliriz ve yanlış da olmaz.
Ancak, asıl görülmesi gereken nokta başkadır: Bugün işçi sınıfının yeniden özgüven kazanması gerekiyor; ama az önce sıralanan, 70’li yıllara ait “özgüven etmenlerinin” yeniden ortaya çıkması hiç mümkün görünmüyor…
Örneğin hangilerinin?
Örneğin kapitalizmin yeniden “refah devleti” modeline dönmesi… Türkiye’nin “üretim ekonomisine” (!) geçmesi… Patronların daha fazla vermeye razı olması… Sendikaların güçlenip toplu sözleşmelerde karşı tarafı tir tir titretmesi… Ülkede değişen ekonomiyle yeniden öne çıkan sanayi proletaryasının sınıfın diğer kesimlerine ağabeylik etmesi…
Sonra?
Sonra, 1960’lı ve 70’li yılların Fransız ve İtalyan KP’lerine benzeyen bir işçi sınıfı partisinin böyle bir Türkiye’de aynı ortamdan güç bulan sosyal demokrasiyle “ortak program” zeminini yoklaması (“sosyal faşist” denmeyeceği varsayımıyla)…
Geçmiş olsun…
Yani geçip gitmiştir; tekrarı, Türkiye dâhil hiçbir yerde mümkün değildir.
*
Sorunun doğrudan ve tam yanıtı olmasa bile anahtarı, bir kez daha Marx’tadır.
Anahtar, Kapital’in 1. cildinde “Bir Göreli Artık Nüfusun Gittikçe Artan Ölçüde Üretimi ya da Yedek Sanayi Ordusu” diye başlayan bölümdür (Marx, a.g.e. çevirenler: Mehmet Selik ve Nail Satlıgan, Yordam Kitap 2010, ss. 619-626).
Burada ayrıntılarına girmemiz mümkün değil; ama göreli artık nüfusun “akıcı”, “saklı” ve “durgun” varoluş biçimleriyle birlikte “en dipteki tortunun” günümüzdeki somut karşılıkları, araştırılması gereken ciddi bir konudur.
“Göreli artık nüfus” kapitalizmin doğasında vardır ve hep olacaktır. Ancak, kronik ve geniş çapta işsizlikle birlikte, otomasyonun, kimi mesleklerin ortadan kalkmasının, yarı zamanlı çalışmanın, esnek istihdamın, küçülmenin ve hepsinin üzerine küresel bir olgu olarak göçmenliğin/mülteciliğin, Marx’ın sıraladığı kategorilerin hepsini köklü biçimde etkilediği de bir gerçektir.
Etki, hem kategorilerin kendi içlerindeki niceliğin değişmesiyle hem de kategoriler arasındaki geçişkenliğin artması ve hızlanmasıyla ortaya çıkmaktadır.
“Toplumsal proletarya” diyebileceğimiz bu çok geniş nüfusun bugün öne çıkan bir kesimi, bir öncüsü, “eşitler arasında birincisi” yoktur; özgüvense, sanayi proleteri, işsizi ve “en dipteki tortuya” doğru itileni hep birlikte ve ancak bir hareketin yaratılmasıyla kazanılacaktır.
Sosyalistler, “işçi sınıfı devrimcisiyiz” diyenler elbette sınıf hareketi yaratamazlar; ancak, ülkede böyle bir niceliğin olduğunu, bu niceliğe ulaşma yollarının denenmesi gerektiğini bilmeliler.
Yoksa atı alan Üsküdar’ı geçer, biz de sendikalı ve iş güvenceli “modern sanayi proletaryasıyla” birlikte bir savunma mevzii inşa etme çabalarına koyuluruz.
Metin Çulhaoğlu
İleri haber 18 Nisan 2020