Türkiye’de 1923’te resmi varlığına kavuşan Cumhuriyet’in varlığından söz etmek mümkün değil artık.
Bu Cumhuriyet’i önceleyen, yaratan ve yaşatan tarihsel birikimin; 96 yıl boyunca emekçi halk tarafından üretilen, korunan ve paylaşılan değerlerin yok olduğunu söylemiyorum. Bunlar hala var ve zaten var olmaya devam etmesi Cumhuriyet’i tasfiye edenler açısından en büyük handikap.
Yine de siyasal, hukuksal, ideolojik çerçevesi belirli bir meşruiyet zeminine sahip bir rejim olarak Cumhuriyet’in artık yok olduğunu söylemek zorundayız.
Zorundayız, çünkü halihazırda var olan rejime Cumhuriyet yakıştırması yapmak zaten imkansız.
Bir nedenle daha zorundayız: Cumhuriyet’in nasıl ve hangi yollarla, kimlerin işbirliği kimlerin basiretsizliğiyle ortadan kaldırıldığını görmeliyiz ki, bir ‘yeni cumhuriyet’ kavgasının sınırlarını salimce çizebilelim.
Aristoteles “başlangıç bütünün yarısından fazladır” der.
İşe, artık bir Cumhuriyet’imiz olmadığı noktasından başlar ve nasıl olup da Cumhuriyet’in yok edildiğini bu başlangıç noktasındayken kavrarsak, ülkemizin geleceğini ve kaderini belirleyecek güçteki bu ‘yeni cumhuriyet’ mücadelesinin de koordinatlarını ve rotasını düzgünce çizebiliriz.
***
Böyle söylenince, akla önce CHP (doğal olarak partinin üst yönetimi aslında) geliyor. Mühürsüz iktidara mühür yetiştirmekten dokunulmazlıkların kaldırılmasına, Yenikapı Ruhu’yla sahne almaktan Suriye’ye yönelik operasyona onay vermeye kadar birçok örnekte Cumhuriyet’in tasfiyesine ciddi ve kararlı bir direniş gösterilmediğini söylemek de bilinen şeyler oldu artık. Ancak CHP üst yönetiminin bu tür tavırlarının bir eksiklikten veya yeteneksizlikten çok daha ötesini ima ettiği söylenebilir.
Bu, adlı adınca, bir yokluk’tur.
Fakat CHP’nin yokluk’u, bir boşluk değildir; tabloyu eksik bırakmak yerine, tamamlayan unsurdur. O halde, bu yokluk, tam da yokluk’un bir işlev olarak üstlenilmesi anlamına gelir.
Son yıllardaki birçok kritik kavga uğrağında CHP üst yönetiminin iki kararlı güç, yani Saray ile halk arasındaki mücadeleyi terk etmesi, aradan çekilmesi de tarif ettiğimiz yokluk’un mükemmel bir icrasıdır esasında.
***
Yine de konuya ne yandan bakılırsa bakılsın, ortada bir asimetri olduğu açık. Bir yandan Türkiye’de Cumhuriyet’in ağır saldırılar sonucunda ortadan kalktığını söylüyoruz; öte yandan cumhuriyet savunusu ve talebi ile siyaset kulvarında yer edinen son derece geniş bir halk muhalefetine tanık oluyoruz.
Kabuğu olmayan bir çekirdek ya da yatağı olmayan bir nehir gibi, kurumu/kurumsallığı olmayan bir cumhuriyetçiliğin dolaşan hayaletini görüyoruz.
Bu ilginç durumu açıklamak için Kristin Ross’un “Ortak Lüks” kitabında Paris Komünü’nü incelerken kullandığı “survie” kavramına başvurabiliriz. Ross’a göre “survie”, bir eylemin, kendisinden sonraya bıraktığı etkilerden daha fazlasını ifade eder; yaşanmış bitmiş bir olayın bir süre daha hafızalarda yer etmesinden ve sonraki olaylara yön vermesinden farklıdır. Tam anlamıyla “survie”, kendisini yaratan ve görünür kılan maddi zemin ortadan kalktıktan sonra bile varoluşunu sürdüren olaydır. “Survie”, beden yok olsa da var olmaya devam eden dirimdir adeta.
Türkiye’de Cumhuriyet, hukuku, kurumları, kadroları veya idari aygıtları açısından ortadan kalkmış, yok edilmiştir. Ama cumhuriyetçilik, maddi zeminini kaybetmiş bir program olarak, biçimi imha edilmiş bir içerik olarak, bedenini yitirmiş bir dirim olarak varlığını sürdürmektedir. Cumhuriyet, sona ererken, aynı zamanda varoluşunu bir olay olarak sürdürmüş; bedenini yitirirken dirimini özgürleştirmiştir.
Son yıllarda birçok kez tanık olduğumuz halk muhalefeti, sahipsiz ve temsilcisiz bırakılmış, kaderine terk edilmiş bir ülkenin “survie”sidir.
***
Bu noktadan sonra birçok sonucun sökün etmesi kaçınılmaz. Sadece üçüne işaret edelim:
Bir: Bugün, Saray iktidarı karşısında yürütülecek mücadelenin rotasında “rejim çerçevesi” içine doğru atılacak her adım başarısızlığa ve teslimiyete mahkumdur. Bir ‘yeni cumhuriyet’ için mücadele, amasız fakatsız Saray Rejimi’nin yadsınması ve aşılması üzerine kurulmalıdır.
İki: Artık, Saray Rejimi karşısındaki halk muhalefeti bir “seçmen tabanı” ya da “baskı grubu” olarak görülemez. Kürt ilericiliği de dahil olmak üzere, Türkiye’nin tüm ilerici birikiminin cisimleştiği bu zemin, bir ‘yeni cumhuriyet’in kurucu öznesi ve toplumsal zemini olarak tanımlanmalı ve bir siyasal kulvar olarak inşa edilmelidir.
Üç: Türkiye’nin Saray Rejimi ile mücadelesi, aynı zamanda cumhuriyetçiliğin ve buna bağlı değerlerin işçi sınıfının çıkarlarıyla bütünleştirilmesini zorunlu kılmaktadır. Halihazırda hem fiili olarak hem de dünya-tarihsel süreçlerin bir sonucu olarak geçim ve rejim (ekmek ve özgürlük) kavgaları tek ve aynı süreç halini almıştır.
***
Türkiye’nin Saray Rejimi’nden kurtuluşu için gerekli olan kitle gücünün çeşitli görünümleriyle (ve zaaflarıyla, elbette) kendisini açığa vurduğu söylenebilir artık. Bu kitle gücünün ortaklaştırıcı ve harekete geçirici talep ve itirazları da az çok belli olmuş durumda. Bu noktada ihtiyaç duyulan şey, söz konusu kitle gücünü canlı bir kitlesel sol harekete dönüştürecek hamle.
Cumhuriyetin survie’sine, ülkenin üzerinde gezinen hayalete can ve kan verecek, bedenini arayan dirimi ete kemiğe büründürecek bir siyasal ve toplumsal mücadele kulvarının, bu rejimin zıt kutbunun inşa edilmesi yani ihtiyaç.
Halkçı ve eşitlikçi bir ‘yeni cumhuriyet’ için yürütülecek mücadelenin programını ve örgütlülük tarzını yaratıp hayata geçirmek, böylesi bir kitlesel sol hareketin yaratılmasının tek yolu gibi görünüyor.
Bu yol ise, muhtelemen cumhuriyetin de ötesine götürüyor.
Can Soyer
İleri haber 30 Ekim 2019