Türkçe



PDF indir

 

 



II. Cumhuriyet ve devlet üstüne

İzlenme 2703


 

Sevgili Ergin (Yıldızoğlu) benim Komünist dergisinde çıkan bir yazımdan hareketle soL portalda devlete ilişkin yazdı, 12 Ocak'taKapitalist devlet üzerine kısa notlar

Bu katkıya vesile olan benim yazımın başlığı ise “İkinci Cumhuriyet’e Geçiş: Öznel bir saptama mı?” idi.

Ergin'in çalışması devlete ilişkin bir tartışmanın güçlü biçimde yürütülebilmesi açısından zengin bir zemine işaret etmesiyle önemli. Geliştirici eleştiri geleneğinin pek zayıf olduğu bir atmosfere pratik bir meydan okuyuş olarak çok değerli. Sorduğu sorularsa yabana atılır gibi değil. Kısaca aktarırsam şöyle:

“Aydemir Güler’in çözümlemeleri bana, eğer doğru okuyabildiysem, salt bir rejim değişikliğinden öte bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürtüyor. Bu konuda Aydemir’e katılıyorum. Ama bu 'öte'nin de derinleştirilmesi, tanımlanması, sonunda devlet biçimine (kapitalist sınıf iktidarının yaşam dünyamızdaki özelliklerine) ilişkin bir yargıya dönüşmesi gerektiğini de düşünüyorum.”

Yanıtların izini Ergin'in de sürmeye çalıştığını zannediyorum. Başlattığı akıl yürütmeyi ilerletmesini diliyorum.

Cumhuriyetin numaralarını değiştirmekten ne anlaşılması gerektiğini yanıtlayabilmek için hayli geniş bir alanı taramamız gerekiyor. Burada yalnızca kimi boyutlarına değinme şansım olacak...

Bir soru şu: Bir üstyapı öğesi olarak devleti kuşatan temeller, “temel” derken başta iktisadi ilişkiler, geçtiğimiz süreçte nasıl bir değişim yaşadı?
Özetle bu birinci düzlem söz konusu olduğunda, neo-liberalizmin mantıksal sonuçlarından söz etmeliyiz. AKP iktidarının arka planında bunlar var. Neo-liberalizm devleti önemsizleştirmedi. Ama devletin parçası olarak yapılandırılmış geniş bir ekonomik alanı kapitalist piyasalar olarak örgütledi. Bugün içme suyundan taşımacılığa, eğitimden sağlığa kadar, çok değil birkaç on yıl önce kâr güdüsünün dışında tanımlanan dev sektörler var.
Devletin ekonomisinin kopartılıp alınmasıyla kalınmadı ve kimi geleneksel devlet mekanizmaları da budanmaya başladı. İş, galiba savaş sanayilerinin giderek özelleşmesiyle başladı. Özel güvenlik örgütlenmeleri, paralı ordu gibi başlıklarla devam ediyor. Ordu operasyonel hale geliyor, profesyonelleşiyor ve neo-liberal çağda nasıl fabrika ölçekleri küçüldüyse, bu mekanizma da kapsadığı kelle anlamında küçülüp esniyor. Sıra yargıya gelmiş bulunuyor; yargının önemli bir kısmının arabuluculuğa dönüştürülmesi tartışılıyor. Büyük ve kalabalık parlamentonun ağırlığını kendi içinde daha da merkezileşen yürütme devralıyor...

Bu ve benzeri süreçlerin, Ergin'in deyişiyle “sürekli hareket halinde, adeta macun gibi belli bir plastikliğe sahip, sınıf mücadelesinin basıncı altında, sınırları daralan genişleyen ama her zaman sınırlarında bir belirsizliği koruyan, girdilerle beslenen çıktılar üreten bir 'organizma'” olarak devleti, daha ele avuca gelir hale koyduğunu söyleyebiliriz.

Kriz öncesinde bu devletin ekonomi politika araçları hafifliyor, tekelci sermayenin hareket ve karar yeteneği güçleniyordu. Geleneksel büyük ve kurumsal yapıların hızlı hareket ettirilmeleri için ille de birilerinin yetkilerini aşması, birtakım kurumsal kuralları hiçe sayması gerekirdi, eskiden. Operasyonelleştirilen güvenlik birimlerininse tek ağızdan çıkan sözle yönetilmesi artık kolay ve makul. Yargı iç dinamiklerini yitiriyor ve Türkiye pratiğinde aynı anlama gelmek üzere AKP'lileşiyor.

Bu notlardan, birbiriyle bağlantılı iki ara sonuç çıkartabilirim.

Birincisi, Ergin'in de değindiği devletin araçsallık ve kurumsallık boyutlarıyla ilgili. Kısaca ve kabaca, “araç” sahibinin sözünü dinler; kurumunsa kendi yapısı ve dinamikleri vardır. Neo-liberalizm devleti daha araçsallaştırmayı, egemen sınıfın basit bir aleti haline getirmeyi öngörüyordu.
İkincisi, bizim Türkiye'de kadrolaşma, keyfilik, otoriterlik diye yaşadıklarımız istisnai ve buraya özgü köhnelikler değildir. İkinci Cumhuriyet onu yöneten AKP olduğundan değil, doğası gereği böyledir.

Hal böyleyse bir üçüncü çıkarıma daha varabiliriz. AKP'nin rejimi ile egemen sınıflar arasında esasa ilişkin bir çelişki olamaz. Sermaye sınıfının neo-liberalizme yönelmekteki temel kaygısı başta ekonomi olmak üzere, hayatın akışının hızlandırılması ve sıkışan kârlılığın bu yolla açılmasıydı. AKP, Türkiye'nin, yarım kalan 24 Ocak-12 Eylül denemesinden sonraki muzaffer neo-liberalizmidir. Eski rejimin dönüşüme karşı güçlü bir direniş sergileyememesinin arkasındaki neden bütünüyle sınıfsaldır. Sermaye sınıfı ve düzeni, ana doğrultusunu paylaştıkları bir gidişata rötuş yapmak isteyebilirlerdi yalnızca.

1980'den 2010'lara otuz yıllık bir gecikme. Latin Amerika'da sayfa 1973 Şili darbesiyle açılmıştı. Thatcher 1979'da, Reagan '81'de iktidara geldi. Sovyetler Birliği'nde topun Gorbaçov'dan Yeltsin'e geçmesi için 1991 yetti. Türkiye'nin neo-liberalizmi 1990'ları yitirmiş olmanın faturasını ödemek durumundadır. Zira artık kriz var. Türkiye'de II. Cumhuriyet, temellerinin dünya ölçeğinde sarsıldığı, argümanlarının inandırıcılığını yitirdiği bir uğrakta kurulmuş bulunuyor.

Bu, bir tür “kurulurken çürüme” durumudur.

II. Cumhuriyet'in çürümesi karşısında, tornistan edip geçmişin restorasyonunu hedefleyecek bir dinamik görülmüyor ortada. Zaten ordu “milletin ordusu”ymuş gibi yapmayı bıraktıkça, yargı adalet kavramıyla köprüleri attıkça, sosyal güvenlik kurumu vergi dairesi gibi çalışmaya geçtikçe çürüme bacayı sarıyor ve dönüş olanaksızlaşıyor. Bu nesnellik, söz konusu rejimin öncekinden çok daha kısa ömürlü olması anlamına gelecektir; ve olası bir çözülüşe sosyalizmin görülmemiş biçimde meşruiyetini genişletmesi eşlik edebilir.

Bana sorarsanız, marksistler en kısa zamanda yaşanan gerilemenin analiziyle yakın geleceğin olanakları tartışmasını bütünleştirmelidirler.

Aydemir Güler
6 Şubat 2012
SoL.org


29/03/2024 Bugün150 ziyaret var  Sitede 8 Kişi var  IP:44.200.145.114